Yuvarlak Masa: Türkiye’de Sosyal ve Ekonomik Hak Mücadeleleri – I

İnsan Hakları Okulu: Blog’un Türkiye’de Sosyal ve Ekonomik Hak Mücadeleleri başlıklı üçüncü Yuvarlak Masa Toplantısı Ulaş Bayraktar moderatörlüğünde Bahar Bayhan, Anjelik Kelavgil ve Lülüfer Körükmez’in katılımı ile gerçekleştirildi. Farklı hak kuşakları içindeki ilişki üzerine yürütülen tartışmanın ilk kısmını yayımlıyoruz.

  

Ulaş Bayraktar: Merhaba arkadaşlar. İnsan Hakları Okulu: Blog’un üçüncü yuvarlak masasında bu sefer insan haklarının kuşaklar arası çatışmasına bakacağız. Yani, çatışma değil tabii ama farklı hak kuşakları içindeki ilişkiyi ele almaya çalışacağız. Çünkü Türkiye’de insan hakları deyince hemen, aslında, akla literatürde birinci kuşak haklar denilen siyasi haklar geliyor: adalet, özgürlük mücadelesi, demokrasi mücadelesi, kimlik mücadelesi. Bunlardan sonra sosyal ve ekonomik haklar dediğimiz ikinci kuşak haklar. Bunlar tanınmış haklar ama insan hakları mücadelesiyle olan ilişkisi bazen yeteri kadar iyi kurgulanamıyor. Ayrı ayrı alanlarmış gibi gözüküyor. Ve daha sonra işte üçüncü kuşak haklar ve hatta artık dördüncü kuşak hakları konuştuğumuz bir dönemdeyiz. Biz şimdi ikinci kuşak diye anılan sosyal haklarda çok birikimi olan, birikimin ötesinde eylemleri olan üç arkadaşımızla, üç hocamızla, aktivist arkadaşımızla beraberiz. Şöyle bir izlekten gidelim, diyorum. Öncelikle insan haklarıyla sizin uzmanı olduğunuz ya da odaklandığınız hak alanı arasındaki bağı kuralım. Yani sizin ana gündeminizde olan hak mücadelesini genel insan hakları çerçevesine bir yerleştirelim istiyorum.

 

Bahar seninle başlayalım mı? Konut hakkı, barınma hakkıyla başlayıp onun insan hakları çerçevesindeki yerini bir konuşalım.

 

Bahar Bayhan: Barınma hakkı veya konut hakkı eğitim, sağlık gibi toplumda meşrulaşmış hak alanlarına göre daha kıyıda kalmış bir hak talebi, diyebiliriz. Aslında barınma hakkını vurgulayan Türkiye Cumhuriyeti Anayasası’nda bir madde var: “Devlet şehirlerin özelliklerini ve çevre şartlarını gözeten bir planlama çerçevesinde konut ihtiyacını karşılayacak tedbirleri alır; toplu konut teşebbüslerini destekler.” Fakat tabii ki bu hakkın nasıl uygulanabileceğine dair herhangi bir öngörü ya da herhangi bir plan yok. Bu Anayasa’nın bir yerine sıkıştırılmış bir şekilde mevcut. Ama baktığımız zaman Birleşmiş Milletler zaten İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi’nde konut hakkını temel bir insan hakkı olarak tanımlıyor ve şunu vurguluyor: Konut dediğimiz şey sadece başınızı soktuğunuz dört duvardan ibaret değildir. Bir ev tanımı böyle kurulamaz sadece; birçok şartı vardır sağlaması gereken. Çünkü konut o nitelikleriyle beraber toplumsallığını üretiyor aslında. Diğer yandan Avrupa Sözleşmesi de konuta saygı hakkı kapsamında konutu “bireyin yeterli ve devam eden bağları bulunan yerler” olarak geniş bağlamda ele alıyor. Mesela otel odalarını da konut vasfı taşıyan yerler olarak değerlendirmişler. Ya da Barınamayanlar üzerinden düşünürsek, yurtları da konut işlevi gören yerler olarak değerlendirebiliriz. Yani bu sohbette konutu bildiğimiz apartman dairesinden çıkarıp bu bağlamda konuşmak yerinde olur bence.

 

Dediğim gibi bu hakkın uygulanabilirliği sorunlu çünkü konut hakkı dediğimiz şey bilinir bir hak alanı değil. Diğer yandan devletin zaten konut hakkına dair bu zamana kadar sunduğu çözümler vatandaşı konut sahibi yapmak ve konut stoğunu artırmak gibi tedbirlerden ibaret. Aslında mesele konut stoğunu artırmaktan ziyade, bütün grupların o konuta nasıl erişeceği ve erişmediği zaman, aslında, neler oluyor sorusunda yatıyor. Konuta erişme sürecinde farklı toplumsal grupların nasıl dezavantajlara sahip olduğuna odaklanmalı. Temel bir mesele de konutun başlı başına bir hak alanı olmasının yanı sıra, konut hakkına erişememekten doğan hak ihlalleri. Birbirine eklemlenen bir zincir gibi. Aslında Ulaş sen böyle kurguladın zaten sohbeti; belki buradan yola çıkılıp diğer alanlarda da konuşulur bu problem. Son söz olarak temelde iki şeyi vurgulamak istiyorum: Birincisi, konuta erişim bir hak ama erişemiyoruz. İkincisi, konuta erişemediğimiz için bir sürü haktan da mahrumuz ve ayrımcılığa uğruyoruz; dezavantajlıyız, nitelikli bir yaşam süremiyoruz.

 

Ulaş Bayraktar: O zaman tam da burada Bahar şöyle kurgulayabilir miyiz? Aslında konut hakkı, barınma hakkı dediğimiz hak, en temel haklardan biri olan yaşam hakkıyla doğrudan ilintili. Yaşam hakkı dediğimiz bir ve sıfırdan ibaret değil. Yaşamak ya da ölmek değil. Aslında nasıl yaşadığımız da o hakkın doğasına dair bir şeyler anlatıyor. Ve burada da senin de tarif ettiğin gibi, yani bir otel odasında nefes alıp vermek veya herhangi bir sığınakta yaşamak, barınma hakkının yeteri kadar karşılanamaması ama aynı zamanda da yaşam hakkının biraz geçiştirilmesi anlamına geliyor galiba. Şimdi bunu tabii sen genel olarak bütün toplumsal kesimlere dair bir hak olarak tarif ettin ama bu bazı gruplarda daha da sorunlu yaşanabiliyor. Orada da Anjelik’e dönmek istiyorum. LGBTİ bireyler kendi kimlik, cinsel kimlik mücadelelerinin yanında bir de Bahar’ın altını çizdiği gibi konuta erişimde de çok sıkıntılar yaşıyorlar. Değil mi yani? Senden de ricam hem cinsel kimliği hem de bu bağlamda konut, barınma hakkını insan haklarıyla ilişkilendirmen?

 

Anjelik Kelavgil: Seve seve. LGBTİ+’lar söz konusu olduğunda, özellikle 2015 yılından sonra resmî politikanın ciddi anlamda değiştiğini gözlemliyoruz. 2015’te onur yürüyüşleriyle, onur yürüyüşlerinin yasaklanmasıyla başlayan, aslında halkın kimi hassasiyetleri gibi şeyler üzerinden kurdukları yasakçı politika, 2017’de Ankara’da tüm LGBTİ+ etkinliklerinin yasaklanmasını getirdi. Sonrasında sırayla tüm onur yürüyüşlerinin haftalarca süren etkinlik yasaklarına döndüğü ve günün sonunda pandemi sürecinde LGBTİ+’ların pandeminin nedeni olarak devletin en üst ağızlarının işaret ettiği ve devlet politikasının “LGBT, yok öyle bir şey” söylemiyle, aslında, şekillendirdiği bir nefret sürecinden geçiyoruz. Özellikle pandemiden sonra yükselen otokrasi ve bunun beraberinde getirdiği o irrasyonel ekonomik politikalar sosyo-ekonomik haklara erişimde çok ciddi sorunları herkes için yaratırken, LGBTİ+’lar açısından bu sorun, halihazırda LGBTİ+’ların zaten tüm haklara erişimde sorunlar yaşadığı ve üstüne bir de resmi LGBTİ+ politikasının LGBTİ+ karşıtlığı ve LGBTİ+ fobisini körüklediği bir döneme denk geldi. LGBTİ+ nefreti toplumda, sokakta, her yerde ciddi safsatalar üzerinden körüklenerek inşa edilirken, aslında böyle bir dönemde şu an yaşadığımız sosyo-ekonomik krizi deneyimliyoruz. Bu sosyo-ekonomik krizden önce de LGBTİ+’lar açısından barınma hakkına erişimin önünde çok ciddi engeller varken artık sokakta örgütlü hale gelen ve LGBTİ+’lara dönük her an uygulanan şiddet ve nefret sarmalı LGBTİ+’ların barınma hakkı önünde çok ciddi engellere dönüşüyor. Bu engeller nerede başlıyor? LGBTİ+’lar açılmaya başladığında başlıyor. LGBTİ+’lar aile evinde açıldığında, her an nefret kumkuması içerisinde zehirlenen toplumun içerisindeki aile evinde açıldığında ya da LGBTİ+ oldukları anlaşıldığında, LGBTİ+’ları çok ciddi bir evsiz kalma, aile evini terk etme, o şiddet sarmalından çıkma zorunluluğu ile karşı karşıya kalıyorlar. Fakat LGBTİ+’lar evsiz kaldıklarında çıkıp kendi bağımsız alanlarını, o konutu elde etmeye çalıştıklarında ne oluyor? Buraya bir parantez açmak istiyorum. Bahar’ın barınma hakkına dair söylediği o kapsamlı anlayış diyelim. Türkiye’de birçok hakkın kullanımı devrede olmadığı için, LGBTİ+’lar açısından da barınma hakkının sağlıklı, sosyal bir çevrede temini, bunun böyle gerçekleşmesi, bizim idealimiz ve istediğimiz şey olurken, gündelik hayatın içerisinde LGBTİ+’lar yaşayacak ev bulmakta zorlanıyorlar. Yaşayacak ev bulmakta zorlanmalarına neden olan iki durum var. Birincisi ciddi anlamda hayatın tümünden, istihdamdan, eğitimden, toplumsal servete erişebilecekleri tüm mekanizmalardan dışlanan LGBTİ+’lar bir de halihazırda yükselen kiralarla karşılaşıyorlar. O yükselen kiralarla hadi tutabildi diyelim; ev sahiplerinin, komşuların, emlakçıların her an her saniye ciddi bir fobisiyle karşı karşıya kalıyorlar. Yani ya LGBTİ+ oldukları için ev bulamıyorlar, evler onlara verilmiyor ya da buldukları evler çok pahalıya onlara kiralanıyor. Bunu şöyle söyleyebilirim. Herhangi bir LGBTİ+ olmayan kişiden talep edilen kira tutarının kişinin LGBTİ+ olduğu anlaşıldığında iki katına, üç katına çıktığını ne yazık ki özellikle son dönemde daha da yakıcı bir şekilde görebiliyoruz. İstihdamdan, eğitimden ve toplumsal servete erişimden ciddi anlamda dışlanan LGBTİ+’lar açısındansa ev almak, bir ev sahibi olmak yine başlı başına bir zorluk.

 

Yalnızca bu konut sahibi olmak, konutu kiralamak üzerinden gitmiyor LGBTİ+’ların barınma hakkına erişimindeki engeller. Üniversitelerde LGBTİ+’ların yurtlara yerleşimde, yurtlarda çok ciddi sorunlar yaşadığını biliyoruz. LGBTİ+ olmanın kendisini ahlaksızlık, onur kırıcı davranış, hayasızca hareket olarak gören devlet zihniyeti aslında yurtlarda da o ikili cinsiyet sistemine, o ikili cinsiyet rejimine uygun inşa ettiği ve her öğrenciyi natrans-heteroseksüel var saydığı için, LGBTİ+ öğrencilerin, özellikle de trans öğrencilerin yurtlarda barınamadığını, akran zorbalığına maruz kaldığını, yurt yöneticileri tarafından ciddi tehditlere ve baskılara maruz bırakıldığını ve yurtlardan çıkmak zorunda kaldıklarını görüyoruz. Bir kişi yurtlardan çıktığında yine o ev bulamama, kiralayamama, kiralasa bile fahiş fiyattan kiralama gibi sorunları yaşarken buluyor kendini.

 

Onun dışında LGBTİ+’lar açısından küçük şehirlerde yaşamak, özellikle açık kimliğiyle yaşamak ciddi bir sorun olduğu için LGBTİ+’ların çoğunun metropollere göç ettiğini ve metropollerde yaşadığını görüyoruz. Metropollerde LGBTİ+’ların yaşayabildiği mahalle sayısı şehir merkezlerinde ve bunlar çok sınırlı yerler. O sınırlı ve şehir merkezinde olan yerlerde ya gerçekten ucuz, çürük, depremden hasar almış çok eski binaları bulup tutabiliyorlar ya da çok fahiş fiyatlarla o merkezde yaşamak zorunda kalıyorlar. Yaşanabilen, az çok şiddetten ve nefretin etkisinden kurtulunabilen o alanlarda yaşamak ciddi bir soruna dönüşebiliyor LGBTİ+’lar açısından. Şu anki kira krizini aşıp ihtiyaç duydukları özel alanı inşa edemiyorlar ve kalabalık evlerde yaşamak zorunda kalıyorlar. Barınma deneyimleri sadece uykudan uykuya gittikleri bir evde yaşamaya dönüşebiliyor ve kendilerini gerçekleştirebilecekleri özgür bir alan bulamıyorlar.

 

Ya da kentsel dönüşüm dediğimiz şeyle karşı karşıya kalıyorlar. Kentsel dönüşümde de ne yazık ki o eski metruk binaların çoğunda, yalnızca LGBTİ+’ların çoğunun oralarda yaşadığını bilerek konuştuğumuzda, kentsel dönüşümün de aslında hem yeni bir ev bulma hem bulunduğu yerde düzen kurma hem de o mahallede var olma hakkını da ortadan kaldırdığını görüyoruz.

 

Ama yaşam boyu bir şeye dönüşüyor bu. LGBTİ+ olmak hayatın her alanını kestiği için yaşlandığında da LGBTİ+’lar açısından barınmak ciddi bir kriz haline geliyor. Düşünün evlilik hakkı yok. Bir arada yaşadığı partneri yasal olarak tanınmıyor. Ciddi anlamda bir nefret ve fobi sarmalı içerisinde bir hayat sürdürmeye çalışıyor. Sosyal haklarına erişemiyor, iş bulamıyor. Böyle büyük bir sorun yumağı içerisinde yaşlanan bir LGBTİ+’yı düşünün. Yaşlandığında yalnızlık ve yoksulluğun yanı sıra yaşlı bakımevleri ya da huzurevlerinin de tıpkı yurtlarda olduğu gibi ikili cinsiyet sisteminin içerisinde ve herkesi heteroseksüel varsayan bir anlayışla kurgulanması nedeniyle LGBTİ+’ların huzurevlerinden ve yaşlı bakımevlerinden de hizmet alamaması sorunuyla karşı karşıya kalınıyor. LGBTİ+ birey bu hizmeti alabilmek için gizli, kapalı ya da LGBTİ+ kimliğini açıkça ifade edemediği ve kapalı bir şekilde hayatını sonlandırdığı bir sürece maruz kalıyor. Peki burada sorun bununla kalıyor mu? Tabii ki kalmıyor. Birçok LGBTİ+’nın seks işçiliği yapmak zorunda olduğunu biliyoruz. Seks işçiliği yapan LGBTİ+’ların da mahalle baskısına, şiddete ve nefret saldırılarına maruz kaldığını görüyoruz. Türkiye’de Pembe Hayat ilk trans derneği. Kurulması 2006 yılında Eryaman’da trans seks işçilerinin yaşadıkları yerlere çetelerin saldırısı ve orada bir kişinin öldürülmesine, Dilek İnce’nin öldürülmesine dayanıyor. Özellikle söz konusu trans seks işleri olduğunda, onların yaşadığı bölgelerde, Ülker Sokak’ta, Pürtelaş Sokak’ta, Avcılar Meis Sitesi’nde, şu an hala İzmir’de Bornova Sokak’ta ciddi saldırıların, bu saldırıların da mafya ya da çeteler aracılığıyla kent rantını ve kentsel dönüşüm projelerini gerçekleştirmek adına yapıldığını görüyoruz.

 

Bununla da bitmiyor. LGBTİ+’ların mahpusta, hapishanelerde de çok ciddi sorunlar yaşadığını görüyoruz. Ceza sistemi, hapishane koşulları çok korkunç durumda Türkiye’de; ama devlete oradaki kişilerin barınması için bir yükümlülüğü de beraberinde getiriyor. Söz konusu LGBTİ+ mahpuslar olduğunda, LGBTİ+’ların cezaevlerinde ya tecritte ya tek başlarına tutulduklarını ya da gerçekten kimliklerinde yazan cinsiyet hanelerinin olduğu kalabalık koğuşlarda ciddi şiddet tehdidiyle burun buruna o cezayı tamamladıklarını görebiliyoruz. Bir dokun bin ah işit gibi oldu ama, barınma hakkı gibi tüm hakları ve yaşamı doğrudan kesen bir yere devletin LGBTİ+ nefreti ve politikalarını koyup bir de bu sosyo-ekonomik krizle beraber yan yana ele aldığımızda, gerçekten barınmanın bile çok ciddi bir meseleye dönüştüğü, birçok LGBTİ+’nın evsiz kalma tehdidiyle karşı karşıya olduğu ve bu evsiz kalma tehdidine karşı tekrar aile evine dönüp gizli, kapalı ve olmadıkları bir kişi olarak hayatlarını sürdürmek zorunda kaldığını görüyoruz.

 

Ulaş Bayraktar: Biz insan hakları mücadelesinin ana muhatabı olarak devleti görme eğilimindeyiz genellikle; devletin verdiği, vermediği, esirgediği ya da kısıtladığı bir hak manzumesi olarak algılıyoruz insan haklarını. Oysa senin harika bir şekilde çizdiğin tabloda aslında belli hakların, insan haklarının, sosyal hakların ihlalinde devlet kadar, devletin kışkırtması veya göz yummasıyla bu ayrımcılığa veya bu tür şiddete başvuran toplumsal tabakalar olduğunu da dolayısıyla insan hakları mücadelesinin muhatabının sadece devlet olmadığını genel olarak toplum olduğunu anlayabiliyoruz. Bunun başka bir boyutunu Lülüfer Hoca’mızdan dinleyeceğiz. İnsan hakları köken olarak aslında yurttaş hakları olarak kurgulanmıştı. Yani, insan ve yurttaş hakları gibi çıktı ilk referans metinler. Ama göçmenler de yurttaşlık bağına sahip olmadıkları devletlerin topraklarında birtakım ihlallere maruz kalıyorlar. Şimdi, baktığımızda, konut hakkıyla çıktık, ondan sonra onun üzerine bir cinsel kimlik inşa ettik. Bir de senin çalışma alanında göçmen gruplarda, yani hem cinsel kimliğiyle hem de ulusal kimliğiyle ayrımcılığa uğrayabilen kesimler var. Bunlara dair, bunların yaşadıklarını insan hakları çerçevesinde nasıl görüyorsun Lülüfer?

 

Lülüfer Körükmez: Devletlerin yükümlülüğü burada önemli, altını çizmen yerinde oldu. Çünkü aslında uluslararası sözleşmeler gereğince devletler hakların korunmasından, yerine getirilmesinden sorumludur. Ama nihayetinde biliyoruz ki çoğunlukla da devletler doğrudan hak ihlallerinden de sorumlu. Şimdi evet, haklar genellikle vatandaşlık bağıyla ilişkilendirilir ama halbuki uluslararası sözleşmeler insan haklarının insan olmaktan kaynaklandığını, insan olma onurumuzdan geldiğini söyler ve tam da bu sözleşmelerde kişilerin vatandaşlık bağı dahil olmak üzere herhangi başka bir bağı veya niteliği sebebiyle ayrımcılığa uğrayamayacağını belirtir ve bu nedenle de aslında ayrımcılığı yasaklar. Şimdi göçmen ve mültecilerin hakları bakımından bu ayrımcılık yasağı önemli. Düzgün işe (decent work) erişimden sağlık ve eğitim hakkına kadar bütün haklar için ayrımcılık yasağı çok önemlidir ve devletin burada sorumluluğu hakları koruyup gözetmektir ve aynı zamanda da devletin elverişli ortamı da yaratması gerekiyor haklara erişilebilmesi için. Ama maalesef ki bunu yine ne Türkiye’de ne de dünyanın pek çok yerinde görmüyoruz. Buradaki problemlerden bir tanesi tabii ki ekonomik ve sosyal hakların pek çok kişi ve pek çok durum için lüks olarak görülmesi. Yani pek çok ülkede vatandaşların temel haklara ve ekonomik ve sosyal haklara erişemiyor olması nedeniyle, göçmen ve mültecilerin sosyal, ekonomik haklara erişimi hem lüks olarak görülüyor hem de Türkiye’deki yabancı düşmanlığıyla iç içe geçmiş tartışmalarda gördüğümüz üzere, bu haklara eriştiklerinde de sanki vatandaş olanlara ait bir şeyi alıyorlarmış algısı yaratılıyor. Ve bunun da aslında bir başka ayrımcılık kaynağına ve hatta şiddet kaynağına dönüştüğünü de görüyoruz. Dolayısıyla bu uluslararası sözleşmelerden gelen hakları -sayıları dünyada milyonları aşmış vaziyetteki mülteciler ve göçmenler, düzensiz göçmenlerden bahsediyorum- için çok önemli. Çünkü hem göç sırasında hem göç ettikleri yerde aslında pek çok hak ihlalinin de odağı haline geliyorlar, pek çok hak ihlaline maruz kalıyorlar. Bunun üzerine toplumsal cinsiyet, sınıf, etnisite gibi diğer katmanları da koyduğumuzda ve kesişimsel bir alandan baktığımızda çok daha karanlık bir tablo karşımıza çıkıyor maalesef ki.

 

Şunu da burada konuşmamız gerekiyor: İnsan hakları aynı zamanda, dünyada giderek yaygınlaşan bir hümaniteryanizmle iç içe geçerek, aslında yerinden ediliyor ve onun yerini insani yardımın aldığını görüyoruz. Dolayısıyla devletin insan haklarını uygulayıp uygulamadığını denetleyecek ve onu uygulamaya zorlayacak olan sivil toplumun bir bakıma işlev değiştirerek daha yumuşatılmış ve içeriği boşaltılmış bir biçimde, insan haklarının içeriğini boşaltarak, bir tür insani yardım yoluyla dönemsel, kısa ya da daha dar çerçevelerle göçmenlere ve mültecilere hakları ulaştırdığını görüyoruz. Evet, burada hiçbir hakkın olmadığı yerde bunlar önemli, ama öbür yandan da temel insan haklarının bir lütuf gibi sunulması durumuyla karşı karşıya kalıyoruz. Türkiye’de de özellikle 2011 Suriye göçünden sonra bunun çok geniş bir biçimde yaygınlaştığını görüyoruz. Ama nihayetinde bugün geldiğimiz durumda, örneğin Türkiye’de artık on senelik bir göçün ardından temel ihtiyaçların ortadan kalkmış ve entegrasyonun başlamış olmasının beklendiği noktada dünyada başka krizler çıktığı için bu kurumların da pek çoğunun fonlarının kesilmesiyle karşılaşıyoruz. Bu durumda temel haklar, barınma, işe erişim gibi alanların sivil toplum tarafından terkedildiğini ve bu alanların boşaltıldığını görmeye başladık. Çünkü sivil toplum artık başka yerlerde, bölgelerde çalışmaya başlıyor veya alan değiştirmeye başlıyor; nihayetinde büyük konularla çalışan bir yapıdan bahsediyoruz. Dolayısıyla insani yardımın ve hümaniteryanizmin insan haklarını massetmesi göç alanında kendisini çok daha başka bir biçimde gösteriyor: Bir yandan vatandaş olanların “Bakın onlara yardım yapılıyor” diye göçmenlere karşı nefretinin artmasına, ama aynı zamanda da bunun herkes için yapılmamasına yol açıyor diyebiliriz. Bu temel insan hakları arasında özellikle göçmen ve mülteciler için tabii ki biri diğerine üstün değil, bir hiyerarşi söz konusu değil; ancak hem Bahar’ın hem Anjelik’in konuşmalarında barınmanın ne kadar önemli olduğunu gördük. İşe erişimin çok önemli olduğunu düşünüyorum ben de. Çünkü işe erişim olduğunda aynı zamanda neoliberal ekonomik ve politik ortamda en azından satın alabilir duruma gelmenin önemli olduğunu düşünüyorum. Çünkü düzgün ve güvenceli işe erişim olduğunda, aynı zamanda eğitim hakkına erişim, sağlığa erişim ve diğer ihtiyaçlara erişim de mümkün oluyor. Ancak yine işe devletin sağladığı düzenlemeler içerisinde kişilerin bireysel başarılarına indirgenmiş durumda. Bir hak olmaktan ziyade ya kişilerin nitelikli-niteliksiz olarak ayrılması veya nitelik kazandırma perspektifi üzerinden gidiyor. Bu fena bir şey gibi gelmeyebilir pek çoğumuza. Beceri eğitimi veriliyor, nesi kötü denilebilir. Ancak biliyoruz ki beceri ve nitelik piyasalardan bağımsız değil. Ancak orada bir işlevi varsa ve çeşitli iş ilişkilerine girmeyi sağlıyorsa beceri ve nitelik olarak sayılıyor. Ve aynı zamanda bu piyasada işleyemediğinde de kişilerin işte başarısız veya tırnak içinde entegre olamayan kişiler olarak çerçevelenmesine sebep oluyor. Anlayabileceğimiz üzere her şey birey üzerinden gitmeye başlıyor. Halbuki insan hakları evet bireylere yönelik ve teker teker hepimizin bireysel hakları var insan olmamızdan kaynaklanan, ama bütün bunlar bizim becerilerimizle ilişkili şeyler değiller.

Galatasaray Üniversitesi Kamu Yönetimi mezunu Ulaş Bayraktar yüksek lisans ve doktora çalışmalarını Paris Siyasal Bilimler Enstitüsü’nde tamamladı. 29 Nisan 2017 KHK’si ile kamudan kamuya ihraç olana kadar Mersin Üniversitesi Kamu Yönetimi Bölümü’nde öğretim üyesi olarak çalışan ve ağırlıklı olarak yerel yönetimler, kentsel siyaset, kamu politikaları ve müşterekler siyaseti alanlarında araştırmalar ve yayınlar yapan Bayraktar o tarihten beri Kültürhane’nin kurucu ortaklarından ve çalışanlarından biri olarak bildiği işi farklı bir biçimde sürdürmeye çalışıyor.

2011 yılında MSGSÜ Şehir ve Bölge Planlama Bölümü’nden mezun oldu. MSGSÜ Sosyoloji Bölümü’nde yüksek lisans eğitimini tamamladı. Arkitera.com’da editör olarak çalıştı. Mekanda Adalet Derneği’nde beyond.istanbul yayınlarının editörlüğünü yaptı. 2019’dan bu yana Kentsel Politikalar Programı Sorumlusu olarak çalışmaya devam ediyor.

Transfeminist aktivist. Yerel yönetimler ve kent hakkı, toplumsal cinsiyet, iklim, siyasal katılım ve LGBTİ+ hakları alanlarında kesişimsel aktivizm yürütmeye çalışıyor, halihazırda tüm çalışmalarını 17 Mayıs Derneği çatısı altında yürütüyor. Çankaya Kent Konseyi gibi yerel örgütlenmelerde LGBTİ+’ları temsil ediyor, aynı zamanda kaosgl.org’da gündeme dair güncel yazılar yazıyor. Bir kedi ve bir köpek annesi olan Anjelik, cinsiyetler ve performanslar evreninde halen yerini arıyor; belki de yerinin bu arama eyleminin kendisi olduğunu düşünüyor.

Doktorasını Ermenistan’dan Türkiye’ye işgücü göçü ve ulus-ötesi göçmen ağları konulu teziyle Ege Üniversitesi Sosyoloji Bölümünde 2012 yılında almıştır. 2017 yılına kadar aynı bölümde öğretim üyesi olarak, 2017-2021 yılları arasında Türkiye İnsan Hakları Vakfı’nda araştırmacı olarak çalışmıştır. Çalışmalarını bağımsız araştırmacı olarak sürdürmektedir. Uluslararası göç, toplumsal cinsiyet, ayrımcılık, araştırma yöntemleri ve insan hakları konularında çalışmalar yapmaktadır.

©2021  blog.insanhaklariokulu.org.
Tüm hakları saklıdır.

web tasarım: mare.design

E-bültenimize abone olarak duyurularımızdan haberdar olabilirsiniz.

Yayınlanan yazıların içerikleri sadece yazarların sorumluluğu altındadır ve Hollanda Büyükelçiliği ve /veya KAGED’in görüşlerini yansıtmak zorunda değildir.