Peki ya Yurttaşlığın Ötesi?

Flora’ya…

 

Başlarken: Pamuk İpliği

 

Haklara sahip olma açısından, (gittikçe) otoriter(leşen) kapitalist devletler çağında, yurttaş olmayanla olanlar arasındaki sınırlar adeta pamuk ipliği niteliğine bürünmüş durumda. İnsan hakları çerçevesinde -zar zor da olsa, yer yer retorik düzlemde de kalsa- ifade özgürlüğü gibi haklara dâhil edilen siyasi itirazlar hızla cezalandırmaya ve hatta savaşa, -yurttaş olamayan veya daha az yurttaş olarak görülen- iç veya dış düşmana uygulanacak savaşa, düşmanlık siyasetine tahvil ediliyor. Mesela İsrail’in 75 yıllık soykırım siyasetine karşı çıkan kişi ve gruplar “ziyadesiyle demokratik” ülkelerde Hamas ve bu bahisle “terörle iltisaklı” sayılabiliyor.

 

Siyasi yargı[1], olağanüstü hal ilan ve yasaları derken, hukukun sadece icraat değil metinsel ve retorik düzlemde de egemenliği sınırlamak bir tarafa pekiştirme işine yaradığı bir dönem mevzu bahis. “Terörle iltisaklılar”ın kapsamı Türkiye’de ve pek çok yerde gittikçe genişlerken, bir Adalet Bakanı çıkıp Gezi Davası kapsamında yargılananlara Anayasa’dan ve içindeki haklardan pay verirken (7 Haziran, 2023, Bianet) yargısal makamlar da bu pay verme, daha doğrusu vermeme işleminin bir cüzü, hatta enstrümanı oluyor. O sırada Can Atalay ve pek çok muhalif siyasetçi, gazeteci, öğrenci vs. “yurttaş”, haklarından yoksun/düşmanca bir tutumla karşılaşmakta, yani eşikte, yurttaşlığın eşiğinde bekletilmekteler.

           

Yurttaşlık ve Tabiat

 

Bu tablo bugün sıklıkla bir kriz tanımı üzerinden sunulsa da Füsun Üstel hocadan ilhamla, krizlerden azade, ideal bir an, hâl var mıydı sorusuyla başlamak gerekmekte. Zira bu bekletme hâli, istisnai hâl olağandışı ve/veya şaşırtıcı görünse de yeni değil; bunu hukukun hasletinde, yurttaşlığın tarihinde bulmak mümkün. Neticede ben başkasıyla, yasa suçla, hukuk istisnasıyla, insan insan olmayan veya daha az insan olanla, polis dışıyla, dost düşmanla (veya düşman dostla), yurttaş gayri yurttaşla ve hatta onun yüzü suyu hürmetine doğar. Hâliyle yurttaş olmayan –yurttaşlığın bizzat kendi krizi olarak- yurttaşlığın tam kalbinde uzanır. Bu Antik çağlardan, homo humanustan (ve homo barbarustan (bkz. Douzinas, 2016: 28)), ilk insan hakları bildirgelerine ve günümüze, homosacerlere kadar uzanır. Antik Yunan’ı şimdilik bir kenara bırakalım, Fransız İnsan ve Yurttaş Hakları Bildirgesi, isimsel ve içsel bir gerilimle, hatta gerilimden, gerilimlerden doğmuştur. Bildirge’nin ilk maddesinde (tüm) insanlardan bahsedilse de metin bir “yurttaş hakları bildirgesi” niteliğindedir ve yine o ilk maddede yazdığı gibi insanlar, haklar bakımından özgür ve eşit doğmaz ve yaşamazlar; eşitsiz gelişim, haliyle eşitsiz haklar toplumunda yaşamaktayız.

 

Hemen devamındaki tabiat da soyut olduğu kadar da icat edilmiştir ve bu açıdan ilk seleflerinden farklı bir anlayış üzerinden açığa çıkar. Batı, yıllar sonra, Rönesans çağında Antik Yunan’a dönecektir fakat bu daha çok yeni-Stoacı bir dönüş olur.  Antik Yunan’daki tabiat ve adalet fikrinin beraberce ve geleneksel otoriteye karşıt bir yerden tecessüm ettiği dönemlerden farklı bir anlayış benimsenir. Antik Yunan’da tabii ereksellik çerçevesinde iyiyi, adaleti arayış bir yolculuğa tekabül etmektedir ve bu yolculukta tabiat ne bastırılacak, ne geride, ne dışarda bırakılacak bir şeydir; bilakis bir hedef, gidilecek yer, zira iyi ve doğru olandır. Ancak önce Epikurosçular ve Stoacılar, sonra da Hristiyan düşüncesi tabiat – hukuk arası bu ilişkiyi alt üst ettiler.  Yolculuk sona erdi; tabiat artık belirli ve bu anlamda sabit kural ve normlar bütünün bir kaynağı haline geldi. Modern Akıl Tanrısı da tabiatla ilişkilendirilen cehalet peçesini yırtmalı, tabiatı, tabii erekselliğini, yolculuğunu geride bırakmalı ve kendini sabit bir hukuki koda bağlamalıydı (Ayrıntılı anlatım için bkz. Douzinas, 2018: 40 vd.).

 

İşte modern özne ve haliyle modern yurttaş ve hakları böyle bir geride bırakma, sınırlama, koda bağlama/tesis etme sürecinin bir neticesi olarak karşımıza çıkar. İnsan haklarının merkezindeki paradoksa tam burada tesadüf edilir: “Bu hakları tesis eden şey bildirme eyleminin kendisidir (a.g.e.: 110)” ve bu bildirim askıya alınış yetkisini de içinde taşır. Bu bildirme eylemini, performansı kadınların eşit haklar mücadelesini anlatan Suffragette filmindeki gibi Lloyd George’un bir nevi balkon konuşması yaparak, yöneticiler adına kadınların taleplerinin kabul edilmediğini ifade ettiği an gibi düşünebiliriz. O an, kararın içeriğinden, kadınların umutlu bekleyişlerinin boşa düşüşünden de bağımsız olarak, bir şiddet, zira belirleme ve bu bahisle dışarda/mahrum bırakma anıdır, “her insan eşit olarak doğsa da haklara kim sahip olacak” sorusuna birileri cevap vermiştir. Bu yasa veya haklar deklare etmenin kendisi, yani performatif boyut karşısında esasın/muhtevanın önemi kalmaz, zira bu işlem bir sınır çekmeye tekabül eder. Artık insanların hiç de eşit falan doğmadığı bir mıntıkaya giriş yapılmıştır. Bu mahalde kimin haklı kimin haksız olduğu, harcanabilirlik rasyonalitesi çerçevesinde herkesin değeri zaten bellidir. Mesela yine Suffragette filminde zaten makbul olmadığı için gözetim altında olan baş karakterlerden Maud, yedi yaşından itibaren çalıştığı fabrikanın patronunun eline sıcak ütü basar. Muradı kendi çocukluğunda yaşadığı ve o an arkadaşının kızının maruz kaldığı cinsel şiddetle alakalı adaleti sağlamaktır. Fabrikaya gelen polis müfettişine bunu anlatmaya çalışan, haklılığından ziyadesiyle emin Maud şu cevabı alır: “Senin gibileri dinlerler mi sanıyorsun? Umurlarında mı sandın? Önemsemiyorlar. Dünyada bir hiçsin.”

 

İnsan haklarının temelinde yattığı ileri sürülen insan tabiatı fikri de bu mahalde Maud gibilerin kurtarıcısı olamaz; bilakis eşitsiz gelişim toplumunda o da eşitsiz pay edilendir. Soyut insan tabiatı somuta, hakların hayata geçirilmesi kısmına gelince beyaz, mülk sahibi, aklıselim, heteroseksüel erkeğin, nihayetinde (makbul) yurttaşın tabiatıdır. Esas hukuk öznesi, yasalara etki eden de ancak bu yurttaştır. Haklara en çok ihtiyacı olanların, zira bunlardan en çok mahrum kalanların verdiği mücadelelerin neticeleri şimdilik bir tarafa- genelde yukarıda konumlanmış olan balkonlardan, mahkeme salonlarına kadar siyaset ve adalet hakkında konuşma yetkisi hâlihazırda herkesin namına fakat sadece makbul yurttaşların hesabına bir kısım yurttaştadır. Bu çerçevede, bu icat edilmiş soyut tabiat/haslet/fıtrat/öz fikri yurttaşla, yani yasayı bir şekilde yapan, en kötü yasalara tesir eden insanlarla, çıkarları iyi-kötü temsil edilen hukuk özneleriyle, tâbi olan insanlar arası eşitliğin değil, farkın, ayrımın, ayrımcılığın zeminini oluşturur. O yüzdendir ki bir zamanlar “Kadının ve Kadın Yurttaşın Haklar Bildirgesi” diye bir metin de yazıldı, sonrasında Süfrajetler ve pek çok alanda verilmiş mücadeleler ortaya çıktı ve hala hukuk metinlerinde yer bulmuş veya henüz bulmamış haklar için bu kadar uğraşmaktayız.

 

Yurttaşlık ve Birlik

 

Bu ayrımcı yapının, özelde de yurttaş olan olmayan ikiliğinin bir sureti veya başka türlü bir ifadesi olarak dost- düşman ayrımına tesadüf etmek kaçınılmaz. Bu kez haklar ve haliyle haksızlıklar manzumesi siyasi birlik, bu birliğin üyeleri ve yabancıları, yani ulus devlet veya günümüzdeki ifadesiyle yerli ve milli formunda tecessüm eder. Son yıllarda yaşanan gelişmelerin de aşikâr kıldığı üzere, yukarıda bahsedilen bu evrenselci iddialarla söz konusu tecessümün arasında görünen çatışma sadece yüzeydedir. Zira “bildirgeler bireyin çağını başlattı ama aynı zamanda bireyin aynası olan devletin çağını da başlattı. İnsan hakları ve ulusal egemenlik, uluslararası hukukun bu iki karşıt ilkesi, birlikte doğdular; karşıtlıkları da gerçek olmaktan çok görünüştedir (a.g.e.: 115).” İşte bu sebeple insan ve yurttaş arası yarılmayı, yabancı ve yurttaş arasındaki yarılma olarak da nitelemek mümkün.  “Ulusal güvenlik”, “kamu düzeni” ve sair hususlar sebebiyle askıya alınma ihtimalini tam kalbinin ortasında taşıyan hakların bildirilmesiyle saptanan yurttaşlar, temelde bir ulusun yurttaşları, bir siyasi birliğin/”birlikte-varlık”ın üyeleridir. Yalnız bu adeta mecburi ve haliyle masum görünen birlikte-varlığa dair faraziyeyi Rancière “savaş etmeni ve nefret ileticisi” (2016: 41) olarak niteler.

 

Önce bir Sokrates sonrası ve öncesine kadar gidelim: Arsitoteles’ten beri, adalet değil dostluk devleti ayakta tutan şeydir ve polisin belirleyici ilkesidir. Ancak burada Blanchot’nun bahsettiği birbirini tuhaflığında sevenlerin dostluğu, farkta, farkla kurulan dostluk değil, bilakis özdeşleştirme muradıyla kurulan bir dostluk türüdür. Yurttaşlığın da temeline oturan, Fransız Devrimi’nden sonra da kardeşlik olarak ulusun bayrağındaki yerini alacak olan birlikteliğe benzerdir. Derrida’nın The Politics of Friendship’te ifade ettiği üzere buradaki bağ tercihlere, olaylara dair değil, adeta kan bağına benzer şekilde kökensel bir bağdır. Zaten –yine Fransız Devrimi’ndeki kardeşliğe benzer şekilde- erkekler arası bir bağdır. Nitekim bu birlikteliğin varmaya gayret ettiği, daha doğrusu çakılıp sabitlendiği yer esasen homojen bir topluluktur. Homojene dâhil olamayansa ister istemez ayrılacaktır.

 

Toplum sözleşmecilerinin, daha sonra da Schmitt’in tartışmaya açtığı üzere, burada ontolojik bir dostluk, yani yurttaşlık- ayrım, yani düşmanlık mevzu bahis. Potansiyel olarak da olsa, kendisini yok edebilecek ötedekilere karşı siyasi birlik/birlikte-varlık daima, yeniden ve yeniden kendini ortaya koyabilmelidir. Söz konusu ortaya koyabilme, zira differentia specifica açısından, dost düşman ayrımı, bu bahisle yurttaş olan olmayan ayrımı ve hakları da bu ayrımlar temelinde dağıtma işi elzemdir. Bu bağlamda egemen olağanüstü hale olduğu gibi düşmana ve böylece yurttaşa da karar verendir, nitekim siyasal birlik de bu şekilde, bu kararın verilmesiyle beraber kurulmuş olur. Schmitt bunu şöyle ifade eder: “Tözsel siyasal birlik olarak devlet olmanın bir gereği de jus belli’ye sahip olmak, yani verili bir durumda düşmanını kendi belirleme hakkının varlığı ve gerçek bir olasılık olarak onunla mücadele etmektir (Schmitt, 2021: 75).”

 

Yalnız hemen belirtmek gerekir ki buradaki jus belli ve düşman harici olduğu gibi dâhili bedbahları da kapsar. Aynı egemen yurttaşlar içerisindeki yurttaş olmayanlara ve yurttaşlıktan ve böylece büyük oranda haklardan (resmi veya gayrı resmi şekilde) ihraç edilecek olana da karar verendir. Eni sonu hakkında “bu kişi (canlı) kötü ve bu yüzden dostum değil” şeklinde düşünülenler, “bu benden, benim gibi, bana benzer değil” diye nitelendirilenler, yani düşmanlar, yabancılar, başkaları içerde de türeyebilir. Resmiyette yurttaş olsalar da gerekirse uğruna neredeyse ölünecek ulusal birliğe dâhil olmayanlar, yani karşıtlar bile peyda olabilir. Bunlar da artık veya belki de oldum olası ulusun karşısında kim olduğunu hatırlaması ve icap ederse cebir kullanarak (ki genelde gerekir) hatırlatması icap eden türsel yabancıya dönüşmüştür. İşte o noktada haklara dair pay yeniden dağıtılacaktır; mutlak dahiliyet, adanmış dostluk, vakfetme yoksa diğer uca doğru gidilecek ve yok etme devreye girecektir. “‘Politika’yı ‘polis’le ikame eden politika sonrası çağda (Agtaş, 2017: 39)” bu çok daha bariz ve normalleştirilmiş bir biçimde karşımıza çıkmaktadır.

 

Bitirirken…

 

Polisin ilkesi düzenlemek, bu açıdan sürdürmek, yüzeyde/bir nevi hukuki çerçevede eşitlemek, yurttaşlık statüsü etrafında eşitlemek, yurttaşlara eşit paylar ve/veya haklar dağıtmak, bu dağıtım rejiminin etrafında birlikte (ve milli)-varlık oluşturup, demosu uzlaştırmak veya demosa uzlaşmayı dayatmaktır. Oysa siyasal olan Schmitt’in izahındaki kadar berrak ve sabit olmadığı gibi, siyaset de özünde o kadar uzlaşmayla, polisle, devletle ilgili değildir. Haklarımıza, tarafımıza bahşedilmiş yurttaşlıktan gelen paylarımıza elbette sahip çıkalım – hele de şimdilerde sıklıkla geri alınıyorken…- ancak mesele siyasi mücadele ise çıkış noktası eşitsizlik, mahrumiyet olmak zorunda. Nihayetinde adalet için bunca mücadele edilmesinin sebebi bunca adaletsizlikle karşılaşılıyor olması. Eşit yurttaşlıktan bahsedilmesinin sebebi de eşit haklara sahip yurttaşların olması değil, bilakis bazılarının yurttaş bile olmaması ve bazılarının ötekilere göre daha az yurttaş olması.

 

Bu çağda, yerli ve milli görülmeyen her şey ve herkes siyasetten dışlanmaya çalışılırken, klasik manasıyla yurttaş olmayana yönelmesi gereken savaş ve yurttaşa yönelmesi beklenen cezalandırma arasındaki fark bunca silikleşmişken, kimse o kadar da yurttaşlığın ötesinden azade değil. Haliyle bu günlerde zaten pek de öne çık(a)mayan liberal konsensüse değil, dışına, ötesine, demokrasinin gerçek temeli olan savaşımlara, mesela sınıf savaşımına, mesela erkek egemenliğine karşı mücadeleye, nitekim imkânlarla, “gerçek olasılıkla” dolu siyasi mücadelelere, hukuk değil, başka bir dünya ve böylece adalet arayışına gözümüz gibi bakalım, esasında bunlar için tasalanalım.

 

[1] Siyasi olmayan yargı var mıdır sorusu orada asılı dursun, bu ifade belli bir aşikârlığı ve doğrudan ilişkiyi vurgulamak masadıyla kullanıldı.

 

Yararlanılan Kaynaklar:

Aristoteles, Nikomakhos’a Etik, çev. Saffet Babür, Bilgesu Yay., Ankara,2017.

Carl Schmitt, Siyasal Kavramı, çev. Ece Göztepe, Metis Yay., İstanbul, 2021.

Costas Douzinas, “İnsancıllığın Bin Bir Yüzü”, Costas Douzinas, Hukuk, Adalet ve İnsan Hakları- Eleştirel Bir Yaklaşım, çev. Rabia Sağlam- Kasım Akbaş, NotaBene Yay., İstanbul, 2016, s. 27- 72.

Costas Douzinas, İnsan Haklarının Sonu, çev. Kasım Akbaş- Umre Deniz Tuna, Dipnot Yay., Ankara, 2018.

Jacques Rancière, Siyasalın Kıyısında, çev. Aziz Ufuk Kılıç, Metis, İstanbul, 2016, s. 41.

Özkan Agtaş, Ceza ve Adalet, Metis Yay., İstanbul, 2017, s

“Adalet Bakanından Can Atalay açıklaması: Gezi davası dokunulmazlık kapsamı dışında”, 7 Haziran 2023,  <https://bianet.org/haber/adalet-bakanindan-can-atalay-aciklamasi-gezi-davasi-dokunulmazlik-kapsami-disinda-279994>

 

Lisans öğrenimini Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesi’nde tamamladı. Ankara Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü’nde genel kamu hukuku- insan hakları alanında yüksek lisans yaptı. Şu anda aynı program kapsamında doktora çalışmalarına devam etmektedir. 2011 yılından beri İstanbul Barosu’na bağlı olarak avukatlık mesleğini icra etmektedir. Çeşitli sivil toplum kuruluşlarında, hapishaneler, ayrımcılık, kadın, LGBTİ+ ve mülteci hakları üzerine gönüllü ve profesyonel çalışmaları olmuştur. “Leviathan’dan Neoleviathan’a Suç Ceza Hapsetme” isimli bir kitabı bulunan ve çeşitli dergilerde ve kitap derlemelerinde yazıları yayınlanmış olan Duman’ın temel ilgi alanları eleştirel hukuk felsefesi, devlet kuramları, psikanaliz, suç ve ceza politikaları, feminizm ve queer teoridir.

©2021  blog.insanhaklariokulu.org.
Tüm hakları saklıdır.

web tasarım: mare.design

E-bültenimize abone olarak duyurularımızdan haberdar olabilirsiniz.

Yayınlanan yazıların içerikleri sadece yazarların sorumluluğu altındadır ve Hollanda Büyükelçiliği ve /veya KAGED’in görüşlerini yansıtmak zorunda değildir.