Yuvarlak Masa: Türkiye’de Sosyal ve Ekonomik Hak Mücadeleleri – II

İnsan Hakları Okulu: Blog’un Türkiye’de Sosyal ve Ekonomik Hak Mücadeleleri başlıklı üçüncü Yuvarlak Masa Toplantısı Ulaş Bayraktar moderatörlüğünde Bahar Bayhan, Anjelik Kelavgil ve Lülüfer Körükmez’in katılımı ile gerçekleştirildi. Farklı hak kuşakları içindeki ilişki üzerine yürütülen tartışmanın ikinci kısmını yayımlıyoruz.

 

Ulaş Bayraktar: İlk turda Lülüfer’in anlattıklarından sosyal devletin yaşadığı dönüşüme benzer bir şekilde haklar, insan haklarının da bir dönüşüm yaşadığını, yani sosyal devletin ontolojik olarak vermek zorunda olduğu hizmetlerin sosyal yardım olarak verilmeye başlanması gibi birtakım hakların da insaniyetçilik, insan, insaniyet adı altında birer lütuf olarak veya hani Türkiye’nin siyasal jargonunda çok popülerleştiği haliyle sadaka olarak verildiği bir duruma evrildiğini gördük. Bunu tabii biz yaşadığımız coğrafya Türkiye olduğu için Türkiye’de çok rahat gözlüyoruz ama galiba bu Türkiye’ye özgü bir şey değil, bütün dünyada sosyal, ekonomik sistemin bir dönüşümden geçtiği malum. Bunun birtakım tezahürlerinin Türkiye’de de olduğunu iddia edebiliriz herhalde. Yine barınma hakkına dönecek olursak, son yirmi otuz yıldır bütün ekonominin, dünya ekonomilerindeki ana motorun inşaat olduğunu, konut sektörü olduğunu iddia ettiğimiz yerden; tam da bugünlerde Çin’de o satılmayan büyük toplu konut apartmanlar yıkılırken, bütün ekonomi konut üretimine odaklanmışken, nasıl oluyor da biz konut sorunu yaşıyoruz? Neden balon patlayacak derken biz evsiz kaldık? Bunun bir izahı var mı? Hipotezimi şöyle açayım. Aslında bizim yıllardır konuştuğumuz inşaat sektörünün büyümesi barınma hakkına yönelik bir icraat değil; kapitalist ekonomik modelde kâr, rant amacıyla konutlar yapılıyor, birilerinin barınması için yapılmıyor diyebilir miyiz?

 

Bahar Bayhan: Evet, Türkiye’de özellikle son 20 yıldır konut üretim faaliyetlerinin yoğunlaştığını görüyoruz. Ama bu, herkes için erişilebilir olmayan ve herhangi bir ihtiyaca karşılık gelmeyen bir konut üretim modeli. Diğer yandan TOKİ gibi, dar gelirlilere konut sağlamak üzere yola çıkmış bir kurum günün sonunda gayrimenkul firmalarıyla ortaklıklar yapan, üst gelir gruplarına konut sağlamak üzere çalışan bir kuruma dönüşmüş durumda. Dolayısıyla konut, kullanım değeri yerine değişim değerinin hedef alındığı, piyasanın dinamiklerine göre şekillenen bir birikim aracı haline geldi. Konut, kendi sunduğu niteliklerden ziyade, yani yaşam hakkımızı gerçekleştirmemize imkân tanıyacak bir mekân oluşturmasından ziyade ne kadar kâr getirdiği üzerinden değerlendiriliyor ve bu toplumsal olarak içselleştirilmiş bir durum. Elbette bunların arka planında şöyle de bir gerçeklik var: Türkiye’de hangi toplumsal kesim kendini sosyo-ekonomik olarak güvenli bir alanda bulabiliyor ki? Yani konut dediğimiz şey o güvenceyi insanların kendi içinde tesis edebildiği değer üreten alanlardan biri oldu. “Miras bırakıyor, çocuğuna güvence olsun istiyor, yaşlılığında kendine gelir sağlasın istiyor” gibi… Yani aslında sadece müteahhitlerin kâr hırsı diyerek özetlenebilecek bir durum değil bu. Bütün bu toplumsal reflekslerin nasıl örüldüğünü de anlamak gerekir.

 

Peki konutun ne gibi nitelikler sunması gerekiyor? Konutu hak ihlalleriyle bağdaştırmak için ben Birleşmiş Milletler Konut Raportörlüğü’nün ortaya koyduğu yaşamaya elverişli konut kavramını bir temel, tartışma zemini oluşturması açısından önemli görüyorum. Bu kavram ne diyor? Konutun sadece başımızı sokacağımız bir mekân olmaktan ziyade kaliteli yaşam sürmemizi etkileyen birçok niteliği vardır. Bunları ödenebilir olması, sunduğu mekânın nitelikli ve sağlıklı olması (güneş alması, temiz hava alması gibi), konutta temel kentsel hizmetlere erişebilir olması, kolay ulaşılabilir olması, bulunduğu çevrenin kültürüyle uyumlu olması, engelliler gibi, çocuklar gibi, yaşlılar gibi daha spesifik ihtiyaçları olan grupların ihtiyaçlarını karşılayabilir niteliklerde olması, zorla tahliyelere karşı, ayrımcılığa karşı, tacizlere karşı toplulukları güvenli hissettirmesi şeklinde sıralayabiliriz. Bunları idealize edilmesi gereken şeyler olduğu için söylemiyorum. Sadece ülkelerin, toplumların kendi koşullarına dair, kendi ihtiyaçlarına dair, taleplerine dair genişletebildiği bir alan sunduğu için, bir zemin ortaya koyduğu için, konutu toplumsallığına vurgu yaparak tanımladığı için bu tanımdan hareketin önemli olduğunu düşünüyorum. Aynı zamanda bu hakkın talebini üretmek, mücadelesini vermek anlamında da bir zemin sağlıyor bana kalırsa. Mesela COVID sürecinde ev dediğiniz şeyin ne kadar kırılgan bir alan olduğu çok bariz bir şekilde görüldü. Ev içi şiddetten bahsedebiliriz ya da evlere kapanan öğrencilerin ne koşullarda eğitim alabildiklerini hatta eğitim alıp alamadıklarını tartışabiliriz. Çünkü biliyoruz ki aile evine dönmek zorunda olan öğrenciler oldu, altyapısız mekânlarda yaşamak zorunda oldukları için eğitim hakkından mahrum kalan öğrenciler oldu. Ev içi emeğin kadınların üzerinde karantina sürecinde nasıl bir yük oluşturduğunu biliyoruz. Bütün bunlar aslında konut çerçevesinde konuşmamız gereken şeyler.

 

Diğer bir mesele de konut hakkına erişememenin toplumsal eşitsizlikleri nasıl körüklediği. Bu sorunlar nasıl üst üste binerek birçok dezavantaj yaratıyor, ona birkaç örnek verebiliriz. COVID sürecinde karantina ilan edildi ve “Evde kal, güvende kal” gibi sloganlar vardı hatta. Kimlerin evinde kalabildiği de çok büyük bir soruydu bu aşamada ama mesela İstanbul’un en acil gündemi depremdi. İnsanları eve kapatmak, İstanbul’da onları deprem güvenliği olmayan evlere kapatmak anlamına geliyordu ve bunun yaşam hakkıyla ne denli ilişkili olduğunu akılda tutmak gerekiyor. Ya da kent merkezleri ne kadar erişilebilir? Biliyoruz ki engelli yurttaşlar kent merkezi dışında yaşıyor çünkü kendi ihtiyaçlarını karşılayabilecekleri niteliklerde konutları oralarda bulabiliyorlar. Peki kent merkezine ulaşım konforlu mu? Erişilebilir mi? Veya kent merkezindeki herhangi bir binanın kendisi fiziksel erişilebilirlik niteliklerini karşılıyor mu? Bu soruların cevabı tabii ki “Hayır”. Dolayısıyla merkez sınırlı grupların kullanımına açılmış, bu alana giremeyenler ise dışlanmış oluyor, toplumdan izole olmuş oluyor, merkezden uzaklaştırılmış oluyor. Bu meselenin engelli hakları mücadelesinin nasıl bir parçası olduğunu görebiliriz. Veya konut üretimi sürecinde de ihlallere uğruyoruz. Yaşam hakkımız tehdit ediliyor en basitinden. Kentsel dönüşüm sürecinde konut üretimi için yapılan yıkımlar, inşaatlar; hepsi güvenlik tedbirleri alınmadan yapılıyor ve hepimizin ölüm riski var. Kentte güvenli hareket edebileceğimiz alanların ortadan kalkması, kentsel dönüşümün, konut üretimi için bir çözüm olarak sunulmuş olmasına rağmen, aslında sorunları nasıl üst üste bindirdiğine dair çok iyi bir gösterge bence.

 

Başka bir örnek de mültecilerin yaşam koşullarına dair. Oldukça güvensiz mekânlarda, deprem riskli binalarda, bodrum katlarda yaşamak zorunda kalıyorlar. Dolayısıyla herhangi bir afet durumunda en kırılgan gruplardan birini teşkil ediyor mülteciler. Ya da bodrum katlardaki rutubet sorunu yüzünden solunum yolu hastalıklarına yakalanıyorlar. Zaten sağlık hizmetlerine erişimleri sorunlu olduğu için yaşadıkları konutun niteliksizliği bir sağlık sorununun kronikleşmesine sebep oluyor.

 

Ulaş Bayraktar: Anjelik seninle devam edelim. Dünya perspektifinden baktığımızda kafa karıştırıcı bir şey var. Bir yandan LGBTİ+’lar dünyanın birçok yerinde çok önemli kazanımlar elde ediyor siyasi, sosyal, ekonomik olarak, bir yandan da artan bir tepki var diğer coğrafyalarda da. Baktığında mesela, Türkiye’de senin ilk turda özetlediğin ayrımcılığın, şiddetli tepkilerin sebebi, bu hareketin artık küçümsenemez, göz ardı edilemez bir niteliğe ve güce erişmiş olması mı? Yani tersten bakarsak aslında bu tablo bu hareketin, bu bireylerin ne kadar haklarına sahip çıktığını ve bu hak taleplerinin duymazdan gelinemeyeceği bir düzeye geldiğini gösterir mi? Dünyada birtakım kazanımlar elde edilmiş ülkelerdeki hak hareketlerine baktığımızda benzer bir şey görüyor muyuz? Yani sanki bir eşiğe geldik ve o eşiği geçirmemek için direnen bir toplumsal kesim ve devlet var. Öyle bir yerden bakılabilir mi bu hak mücadelesine?

 

Anjelik Kelavgil: Kesinlikle bakılabilir. Çok ilginç bir şekilde uluslararası düzeyde yükselişe geçen popülizm, muhafazakâr partiler, gericiler, aşı karşıtları, düz dünyacılar gibi ­-aklınızda Trump canlanmış olabilir- bir kitle değil sadece; muhafazakâr, gerici ve gerçekten safsatayla yönetilebilen garip bir kitle var. Ve bu kitlenin iktidarda olduğu, sağ popülizmin iktidarda olduğu aklın, bilimin, diyalogun, temasın, konuşmanın ve dahi demokrasinin, çoğulculuğun, özgürlüğün esamesinin okunmasının istenmediği, güçlü erkeklerin bir şekilde iktidarda olduğu ve o gericiliği örgütlediği küresel bir sorun var. Ve demokrasiyi tehdit eden bu küresel sorunun bu kitleleri manipüle etmek için kullandığı birkaç aparattan biri de LGBTİ+’lar ve LGBTİ+ nefreti. Biz bunu ülkemizde hem LGBTİ+ nefreti üzerinden hem mültecilere dönük nefret üzerinden aslında gözlemleyebiliyoruz. Başka ülkelerde de aslında bu sağ popülist iktidarların hangi konularda uzlaştığı ve ortaklaştığını ve politikaları nasıl ithal ya da ihraç ettiğini görebiliyoruz. LGBTİ+’lara dönük resmi söylemin ve LGBTİ+ karşıtlığının bugün Türkiye’de geldiği noktayı ne yazık ki Rusya’dan, Çin’den Hindistan’dan, Pakistan’dan, İran’dan, Orta Doğu’dan, Sırbistan’dan, Macaristan’dan, Polonya’dan, Trumpçı Amerika’dan, Brezilya’dan ayrı düşünemiyoruz. Çünkü nerede sağ popülist, otokratik liderler, demokrasi düşmanları iktidara geldiyse ve örgütlendiyse orada ilk başta demokrasiden bahsedilmesini mümkün kılan haklara saldırarak başlıyorlar işe. Bugün LGBTİ+’lardan bahsettiğimiz yerde LGBTİ+ haklarından bahsediyoruz, LGBTİ+’ların onurlu bir yaşam isteğinden bahsediyoruz ve doğal olarak demokrasiden bahsediyoruz. Demokrasiden kaçan insanların kendi tabanını konsolide etmek, örgütlenebilmek için yarattığı, o var olan verili durumu muhafaza etmek için yarattığı paranoyaların içerisinde de aile, ahlak, namus gibi kavramların ortaklaştığını görüyoruz. Bir örnek vermek istiyorum özellikle bu LGBTİ+ karşıtı sağ popülist cenahın aslında nasıl politikalar ürettiğine dair. Türkiye’de biliyorsunuz gökkuşağı ürünlerinin e-ticaret kanallarıyla satışına bir yasak getirildi. 18 yaş sınırı koyuldu. Bu yasağa benzer bir yasağın LGBTİ+ propaganda yasağı gibi bir mantıkla Rusya’da filizlendiğini görüyoruz. Rusya “Sen LGBTİ+ olabilirsin ama LGBTİ+ propagandası yapamazsın” diyor ve gökkuşağını, aktivist olmayı, insan haklarından bahsetmeyi, herhangi bir dating (tanışma) uygulamasında yan yana gelmeyi, el ele tutuşmayı, bir arada aynı evde yaşamayı, bizim varoluşumuza dönük her şeyi LGBTİ+ propagandası olarak gören bir zihniyeti görüyoruz. Bu zihniyetin Macaristan’dan, Polonya’dan dolanarak Türkiye’ye gökkuşağı renklerinin yasaklanması kararıyla girdiğini görüyoruz. Türkiye’den de bu gökkuşağı renklerinin yasaklanması stratejisinin Katar’a Birleşik Arap Emirlikleri’ne, Suudi Arabistan’a, oradaki diğer ülkelere yayıldığını görüyoruz. Türkiye’de gökkuşağı ürünlerine gelen yasaktan çok kısa süre sonra bu bahsettiğim Orta Doğu ülkelerinin tamamında da çok benzer yasaklamaları görüyoruz. Küresel ölçekte demokrasiyi aşındırmanın, demokrasiden vazgeçmenin, patriyarkanın otokrasisini daha uygun koşullarda bina etmenin bir yolu oldu ne yazık ki LGBTİ+ karşıtlığı. Biliyorsunuz ülkemizde bunun en hararetli temsilcisi İçişleri Bakanlığı koltuğunda oturan kişi ve bu kişi her koşulda hiç alakasız iki cümle arasına da her an bir LGBTİ+ nefretini koyabiliyor. Ya da bu ülkenin RTÜK’ü biliyorsunuz son dönemde bir kamu spotu yayınlıyor LGBTİ+ karşılığından bahsetmek için. Mesele artık gerçekten LGBTİ+’ların varoluş meselesi olmaktan da çıkmış bulunmakta. Evet, LGBTİ+’ların varoluşuna, gündelik hayatına, yaşam hakkına dönük çok ciddi bir örgütlü nefret var. Ama bizim ülkemiz gibi ülkelerde LGBTİ+ karşıtlığı gerçekten demokrasinin altını oymak için kullanılıyor. Bizim ülkemizde mesela laikliğe ve seküler yaşam tarzına dair her müdahaleyi devletin LGBTİ+’lar üzerinden yaptığını görüyoruz. LGBTİ+’lar üzerinden bunu aşındırmak için çabaladığını görüyoruz. Evet küresel ölçekte böyle bir LGBTİ+ nefretiyle otokrasinin inşa edildiği bir sağ popülist iklimi var ama LGBTİ+’ların küresel başarıları ve gerçekten LGBTİ+ haklarının demokrasiye içkin bir mesele haline dönüşmesi, -ki LGBTİ+ haklarının demokrasiye içkin olması da yine uluslararası LGBTİ+ hareketinin örgütlü mücadelesinin bir sonucudur- bu kazanımlarımız aslında bugünkü bu saldırıları ve bu LGBTİ+ karşıtı örgütlenme çabalarının altını boşaltıyor. En basit örneği, 2013 Onur Yürüyüşü’ne yüz binlerce kişinin katılmasıdır. Her sene LGBTİ+’lara dönük bir nefret örgütlenmesiyle bir grup buna karşı çıkıyor. Bu sene her gün deniyorlar, her saniye deniyorlar. Bu sene tüm Onur Yürüyüşlerinde Türkiye’de 600’e yakın kişi gözaltına alındı. Ama 60-70 tane derneğin çağrısıyla yapmaya çalıştıkları bir basın açıklamasına 10-15 kişi gelmedi. Şimdi devletin tüm kanallarıyla, tüm çabasıyla, parasıyla, örgütlülüğüyle yeni bir LGBTİ+ karşıtı miting yapmaya çalışıyorlar biliyorsunuz. Buna rağmen bunun kök salmayacağına ve bu ülkede LGBTİ+’lara karşı nefreti bu araçlarla tepeden inme bir şekilde kurumsallaştıramayacaklarına ben inanıyorum. Çünkü çok fazla hükümet değişti. Sadece Türkiye’de 40 yıldır LGBTİ+’lar örgütlü bir mücadelenin içerisindeler. Kaç cumhurbaşkanı sığdı? Kaç hükümet sığdı? Buna bakmak lazım sanırım. Onların gideceğine bizim kalacağımıza inanıyorum ben.

 

Ulaş Bayraktar: Sağ olasın. Tam bu noktada Lülüfer sana dönelim mi? Anjelik’in bahsettiği LGBTİ+ karşıtlığının artık sınırları aşan bir boyutu var. Benzer bir tepki de aslında yabancılara, mültecilere karşı yükseliyor. Yükselen sağla İskandinavya bile göçmen karşıtı, mülteci karşıtı bir yere evriliyor. Mamafih bir yandan da mesela bu Ukrayna savaşı, bu göçmen dediğimiz, yabancı dediğimize yönelik tepkinin de tek tip olmayabileceğini, yabancısına göre, göz rengine göre değişebileceğini başka bir iki yüzlülükle ortaya çıkarıyor. Bu konudaki küresel ahval hakkındaki gözlemlerini paylaşır mısın bizimle?

 

 

Lülüfer Körükmez: Anjelik çok doğru bir noktaya işaret etti. Hakikaten öğreniyorlar; devletler de veya işte bu tür karşıt hareketleri örgütleyenler de. Göçmen, mülteci karşıtlığı her ülkeden ülkeye hem bulaşıyor hem de bu karşıtlığın üretilmesindeki mekanizmalar öğreniliyor. Çok basit örnekleri var. Batı ülkelerinde, mesela Fransa’da ve İtalya’da göçmen karşıtlığıyla, bu popülist söylemle yükselen ve büyüyen partilerin var oluşunun Türkiye’ye de sıçradığını görüyoruz. Sırf göçmen karşıtlığı üzerinden bir siyasi partimiz oldu örneğin. Başka neredeyse hiçbir sözünü duymuyoruz bu karşıtlık dışında. Temel insan hakları mekanizmalarının, Türkiye’nin özellikle bir parçası olduğu Avrupa insan hakları sisteminin çöktüğü bir dünya var karşımızda ve Türkiye’de de çöküyor. Türkiye’de çok daha az konuşuldu ama Afrika ülkelerinden Avrupa’ya giden göçmenlerin veya gitmeye çalışanların gemilerde ölüme terk edildiğini biliyoruz değil mi? Gemilerde açlığa ve susuzluğa terk edildiğini biliyoruz. Denizde alarm halindeyken bırakıldığını veya alarm haline düşmesi için geri itildiğini biliyoruz. Dolayısıyla bunlar yıllardır uygulanan pratiklerdi fiziksel olarak gelişi engellemek için. Gidenlere ise bir başka ayrımcılık ve zorlama pratiği uygulanıyor. Ama tam da dediğin gibi Ulaş, Ukrayna Savaşı’yla birlikte aslında Avrupa’nın yıllardır sürdürdüğü bu kadar sayıda insanı alıp bakamayacağına, entegre edemeyeceğine dair ve farklılıklara dair söylemlerinin hepsinin aslında bağlamsal olduğunu ve tam da çeşitli hiyerarşilere dayandığını görüyoruz. Yani insan olmaktan kaynaklı haklar değil, başka hiyerarşiler karşımıza çıkıyor. Suriye ‘krizi’ diye 2015’te yükselen, gazetecilerin, akademisyenlerin, sivil toplumun büyüttüğü o söylemin içerisinde, şu an tam rakamını hatırlamıyorum ama ayda 20 bin küsur Suriyeli, Afgan denizi geçmeye çalışıyordu. Sayısal oran olarak baktığımızda Ukrayna Savaşı’yla günlük 20 binden fazla insanın sınırı geçtiğini görüyoruz. Dolayısıyla o kriz söyleminin kendisi de veya Avrupa’nın, Avrupa ülkelerinin kapasitesinin kendisi de sorumluluklarının neyle sınırlı olduğunu kendisine gösterdi. Dolayısıyla bir yandan da insan hakları meselesini, haklarımız meselesini ve hakların eşitliğini, hepimizin haklarda eşitliği meselesini yeniden konuşmamız gerekiyor. Hem Bahar’ın hem Anjelik’in söyledikleri üzerinden de söyleyebilirim ki bütün bunların nasıl politik meseleler olduğunu da konuşmamız gerekiyor. Çünkü işin içinde devlet var ve devletlerden oluşmuş bir sistem var. Dolayısıyla bütün bunlar devletlerden bağımsız, politik olandan bağımsız gibi davranmaya devam etmenin hiçbir faydası yok. Nihayetinde karar alıcılar ve uygulayıcılar ve ihlal edenler devletler. Bütün bu portrede hem Bahar’ın hem Anjelik’in söylediklerinde de görüldüğü gibi, birtakım insanların hak ihlallerine daha fazla maruz kaldığını görüyoruz değil mi? Yani konut hakkında da böyle. Yoksullar, LGBTİ+’lar, mülteciler… Tam da dünyanın her yerinde ve Türkiye’de ihlale uğrayan insanlar. Kentsel dönüşümde de öyle. İzmir’in Basmane örneğine bakalım veya Kadifekale’ye. Kadifekale’de kentsel dönüşüm epey zaman önce başladı ve insanlar yerlerinden edildi ve şehrin çok uzak bir ucuna gönderildi, dolayısıyla ulaşım masraflarının daha fazla olduğu yerlere gönderildi. Yaşam alanlarını, yani orada yaşama pratiğine sahip olup olmamayı geçiyorum. Aynı şey hemen Basmane’de, mültecilerin ve göçmenlerin yaşadığı yerde yaşanıyor. Orada da bir mutenalaşmanın başladığını görüyoruz. O mutenalaşma başlamadan önce de şu anda devam ederken de hakikaten çok berbat koşullardaki, Bahar’ın altını çizdiği gibi, sağlık problemlerine yol açabilecek koşullardaki evlerin çok yüksek fiyatlara kiraya verildiğini görüyoruz. Buradaki bir başka mesele de tam da yabancı düşmanlığının, göçmen karşıtlığının, ırkçılığın yükseldiği anda iki şeyin olması: Ya insanlar yerlerinden ediliyorlar, o evlerden çıkarılıyorlar veya çok yüksek kiralar ödenmeye başlıyor. Ve bunun bir parçası da maalesef ki yine devletin uygulaması. Yükselen özellikle Suriyeli karşıtlığıyla birlikte devlet seyreltme politikasına başladı ve kayıta kapalı, yani göçmenlerin oturamayacağı mahalleler, sokaklar belirlenmeye başladı. Olan şey şu: oradaki kiraların yükselmesi. Hem o sokaklarda halihazırda oturanlar için kiraların yükselmesi hem de kayda açık mahallelerde kiraların yükselmesi. Başka bir şey olmadı. Zaten seyrelme başlı başına vahim bir şey ama bir şeyin seyreldiği de yok. Öte yandan, aynı zamanda tabii ki o listeler yoluyla çeşitli işaret etme mekanları da oluşuyor. O zaman, ‘göçmenler şu mahallelerde’ diye bir damgalama da ortaya çıkıyor. Dolayısıyla bu göçmen ve mülteci karşıtlığının tüm dünyada yayılmış olması aynı zamanda tırnak içerisinde devletlerin ihlallerinin birbirlerine meşruiyet sağlamasını da getiriyor. Maalesef ki durumumuz bu.

 

Ulaş Bayraktar: Evet, devlet devletten öğreniyor; vatandaş devletten öğreniyor. Diğer vatandaş o vatandaştan öğreniyor. Böyle bir zincirleme tepkime şeklinde insan haklarını ihlal eden ayrımcılıklara, adaletsizliklere mahkûm kalıyoruz. Ama yine de aslında tüm bu kara manzaranın karşısında da canla başla, umutla direnen bir şeyler yapmaya çalışan hem örgütler hem bireyler hem hareketler olduğunu da teslim etmeliyiz sanırım. Belki sen birazcık İzmir örneğinde hem sizin verdiğiniz ya da senin tanık olduğun mücadelelerden, bu şartlar altında neler yapıldığından veya yapılabilir olduğundan bahsedersin. Özellikle de bu kesişimselliği, yani hikâyenin aslında sadece göçmen sorunu olmadığı, sadece toplumsal cinsiyet sorunu olmadığı, barınma sorunu olmadığını dikkate alarak, bu farklı hak mücadelelerini bir araya getirme yolunda neler yapılabilir, ne gibi çalışmalar olabilir?

 

Lülüfer Körükmez: Hem İzmir’de hem diğer pek çok şehirde aslında hem STK’ler var çalışan hem aktivist gruplar var. Bireysel veya gruplar olarak çalışanlar var ve hakikaten çok uzun süredir o mahallelerde örneğin Basmane’de çalışan ve oradaki hayatın parçası olan insanlar var ve bunların çabaları çok önemli. Ama maalesef ki işler pek çok yerde fiziksel şiddete dönmüş vaziyette ve dolayısıyla bu gruplar da kendilerini tehdit altında hisseder durumda. Örneğin, göç, mülteci meselesi çalışan STK’ler artık mahalle faaliyetlerini, ev ziyaretlerini kısıtlamış vaziyete geldiler veya bazı aktivitelerini erteliyorlar. Çünkü sokakta ne tür bir şeye maruz kalacaklarından emin değiller. Veya göçmen mahallelerinin ortasındaki kurumlarda bir saldırı olduğunda fiziksel olarak nasıl korunacaklarına, hem mültecilerin hem kendilerinin nasıl korunacağına dair çok ciddi kaygılar var. Dolayısıyla, göçmen ve mülteci karşıtlığı o kadar yükseldi ki aynı zamanda savunuculara da sıçramaya başlayacak korkusu var.

 

Ulaş Bayraktar: Liste yayınlanmadı mı?

 

Lülüfer Körükmez: Fonlar üzerinden yapıyorlar. Afişlerdeki fon simgelerinden “Bakın bunlar var” diye yapıyorlar.

 

Ulaş Bayraktar: Göç severler miydi? Öyle bir şey yayınlandı.

 

Lülüfer Körükmez: Evet. Öyle bir şey de oldu. İşin kötü tarafı şu, savunuculara her zaman ihtiyaç var. Bunu başka hak alanlarında gördük. Doğrudan insan hakları alanında çalışanlar için alanın ne kadar küçüldüğünü gördük değil mi Türkiye’de? Aynı şeyin muhtemelen göç ve mülteci alanında da olacağını varsayabiliriz. Belki o kadar küçülmeyecek ama küçülecek ve bu, mücadele için iyi şeyler sordun, ama ilk aklımıza gelen şey bu; çünkü demokrasilerin ve birlikte yaşamanın bel kemiği aslında. Bunun dışında iyi yapılan şeyler şunlar. Fon alıp almamalarından tamamen bağımsız olarak, aslında bunu bir hak meselesi olarak görüp eşit ve birlikte yaşamı kurma amaçlı çalışan örgütler son derece önemli. Ve hakikaten göçmen ve mültecilerin zor bir durumda kaldıklarında nereye gideceklerini, kiminle iletişim kuracaklarını bilmeleri çok hayati. O örgütler sadece kendi verdikleri hizmetler ve yapıp ettikleriyle sınırlı değil, aynı zamanda göçmen/mültecilerin belki de çok rahat haberdar olamadığı bir ağ haritasını da ellerinde tutuyorlar. Dolayısıyla “Bir dakika ben yapamayabilirim ama şuraya git” gibi, bazen kendi kişisel bazen de örgütlerin networkü üzerinden bir dayanışma ve çözüm bulma ağı da sunuyorlar aslında. Öte yandan da bilginin üretimi için de çok önemli olduklarını düşünüyorum. Çünkü malum ki medyanın ve aynı zamanda göçe dair neredeyse hiç bilgimizin olmadığı, güvenilir olup olmadığının kontrol edemediğimiz bilginin olduğu alanlarda bu örgütler ve bu kişilerin deneyimleri, gözlemleri hakikaten bizim sahada, gerçek hayatta ne olup bittiğini öğrenmemize, bunların teyit edilmesine, doğrulanmasına vesile oluyorlar. Bu çok önemli. Türkiye gibi veya sadece Türkiye değil, aslında bu post-truth çağında, göçmen karşıtlığıyla bu çarpıtmanın çok yüksek olduğu ortamlarda onların gözlemlerinin ve tanıklığının çok önemli olduğunu düşünüyorum. “Göçmen karşıtlığını aşmak için ne yapabiliriz”e dair çabalar var; azaltmak için en azından. Bu çabaların bir yere evrilmesini umuyorum ve bunun önümüzdeki en önemli, üzerinde çalışılması gereken mesele olduğunu düşünüyorum. Umarım becerebiliriz.

 

Ulaş Bayraktar: Evet, çok doğru. Artık belli mağduriyetlere yönelik mücadele vermenin ötesinde bu mücadeleyi verenlerin kendi varoluş haklılığı da onların da korumaya ihtiyaç duyan bir grup olarak ihtimama ihtiyaç duyduğunun altını çizmen önemli. Çünkü özellikle fon verenler çok çıktı bazlı düşünebiliyorlar: “Ne kadar toplantı yapıldı?” gibi. Oysa bu hak mücadelesi veren aktivistlerin sadece yaşamsal, varoluşsal ihtiyaçlarının göz ardı edilmemesi gerektiğini de vurgulayalım.

 

Lülüfer Körükmez: Evet, bir şey daha eklemek istiyorum. Bu hak mücadelesinde göç ve mülteci alanında özellikle Türkiye’de sadece vatandaş olanların mücadelesinden bahsediyoruz aslında. Yani göçmen ve mültecilerinin kendilerinin bu alana dâhil olmalarının çok kısıtlı olduğunu söyleyebiliriz. Çünkü işte sınır dışı edilme ve herhangi bir şiddete maruz kalma ihtimali hala var ve bu sebeple bu alanlardan çok geri durulduğunu görüyoruz. 8 Mart’a katılan İranlı mültecileri görüyoruz değil mi? İşte, sınır dışı edilecekler, dendi. Çok büyük bir tehlike onlar için. Belki yerleşmek istedikleri ülke burası veya değil, ama yolculuklarına devam etmek için nihayetinde hayatlarının bir kesintiye uğramasından ve geriye atılmaktan bahsediyoruz. O yüzden mesela sendikalaşma, protesto gibi haklar üzerindeki engeller, göçmenlerin, mültecilerin kendileri için mücadele etme alanını da etkiliyor.

 

Ulaş Bayraktar: Çok sağ olasın. Anjelik seninle devam edelim istiyorum. Çünkü aslında daha önceki turlarda konuştuğumuz zorluklara, şiddete rağmen LGBTİ+ bireylerin örgütlenmesi tüm hızla devam ediyor ve bu örgütlenme, benim açımdan önemli olan, sadece bir cinsel kimlik mücadelesinin ötesinde yaşadığımız çağın bütün sorunlarıyla ilişki kuran, yani ekolojiyi de gündemine alan, işte senin sunumunda da söylediğin gibi, yaşlılık sorunlarını, engelli sorunlarını aslında kent hakkını da unutmayan, dolayısıyla kesişimsel bir şekilde devam ediyor. Buna dair gözlemlerini alabilir miyiz?

 

Anjelik Kelavgil: Şunu söylemek gerekiyor sanırım. Aslında devletin yasakçı politikalarına ve gerçekten irrasyonel aklına rağmen LGBTİ+’lar her engelleme girişimine daha çok örgütlenerek karşılık veriyor. 2017 Ankara yasaklarından sonra o döneme kadar iki dernek varken Ankara’da, şu an beş tane dernek var, sadece Ankara’da. Ya da onur yürüyüşleri yasaklanmaya başladığında geçmişinde onur yürüyüşü tarihi olmayan birçok şehirde, basına yansıyan yansımayan bir sürü onur yürüyüşü yapıldığını görüyoruz aslında. Yani bize “Yok” diyen zihniyete karşı “Hayır, var” demek aşamasındayız biraz; ama “Hayır, var” demek de yetmiyor. Varız ama hayatın her alanında varız. Gerçekten o “Alışın, her yerdeyiz” sloganının aslında ne kadar ete kemiğe büründüğünü görüyoruz. Çünkü bu toplumda bu dünyayı tehdit eden, bu dünyayı zora sokan, bu toplumu zora sokan bizi ilgilendiren tüm sorunlar LGBTİ+’ları da ilgilendiriyor ve herhangi bir sorun yaşandığında ne yazık ki o sorundan en çok etkilenen, o sorunun en yıkıcı sonuçlarına maruz kalan insanların LGBTİ+’lar olduğunu görüyoruz. Bir yerde mülteci sorunu varsa, orada LGBTİ+ mültecilerin sorunlarının çok daha derinleştiğini, hatta HIV’yle yaşayan trans bir mültecinin çok daha zor sorunlarla karşılaştığını görebiliyoruz. LGBTİ+’lar hayatın her alanında olduğu için ve bu dünyada bizi ilgilendiren her şey LGBTİ+’ları da çok derinden etkileyen ve sarsan bir noktada olduğu için aslında LGBTİ+’lar tüm mücadele alanlarında ve o kesişimsel alanlardaki farkındalığı arttırmaya dönük çalışmalarını yürütüyor. O yüzden bir önceki turda da şöyle demiştim: 40 yıldır varız, her yerde varız. Her alanda örgütleniyoruz. Ama LGBTİ+’ların meselesini sadece bir cinsel özgürlük meselesi gibi sunmaya çalışıyorlar. LGBTİ+’ların mücadelesini sanki aile kurumunu ya da başka kurumları ortadan kaldırmaya çalışan bir terör örgütü faaliyetiymiş gibi göstermeye çalışıyorlar ama öyle değil. Bugün barınma hakkından bahsettiğimizde de LGBTİ+’ların sorunlarını çok derinden görebiliyoruz. İstihdamda da görebiliyoruz. Bir gece kulübüne girme meselesinde de görebiliyoruz. Hayatın her alanında bu ayrımcılığı ne yazık ki görüyoruz. O yüzden aslında şunu her zaman söylüyoruz: LGBTİ+’ların özgürleşmesi gerçekten herkesi özgürleştirecek. Çünkü LGBTİ+’ların özgürlüğünü, LGBTİ+’ların haklarını, LGBTİ+’ların o standartlara kavuşmasını isteyen, o perspektiften bakan bir akıl, doğal olarak herkesin o haklara erişmesi için düzenlemeler yapmak zorunda. Yani yurtlarda yaşanan sorunların çözümü yurtların ikili cinsiyet sistemine göre ayrışmasından çıkabiliyor. Herhangi bir LGBTİ+ birey için cinsiyetsiz tuvalet talebi de bir mücadele alanına dönüyor; nerede yemek yiyeceğimiz sorunu bir mücadele alanına dönüyor. Nerede var olacağımız, nerede yaşayacağımız, hangi seyahat firmasını kullanacağımız, sokakta nasıl göründüğümüz, nasıl yürüyeceğimize kadar her alanda aslında çeşitli sorunlarla karşılaşıyoruz. Varoluşumuzun kendisi aslında bir mücadeleye dönmüş durumda. O yüzden aslında herkes için olana bakmak durumunda kalıyoruz. O herkes için olanda da gerçekten LGBTİ+’ları ilgilendiren, LGBTİ+’ların sorunlarını gören ve o sorunları çözmeye dönük bir aktivizm geliştirmeye çalışıyoruz. O yüzden, “LGBTİ+ meselesi aslında demokrasiye ilişkin bir mesele ve demokrasi mücadelesinin ayrılmaz bir parçası” demeye devam ediyoruz. Böyle toplayabilirim sanırım. Çok teşekkür ederim.

 

Ulaş Bayraktar: Son olarak Bahar sana aslında Mekanda Adalet Derneği’nin çalışmaları bağlamında dönelim. Bütün bu bahsettiğimiz sorunların kristalize olduğu yerlerden en önemlisi kentler. Mekanda Adalet Derneği çerçevesinde bu alandaki mücadeleyi hem belgelemeye hem buna dair bilgi üretmeye hem de bunların kesişimselliğini ortaya koymaya çalışıyorsunuz. Yani kent dediğimiz yerde artık gıda da yaşlılık da çocuk da ulaşım da hepsi bir araya geliyor. Mekanda Adalet Derneği’nin bütün bu hak mücadeleleri içinde oynadığı rolü, işlevini, ne yapılmaya çalışıldığını bir kısaca alabilir miyiz bu hak mücadelesi açısından?

 

Bahar Bayhan: Tabii. Aslında konut sorununa karşı mevcut mücadele çoğunlukla özörgütlülük üzerinden ilerliyor, biliyorsunuz. Yani orada tehdidi üzerinde hisseden gruplar haklarını savunma eylemliliğini gösteriyor. Bizim rolümüz, sivil toplumun ya da işte, bu alanda dayanışma göstermek isteyen herkesin rolü oradaki sesi yükseltmek, görünür kılmak, hak ihlalini belgelemek ve bu soruna karşı nasıl çözümler geliştirilmesi gerektiğini özellikle sorunun muhataplarına, sorunu yaratanlara aktarmak, karar alıcılara aktarmak. Biz de, dediğin gibi, belgeleme yapmaya çalışıyoruz. Özellikle bizim deneyimimiz daha çok kentsel dönüşüm alanlarındaki hak ihlallerine dayanıyor. Uzun yıllardır Mahalleler Birliği çatısı altında İstanbul’da, İzmir’de, Ankara’da mahalle dayanışması şeklinde örgütlenen önemli bir kentsel dönüşüm mücadelesi var. Bu deneyimleri görünür kılmaya ve birbirleri arasındaki bağlantıları göstermeye çalışıyoruz. Diğer yandan biliyoruz ki mesele hep var olanı korumak üzerine. Henüz “Daha iyi nasıl yaşarız biz” aşamasına gelmedik. “Daha iyi konutları nasıl talep ederiz” aşamasına gelemedik. Önce “Bize dokunmasınlar” diyorlar. Çünkü o yaşadıkları mekân sadece, en başından beri söylediğim gibi, başlarını soktukları yer anlamına gelmiyor. Kentsel dönüşüm mahallelerinde mesela; dönüşüm sonrasında daha çok borçlanıyorlar. Birçok örnekte bu görüldü ve yoksullaşmaları demek sadece maddi kayıp anlamına gelmiyor. Aynı zamanda o mahalledeki dayanışma ilişkilerinin yok olması anlamına da geliyor. Çünkü gündelik hayat pratikleri bu dayanışma ilişkileriyle sürüyor. Oraya gidip yeni binalar kondurduğunuz zaman onları daha iyi yaşamlara kavuşturmuş olmuyorsunuz. Diğer yandan iş imkânlarından mahrum bırakmak anlamına geliyor. Bütün mücadele bunlara karşı. Sadece “Ben yeni bir ev sahibi olayım ve rahat rahat oturayım” derdinde değil oradaki insanlar, mücadeleyi yürütenler. Bütün bu bağların nasıl kopacağının çok farkındalar. Çünkü Sulukule’yi biliyoruz. Şimdi Tokatköy, Fetihtepe, Tozkoparan gibi eşzamanlı birçok mücadele var. Çok önemli örnekler bunlar. Ama kentsel dönüşüme karşı çıkarken o alanlarda güllük gülistanlık bir yaşam olduğu yanılsamasına da kapılmamak gerekiyor. İhtiyaçlar çok çeşitli ama mevcut dönüşüm pratiği bu ihtiyaçları görmezden geliyor ve talebi yok sayıyor, asıl sorun burada yatıyor. Bütün bu mücadelelerin sesini duyurmak temel mesele ve bunlar tekil değil, birbiriyle konuşan örnekler. Tabii konut mücadelesi yalnızca kentsel dönüşüm meselesine odaklı değil. Mesela Geçinemiyoruz diye bir platform oluştu ve İstanbul’daki kiralık konut problemine dair önemli derecede eylemlilik gösteriyorlar. Mahalle toplantıları yapıyorlar; kendi sorunlarını, deneyimlerini paylaşmak ve “Nasıl çözüm bulabiliriz” konusunu tartışıyorlar, güncel veri paylaşımı yapıyorlar.

 

Ulaş Bayraktar: Sanırım bu noktada toparlayabiliriz. Benim aklımda kalanları bir toparlayayım. Sizin buna itirazınız veya eklemeniz varsa onları da dinleyip sonra da sessizce dağılalım isterseniz. Yani şunu anlıyorum ben bütün bu harika konuşmalardan: bizim bugün altını çizdiğimiz hak mücadeleleri, yani sosyal ve ekonomik haklar temel insan haklarıyla ve yaşam hakkıyla çok yakından ilintili. Yani yaşam, yaşamak ya da ölmek değil, nasıl yaşadığımız, hangi kimlikle, nasıl şartlar altında, hangi imkanlarla, hangi haklara ve sorumluluklara sahip olarak yaşadığımızla çok yakından ilintili. Hem cinsel kimlik hem konut hem göçmen tartışmalarının yaşadığımız dönem itibariyle ciddi biçimde sancılı olduğunu da görüyoruz. Bu sancılara yönelik tepkiler hem devletin ihmalleriyle hem de devletin izin verdiği teşvik ettiği, kışkırttığı birtakım toplumsal tepkilerle bir araya geliyor. Dolayısıyla şu anda bu konuştuğumuz hak mücadelelerinin tek muhatabının devlet olmadığını, siyasal iktidar olmadığını, onunla bağlantılı olarak toplumsal kesimlerle de onlara karşı da bir mücadele verildiğini ve hatta buna yönelik olarak aslında küresel bir iş birliğinin de söz konusu olduğunu görüyoruz. İşte bu, sağın yükselişi, milliyetçi, muhafazakâr siyaset anlayışının, örgütlerin yükselişiyle ilintili. Kendi cenahlarında bloklarını sağlamlaştırmak için bir öteki yaratarak, onun üzerinden kendilerine sadakat devşirmeye çalıştıklarını da anlıyoruz. Dolayısıyla bir haksızlık var. Bu haksızlığa yönelik mücadele, bu haksızlığın ana faillerinin araçsallaştırdığı bir siyasal araca dönebiliyor. Bu çok aktörlü, ulus ötesi koalisyona karşı aslında hak savunucuları da bir çeşit kesişimsel mücadele vermeye çalışıyor. Yani sadece bir cinsel kimlik mücadelesi değil aynı zamanda istihdam, çalışma hakkı mücadelesi, konut hakkı mücadelesi, işte seyahat hakkı mücadelesi. Yani, yaşanan şeyin yarattığı insan haklarının sosyal hak alanlarındaki ihlal tezahürlerini görüyoruz. Devletlerin ve devletlere tabi olmuş kesimlerin kitlesel tepkileri var. Buna yönelik olarak da kolektif bir mücadelenin olduğunu anlıyoruz.

Galatasaray Üniversitesi Kamu Yönetimi mezunu Ulaş Bayraktar yüksek lisans ve doktora çalışmalarını Paris Siyasal Bilimler Enstitüsü’nde tamamladı. 29 Nisan 2017 KHK’si ile kamudan kamuya ihraç olana kadar Mersin Üniversitesi Kamu Yönetimi Bölümü’nde öğretim üyesi olarak çalışan ve ağırlıklı olarak yerel yönetimler, kentsel siyaset, kamu politikaları ve müşterekler siyaseti alanlarında araştırmalar ve yayınlar yapan Bayraktar o tarihten beri Kültürhane’nin kurucu ortaklarından ve çalışanlarından biri olarak bildiği işi farklı bir biçimde sürdürmeye çalışıyor.

2011 yılında MSGSÜ Şehir ve Bölge Planlama Bölümü’nden mezun oldu. MSGSÜ Sosyoloji Bölümü’nde yüksek lisans eğitimini tamamladı. Arkitera.com’da editör olarak çalıştı. Mekanda Adalet Derneği’nde beyond.istanbul yayınlarının editörlüğünü yaptı. 2019’dan bu yana Kentsel Politikalar Programı Sorumlusu olarak çalışmaya devam ediyor.

Transfeminist aktivist. Yerel yönetimler ve kent hakkı, toplumsal cinsiyet, iklim, siyasal katılım ve LGBTİ+ hakları alanlarında kesişimsel aktivizm yürütmeye çalışıyor, halihazırda tüm çalışmalarını 17 Mayıs Derneği çatısı altında yürütüyor. Çankaya Kent Konseyi gibi yerel örgütlenmelerde LGBTİ+’ları temsil ediyor, aynı zamanda kaosgl.org’da gündeme dair güncel yazılar yazıyor. Bir kedi ve bir köpek annesi olan Anjelik, cinsiyetler ve performanslar evreninde halen yerini arıyor; belki de yerinin bu arama eyleminin kendisi olduğunu düşünüyor.

Doktorasını Ermenistan’dan Türkiye’ye işgücü göçü ve ulus-ötesi göçmen ağları konulu teziyle Ege Üniversitesi Sosyoloji Bölümünde 2012 yılında almıştır. 2017 yılına kadar aynı bölümde öğretim üyesi olarak, 2017-2021 yılları arasında Türkiye İnsan Hakları Vakfı’nda araştırmacı olarak çalışmıştır. Çalışmalarını bağımsız araştırmacı olarak sürdürmektedir. Uluslararası göç, toplumsal cinsiyet, ayrımcılık, araştırma yöntemleri ve insan hakları konularında çalışmalar yapmaktadır.

©2021  blog.insanhaklariokulu.org.
Tüm hakları saklıdır.

web tasarım: mare.design

E-bültenimize abone olarak duyurularımızdan haberdar olabilirsiniz.

Yayınlanan yazıların içerikleri sadece yazarların sorumluluğu altındadır ve Hollanda Büyükelçiliği ve /veya KAGED’in görüşlerini yansıtmak zorunda değildir.