Sözün Şiddeti, Adaletin Sesi ve Çaresizce İnsan Hakları

İkilik kinini içimden atıp
Özde ben bir insan olmaya geldim
Taht kuralı Ariflerin gönlünde
Sözde ben bir insan olmaya geldim
Serimi meydana koymaya geldim

(…)

Gör ki Nimri Dede şimdi neyleyip
Gerçek aşkı her yönüyle söyleyip
Her türlü sefaya veda eyleyip
Sazda ben bir insan olmaya geldim
Serimi meydana koymaya geldim

(Nimri Dede, “İnsan Olmaya Geldim”)

Bu çığlığı atmak için içimi boşaltıyorum.

(…)

Bu haykırış uğruna düşmem gerekir. Parçalanmış kocaman duvarları aşarak, sarhoş edici bir cam gürültüsüyle ezip geçen gözü dönmüş savaşçının haykırışı bu. Düşüyorum. Düşüyorum ama korkmuyorum. Korkumun yerini kudurtan bir gürültü, gösterişli bir kükreyiş alıyor.

(…)

Düş görürken haykırıyorum, ama düş gördüğümü biliyorum, Ve DÜŞÜN İKİ YAKASINDA benim istencim egemen.

(Antonin Artaud, Tiyatro ve İkizi)

 

 

Tersten Başlıyorum: Söz veya Yasa

“Söz”le, “kelam”la başlıyorum; tersten, zira önce “söz” yoktu. Ancak şimdi “söz” var, tam kalbindeki “hiçlik” ve doğumundaki ölümle beraber.

 

Dolaysız iletişim, Tanrı buyruğuna karşı gelip bilgi ağacının meyvesinden yiyen Âdem ve Havva ve onlardan da evvel “düşen” iblis misali, çoktan cennetten kovuldu. “Dil” geldi, dile gelindi, illa ki bir yerlere kayıt olmak uğruna, o parça verildi ve sembolik düzene dâhil olundu, konuşan özne olarak; sembolik şiddet. Artık bu saatten sonra bir mutabakat varsayılır ve totalize etme ve böylece asimile etme gayretinden, kavramlardan, haliyle şiddetsiz bir konuşmadan kaçış yok gibi.

 

Sözün makûs talihinde hep çalıntı olmak var. “Sözcük düşünceyi açar, ama bitirir de; sonuç olarak sözcük, olsa olsa varılan bir noktadır.”[1] Douzinas’ın Kojeve’e atıfla ifade ettiği gibi köpek deyince köpek ölür; dil, şu anlamı var eden dil öldürür, bir şey orada kalır, benden kaçırılır, asla dile gelmeden, temsil edilince ve temsil edilmeden ölür. Bu bahisle ve Hamacher’in dediği gibi dil aslında konuşmaz, zira eylemez, hatta eylemeye ket vurur, performatif kuvvetle sınırlar. Söylemin bir sınırı ve sınırlayıcılığı var, kaçınılmaz olarak, zira kifayetsiz, yetmez. Bu bahisle insan kendi kendisiyle bir türlü örtüşemez, kendi kendine hep geç gelir; adeta yaşam “ben”den dışarı atılmış gibi. Özne bölünmüş, noksan ve çaresiz.

 

Ta Platon’un açık ve sade bir “dil”inin olması gerektiğini “dil”e getirdiği günlerden bugüne, bizi ikincil kastrasyona maruz bırakıp, hukuka tabii kılmak suretiyle hukuk öznesi kılan yasa da nihayetinde “dil”den başka neye tekabül eder ki? Hatta hukuk sahasında mevzubahis olan “güzel/nizami bir dil”dir; neticede Tanrı tenezzül eder ve buyurursa “Kabalistlerin dediği gibi her sözcük, her harf planlanmış olmalıdır ve sonsuz, ebedi bir zekâyla yazılan metni kurcalamak küfür olabilir.”[2] “Toplum sözleşmesi” de eninde sonunda bir “söz” üzerine bina edilmiş ve Yasa o son noktada Niobe’yi taş eden Tanrı buyruğu gibi taş eder. Aynı bir “köpek” gibi, adalet hakkında konuşunca adalet ölür, zira “adalete ihanet etmeden ‘Bu adildir’ denilemez.”[3]

 

Tüm yasalar performatif/ diferansiyel kuvvetiyle esası, o esas ne kadar özgürlükçü olursa olsun, kesip atar. Yasa koyucu ve elbette yargıç bolca “laf” eder. Hukuki yorum demek, sunmak ve bu bahisle aslında mahkûm etmek demektir; yasa ve yorumu “aynı anda hem bir anlam ufkuna hem bir güç ekonomisine aittir.”[4] İllaki özerk hareket etmeyi engeller, dondurur, sayar, var(yok)sayar, tam o sırada normatif genellemenin kuvvetiyle totalize edilirken, öznenin tekil hikâyesi/“mevcudiyeti” dışarı atılıverir, kesilip. Hukuk öznesi bölünmüş, noksan ve çaresiz.

 

“Yasal yorum(lama) acı ve ölüm anında vuku bulur”[5] ve bu sırada çırpınmak, hatta çığlık atmak bile nafile. Acının da paylaşılamayan bir kısmı, dile gelen ve bu yüzden tam da yitip giden, ulaşmayan, olsa olsa bulaşan bir kısmı var. Ki zaten hukukun verecek hesabı falan yoktur. Nihayetinde tam orada, Derrida’nın “yetkilendirilmiş güç” dediği şey bütün bir mekanizmayı, belki bir mahkeme salonunu ya da Birleşmiş Milletler’in Y. salonunu zaten, çoktan, hâlihazırda kat etmiştir; Yazar-Tanrı/Yasa Koyucu (uygulayıcı)-Tanrı. Hukukun esasen verilecek hesabı yoktur, K. bile olmayana. Yasaya katılamazsınız, onunla göz göze bile gelemezsiniz, yasayla temas yoktur. Ona hitap dahi edemezsiniz, o da zaten size hitap etmez, ancak sizi bir güzel celp eder. “Söz” gibi “sözleşme” de yalan. Yalan da olsa kutsal “söz”ü kurcalamak küfürdür. Çaresizlik işte…

 

Başa Dönelim: Ses

Sözden evvel ses vardı. Saf, dolaysız, başka bir iletişimin kapısını aralayan olarak mesela ses “var”. “İlk bağın bakiyesi ve hatırlatıcısı” olarak, dile gelmeyen, sunulamayan, konuşmayan ve bu bahisle konuşan ses var. Otobiyografimizde, ötekinin otobiyografisinde sözün olmadığı bir zaman var. Ve tam olarak söze gelmeyen bir şey var, acı mesela. Artaud’nun dediği gibi, her gerçek duyguyu dille açıklamak namümkün, hatta dile gelen duygu belki de gizlenmek için oraya girmeye çalışıyor. Neresinden bakarsak bakalım öyle mi, o kadar mı?

 

Değil, yine de bir imkân var; çaresizliğin de bir “çaresi”var. Bir kedi ve kuş ya da bir insan, bir Amerikalı veya Afgan acı çektiğinde o aynı saf dil olmayan dilde çığlık atar. Sunmayarak sunar, konuşmayarak konuşur. Mantıklı bir şey “söyle”mez aslında ya da “hayvan”lar gibi bir “soru”ya “cevap” vermez, ancak tepki verir, şiirsel, müzikal, bedensel, teatral … bir hikâye olmayan, hatta olmayan, ontoloji öncesi bir “hikaye” anlatır (“Ve o geldiğinde şiirin dokunuşu hissedilir, şiirin o özel ürpertisi.”[6]). Duymamak için yaratılmış kulaklara, celp ettiğiyle göz göze bile gelmeyene bile ulaşan, ulaşmasa da bulaşan bir “hikâye” anlatır. Çaresizce “anlatır”…

 

Günümüz modern, Kartezyen özne tahayyülünün, “söz”ü, “sözleşme”yi, “yasa”yı üstün (ve tam da bu yüzden istisnai) tutan modern devletlerin bakış açısının aksine ses-imge, kavramın evveli ve bu yüzden ahiridir de. Söz celbin, fakat bakışımsız oluşun alanıyken, ses çağrı yapar, ötekine. Öteki çığlık attığında beridekinden uyanan veya ürperen kendi çığlığının anısıdır/acısıdır. “Senin çığlığında kendimi duyarım!”[7] Ötekinin iniltisini, “sokağın köşesini dönen” ve “ilk orada gördüğüm” ötekinin çağrısını… Çaresizce atılan çığlığı…  Bu illaki yasal değil, şiirsel, belki de müzikal bir çağrı. Dilini bilmediğimiz bir “insan”, adına “hayvan” denilen bile bu çağrıyı yapmaya “muktedir”. Hatta ve belki de büyüdükçe büyüyen orman yangınında yanan ağacın çıtırtısı, müsilajdan boğulacak gibi olan Marmara’nın hırıltısı, sular altında kalan Hasankeyf’in kadim uğultusu bile benzer bir çağrı yapmaya “ehil”. Bu dolaysız, ancak çaresizce seslenmek.

 

Tam o an “imkânsızın imkânı”, adalet imkânının beliriverdiği anlardan işte. “Adalet” olarak, söze sığmayan, sözün örselediği, “tez olmayan”, “dolaysız dolaylılık” olarak adalet orada kendini bir gösteriverir. Adalet “saf söz”, “söz olmayan söz”dür adeta ya da büyülü bir söz. Hak, ödev, müşterek iyi, ortak payda derken ötekinin sonsuzluğunu yok etme gayreti olarak tecessüm eden hukukun aksine, “adaletin yegâne ilkesi ötekinin tekilliğine saygı duymaktır”[8] der Douzinas. Bu sebeple sonsuzca ifadesi var adaletin ve fakat o asla ifade edilemez. Yine de yasa onun hem bir imkân olmasının hem de namevcudiyetinin, elden kaçmasının, ulaşılmaz oluşunun zemini. Tam bu yüzden adalet hukukun içinde olsa olsa bir yarık, bir çığlık ya da o yarıktan sebep atılan çığlık, yarığın/boşluğun fışkırması.

 

Anının/Acının kendisi değil izi kalmış zaten elde avuçta ve o ses olsa olsa iz. Ama ne iz! Hesaba kitaba sığmaz, sınırsız imkânlara, ihtimallere kapı aralayan bir iz. İz kalır geriye ya da “yaşadıklarından sana (bana, bize) kalan tortu”. Olmamış değil, gerçekleşmemiş, kaçtı kaçacak bir şeyden iz kalır geriye. Bir aksilik, bela gelir başa. Özne de zaten o temsil edilemeyendir, aksilik, noksanlıktır, noksandır. Yaşam en nihayetinde izdir ve onun yaşayanı da öznedir. Özne ve illaki hukuk öznesi de hiçbir zaman o şatoya giremeyecek fakat daima arayacak, bir şekilde ve adeta meme isteyen bir bebek gibi, çığlık çığlığa isteyecek, adalet isteyecek olandır. Çaresizce…

 

Bitirirken: “İnsan Hakları” ya da “Sözün Müziği”

Gelmiş geçmiş bütün bir insan hakları mücadelesi de zaten ve esasen bir çığlık çığlığa isteme faaliyeti, tatminsiz bir çağrı. Mahrum edici hiçlik var orada, o anda. Ancak en kuvvetli çığlık, en duyulur çağrı en zayıf yerden, daha doğrusu zayıflığın bizatihi kendisinden gelir. Hak ve özgürlükler de tam oradan, yoksun olunan yerden, yoksun olduğumuz için geldi ve gelecek. Müstakbel, ama hep müstakbel adalete tam oralarda yaklaşılır; noksan, fani oluşumuzdan/oluşumuzla. Derrida’nın dediği gibi hukuk sevgisi başka nereden gelir ki? En nihayetinde bir “yıkıntı sevdası” bu.

 

Çokça “söz”ler edilmiş vaatler verildi, alındı hatta çekilip alındı. Tam o sırada ses de çıkarıldı; misal her protestoda illaki geçer, “alkışlarla, ıslıklarla, zılgıtlarla”… Nihayetinde “söz” söylemek de zaten ses çıkarmak, “söz”ün içinde de ses var. Sözcük her şey değil, olamaz, hatta felce uğratandır fakat o “söz”ün bir de müziği “var”. “Haklarımızı istiyoruz!” kelamının ve belki de o hakkı, herkes için temin etmeyecek, fakat düzenleyecek metnin uygulanması için edilen lafın içerisinden de öte gecelerden gelir gibi gelen, ötekinden gelen ıslık sesi duyulur.

 

Yine de devam etmeli, her yerde olan ancak bir türlü yakalanamayan “nabızvari” adaleti aramaya devam etmeli, hak ve özgürlük istemeye devam etmeli. Sadece konuşarak değil, konuşmadan da konuşarak, suflörsüz konuşarak, hayat nefesiyle ses çıkararak, müziğin durumundan ilham alarak, sözcüklerden müteşekkil ancak nota çalan şiirsellikten feyz alarak; sadece özde, düzde ve sözde değil, yüzde, izde, közde ve sazda insan olarak ve bu bahisle insan olmayarak. “Metne olan aşırı (hukuki) tutkunluktan ve yazarın (yasa koyucunun) zorbalığından kurtula(rak).”[9] Çığlık çığlığa, yaşar gibi, dans eder gibi, yaşamdan kopmadan, tıka basa –mesela haklarla- dolu olanın değil, bilakis boşluğun kuvvetiyle hak ve özgürlük isteyerek, yine de… Adalet ateş böceği misali bir yanıp bir sönse de bu sevdadan vazgeçmenin mümkünü yok.

 

Hukuk sevdası, insan hakları sevdası… Ancak metin, hüküm, “dövme değil yara izi. (…) okunaksızlığın derinliği…”[10] “Ceza Kolonisinde”ki tırmığın kazıdığı damga gibi değil, yara izi gibi. Ve yine de yasa, söz, metin ve içerlerindeki haklar. Fakat okur-yazar olmayanın, mesela adına “hayvan” dediğimizin, belki küçük bir çocuğun, delinin, ama hakiki delinin tesirine, yani tehlikeye, zira yaşama, oluşa kapısını sonuna kadar açmış tarafıyla, nefes nefese bir “yasa”/”söz” ve haliyle onun tam kalbinde kaynayan (ve kanayan), kendisini silip silip koruyan müzik, çığlık, ses, jest… Adaletin sesi, hak talep edenin/ötekinin çığlığı, yani çaresizliğin sesi ve de “çare”si…

 

Adeta bir rüya gibi: Şimdi, tam burada meğer bizmişiz konuşan.

 

[1] Artaud, s. 110.

[2] Jacques Derrida, Yazı ve Fark, Çev. P. Burcu Yalım, Metis Yay., İstanbul, 2020, s. 255.

[1] Antonin Artaud, Tiyatro ve İkizi, Çev. Bahadır Gülmez, Yapı Kredi Yay., İstanbul, 2021, s. 106.

[2] Jorge Luis Borges, Şu Şiir İşçiliği-Charles Eliot Norton Konferansları 1967-1968, çev. Mukadder Erkan, De Ki Yay. İstanbul, 2007, s. 60.

[3] Derrida Jacques, “Yasanın Gücü, Otoritenin Mistik Temeli”, çev. Zeynep Direk, Şiddetin Eleştirisi Üzerine, Haz. Aykut Çelebi, Metis Yay., İstanbul, 2010, s. 53.

[4] Costas Douzinas, “Şiddet, Adalet, Yapıbozum”, Hukuk Adalet ve İnsan Hakları- Eleştirel Bir Yaklaşım, Çev. Rabia Sağlam-Kasım Akbaş, NotaBene Yay., İstanbul, 2016, s. 168.

[5] Robert Cover, “Şiddet ve Söz”, Çev. Ferit Burak Aydar, Şiddetin Eleştirisi Üzerine, Haz. Aykut Çelebi, Metis Yay., İstanbul, 2010, s. 175.

[6] Borges, s. 22.

[7] Sevgili Şahin Ateş’in yorumu.

[8] Douzinas, s. 173.

[9] Artaud, s. 110.

[10] Jacques Derrida, Yazı ve Fark, Çev. P. Burcu Yalım, Metis Yay., İstanbul, 2020, s. 255.

Lisans öğrenimini Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesi’nde tamamladı. Ankara Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü’nde genel kamu hukuku- insan hakları alanında yüksek lisans yaptı. Şu anda aynı program kapsamında doktora çalışmalarına devam etmektedir. 2011 yılından beri İstanbul Barosu’na bağlı olarak avukatlık mesleğini icra etmektedir. Çeşitli sivil toplum kuruluşlarında, hapishaneler, ayrımcılık, kadın, LGBTİ+ ve mülteci hakları üzerine gönüllü ve profesyonel çalışmaları olmuştur. “Leviathan’dan Neoleviathan’a Suç Ceza Hapsetme” isimli bir kitabı bulunan ve çeşitli dergilerde ve kitap derlemelerinde yazıları yayınlanmış olan Duman’ın temel ilgi alanları eleştirel hukuk felsefesi, devlet kuramları, psikanaliz, suç ve ceza politikaları, feminizm ve queer teoridir.

©2021  blog.insanhaklariokulu.org.
Tüm hakları saklıdır.

web tasarım: mare.design

E-bültenimize abone olarak duyurularımızdan haberdar olabilirsiniz.

Yayınlanan yazıların içerikleri sadece yazarların sorumluluğu altındadır ve Hollanda Büyükelçiliği ve /veya KAGED’in görüşlerini yansıtmak zorunda değildir.