Yuvarlak Masa: İnsan Haklarında Kriz – I

İnsan Hakları Okulu: Blog’un İnsan Haklarında Kriz başlıklı ilk Yuvarlak Masa Toplantısı Füsun Üstel moderatörlüğünde Gönenç Hacaloğlu, Ezgi Duman, Kerem Altıparmak ve Gamze Rezzan Sarışen’in katılımı ile gerçekleştirildi. Kriz kavramının işlevi ve insan hakları alanındaki kriz üzerine yürütülen tartışmanın ilk kısmını yayımlıyoruz.

 

Füsun Üstel: Hepiniz hoş geldiniz. İnsan Hakları Okulu: Blog’un ilk yuvarlak masa toplantısını yapacağız. Toplantının teması insan haklarında kriz. Ancak kendi aramızda da konuştuğumuzda belki kriz kavramını biraz açmamızın, tartışmanın seyri açısından daha olumlu olabileceği üzerinde durduk.

 

Ben bu tartışmayı sürdürürken dört metinden yararlanacağım. Bunlardan ilki, kavramlar tarihinin kurucularından biri olarak kabul edilen Koselleck’in Kavramlar Tarihi: Politik ve Sosyal Dilin Semantiği ve Pragmatiği Üzerine Araştırmalar kitabında[1] yer alıyor. Kitapta yer alan “kriz” makalesi aslında Koselleck’in çok daha eski bir çalışmasına, 1954’teki doktora tezinden üretilen ve Kritik ve Kriz: Burjuva Dünyanın Patolojik Gelişimi Üzerine Bir Katkı başlığıyla kitaplaştırılan eserine dayanıyor. Daha sonra da Koselleck’in kriz konusunda çok fazla metin ürettiğini görüyoruz. Doktora tezine dayalı olan kitap aslında on yedinci ve on sekizinci yüzyıldaki krizleri inceliyor. Ama ben Kavramlar Tarihi kitabındaki makaleden yararlanacağım. Burada Koselleck hep yaptığı gibi, belirli bir güzergâh izleyerek kavramın kökeninden başlıyor ve hem zaman içinde değişen anlamlarından hem de farklı coğrafyalardaki farklı kullanım alanlarından söz ediyor. Antik Yunan literatüründen başlayarak kriz kavramının üç farklı anlamını ele alıyor: Kriz kavramının ilk anlamı, seçmek, karar vermek, hüküm vermek. Daha sonraki yazılarında Koselleck bunu, hukuki, siyasi boyut; hukuki, siyasi düzlem olarak tanımlanıyor. İkincisi Yeni Ahit’ten itibaren kavramın kazandığı teolojik anlam. Yani Tanrı yargısı anlamında kullanılan kriz. Üçüncüsü de -aslında bizim daha çok tanık olduğumuz, daha çok karşılaştığımız- kavramın medikal/tıbbi anlamı. Buraya kadar Koselleck’in yaptığı bir durum saptaması, yani yaptığı şey aslında kavramın soykütüğünü çıkarmak. Ama makalede bir başka önemli şey daha söylüyor. Bu kullanımların aslında ne tür açıklamalara imkân tanıdığı sorusuna yanıt veriyor. İlk olarak, diyor, tarihi sürekli bir kriz olarak tanımlamak, yorumlamak mümkündür. İkinci olarak kriz, içinde bulunulan çok sayıda çatışmanın krizden sonra yeni bir durumu ortaya çıkarmak için sistemi parçalayarak toplaştığı kendi kendini hızlandıran bir defalık bir süreci tanımlar. Üçüncü olarak da kriz bugüne kadar yaşanmış, tarihin son krizini kastedebilir ve bu kullanımının, yani tarihin son krizi olarak ele alındığı anlamının aslında geleceğe yönelik bir kavram olduğunu belirtiyor. Geleceğe ait bir kavramdır ve bir son hükmü hedefler, diyor. Şimdi bu üç anlama baktığımızda, aslında daha sonra kriz kavramı üzerine en azından benim okuduğum diğer yazarlar da benzer bir güzergâh izliyorlar. Ama bizim için herhalde önemli olan kriz kavramının bir eğretileme olarak kullanılması, yani bir metafor olarak kullanılması. Zaten bu konuda çalışan araştırmacıların da işaret ettiği üzere on sekizinci yüzyılın sonu itibariyle kriz kavramı bir metafor olarak kullanılmaya başlanıyor.

 

Birinci metin Koselleck’in metniydi. İkinci ve üçüncü metinler Edgar Morin’in metinleri. İkisi de 1976’da Communications dergisinde yer almışlar. Birincisi bir başka yazarla André Béjin’le birlikte kaleme aldığı bir giriş makalesi[2]. İkincisinin başlığı ilginç, yetmişli yıllardayız ve başlığı şöyle: Pour Une Crisologie (“Bir Krizbilim İçin”)[3]. Aslında yetmişli yıllardan itibaren Edgar Morin bir yol açmaya çalışıyor; krizleri anlamak için bir disiplin, bilim olmasa bile en azından bir disiplin geliştirebilir miyiz, sorusunu soruyor. İki makale de 1976’da ve özel bir bağlamda yayınlanıyor. Daha sonra bu iki makale üzerine görüş bildiren yazarlar sürekli olarak şunu vurguluyorlar. Bu makaleler 1973’teki petrol krizi bağlamında, petrol krizinin hemen sonrasında kaleme alınmıştır. Dolayısıyla da belirli bir tarihsel bağlamı ifade etmektedirler. Nedir 1970’ler sonrası Edgar Morin ve bir miktar Béjin’in bağlamı? Bildiğiniz gibi 1973 petrol krizi Görkemli Otuzlar olarak da adlandırılan bir bolluk döneminin sonunu ifade ediyor. Bir kopuş bu anlamda. Ancak tabii Görkemli Otuzlar denilen döneme de biraz mesafeli yaklaşmak lazım. Çünkü bu konuda yazan yazarlar, özellikle de Wieviorka şunu söylüyor: Evet görkemliydi, şahaneydi ama kimler için? Yani hangi sınıflar için ve şöyle bir tespitte bulunuyor: 73’te petrol krizi bir dönemi kapatmıştır. Ama Görkemli Otuzlar sadece orta sınıflar için şahaneydi ve bu dönemin bir taraftan da Paris’in çeperlerinde çok hızlı bir gecekondulaşmanın başladığı da bir dönem olduğu hatırlatmasını yapıyor. Bu çerçevede Bouilloud, 2012’de Communications’da çıkan “De la ‘crisologie’ à la ‘risquologie’” başlıklı makalesinde[4] krizin kendi başına bir kanıt sunmadığını, bir şeyin belirtisi olmadığını ama daha derinden giden, kendini çok da belli etmeyen, belli belirsiz, içten içe işleyen birtakım gerilimlerin bir araya gelerek bir anda bir kopuş oluşturacak şekilde bir dönüşüme yol açması olduğunu ileri sürüyor. Zaten bu konuyu bir tarafa bırakırsak şöyle bir şey de var. Edgar Morin, Bejin’le birlikte kaleme aldığı giriş makalesinde bir saptamada da bulunuyor. On sekizinci yüzyıldan itibaren kriz kavramının bir eğretileme olarak kullanıldığını ve çok geniş bir alanda kullanıldığını düşünürsek şöyle diyor yazarlar: Aslında kriz çok geniş bir alanda bir açıklama biçimi haline gelmiştir ama öyle bir noktaya geldik ki kavramın kendisinin açıklanmaya ihtiyacı var. Aslında, diyorlar, analitik bir kavram olarak kriz, son derece yararlı bir kavram olabilecekken zaman içinde bir boş gösterene dönüşmüştür. Yani bir marazın, bir hastalığın teşhisine ve ne yönde seyredeceğine yönelik bir öngörü, bir tanımlama biçimi haline dönüşmüştür.

 

İkinci yazı Morin’in biraz önce sözünü ettiğim “Bir Krizbilim İçin” başlığını taşıyan makalesi. Fakat şöyle bir şey var. Aslında genel çerçevesi itibariyle bazı kolaylıklar sağlasa da Morin bir kriz bilime ihtiyacı dile getirmekle birlikte çok da işlevsel bir çerçeve içinden ele almıyor. Ve şunu da söyleyeyim. Edgar Morin’in 2020’de yine Kriz Üzerine başlıklı bir kitabı çıktı. Sürekli olarak kriz meselesine dönüyor. Hatta kovid nedeniyle kendisiyle yapılan bir söyleşi var. Şöyle bir şey söylüyor: Kriz bir toplumdaki gelişmeleri, dönüm noktalarını, kopuşları geriye dönük olarak tanımlama, açıklama fırsatı veren bir kavramdır; kriz, bir laboratuvardır. Toplumsal bir laboratuvardır. Ve bu arada da şunu vurguluyor: Kriz, bütün krizler, antagonistik güçleri içerir. Dolayısıyla da aslında Morin’in bütün bu anlattıklarından, külliyatından çıkan şey ile biraz umutvar olabiliriz. Yani kriz, bir korku iklimi yaratabilecek kadar önemli bir kopuşu temsil eder. Ama Morin’e göre umutvar da olabiliriz. Çünkü içinde birbiriyle çelişen, çatışan çok fazla unsuru içerir. Böyle baktığımızda bir tanım getirebiliriz belki. Aslında kriz kavramıyla kastedilen, ima edilen şey az çok istikrarlı, normal kabul edilen bir durum ya da bir dönemden bir rahatsızlığı, bir kopuşu, bir radikal dönüşümü ortaya koyan bir an ve aslında kriz kendinde bir anlamı olan bir şey değil, kriz öncesiyle var olan bir şey. Yani kriz; öncesi ile krizin olmadığı, az çok normal olarak tanımlanabilecek istikrarlı olarak kabul edilebilecek bir döneme göre kriz. Dolayısıyla da Morin’in iddiası şu: Krizle tanımlanan bir olguyu ya da ima edilen bir durumu anlamak için, tutarlı bir açıklama getirmek için belki de kriz kavramını bir tarafa bırakmak lazım. Benim de yakın olduğum bir görüş bu. Kriz kavramı kullanıldığı andan itibaren bir toplumsal siyasal ya da ekonomik olguyu anlamaya ket vuran, kilitleyen bir kavram. Dolayısıyla da mesela bu eleştiriyi yapan Morin’e yönelik eleştiriyi yapan Bouilloud şöyle bir şey diyor: Aslında bir kriz bilimden çok, diyor, bir risk bilimine ihtiyaç var. Ve burada risk bilimi derken de Ulrich Beck’e gönderme yapıyor. Beck’in risk anlayışı ve risk algısı üzerine yazdıklarına gönderme yapıyor.

 

Bu üç metin de aslında birtakım ipuçları veriyor belki düşünmemiz açısından ama şöyle bir şey var: Morin hem felsefeci hem sosyolog olduğu için -özellikle de son yıllarda- felsefeci tarafına ağırlık vererek, daha yukarıdan bir yerden anlatıyor ve aslında kriz biliminin bileşenlerinden söz ediyor ama bunu nasıl kullanacağız sorusuna ilişkin somut bir yanıtı yok. Bu çerçevede ben Deniz Türker’in Ayrıntı Dergi’de yer alan Mark Neocleous ile tartışmasından[5] çok yararlandım. Çünkü bütün bu tartışmalardan bağımsız olarak Neocleous şunu söylüyor: Aslında kriz kavramının bir zamanlar özellikle de Marksist gelenek içinde kullanıldığı biçimiyle gerçek bir eleştirel değeri vardı. Ve şöyle devam ediyor, 1970’li yıllarda Marksistlerin krize ilişkin Marksist kavrayışı nasıl kullandığını geliştirmeyi denediğini ve ona farklı biçimlerde başvurduğunu düşünün, diyor ve doğrudan birtakım yazarlardan ve yaptıkları çalışmalardan söz ediyor. Yani krizin analitik olarak nasıl ele alınacağına ilişkin somut örneklerle -ki bu verdiği örnekler arasında Habermas’ın meşruluk krizi çalışması var. James O’Connor’ın devletin mali krizi ve Stuart Hall ve meslektaşlarının krizin zapt edilmesi, policing, üzerine çalışmaları var- şunu söylüyor: Bütün bu çalışmalar, kriz kavramını işlevsel hale getirmek için bir çaba gösterdiler, özellikle de devlet meselesini tartışmanın odağına yerleştirdiler. Bu anlamda Neocleous’un da bir eleştirisi var. Yani Marksist eleştiri geleneği içinden çıkan kriz açıklamasıyla daha sonraki açıklamaları birbirinden ayırıyor ve şöyle diyor: Marx’tan ve ekonomi politiğinin eleştirisinden koparılarak yalnızca daha fazla polis önleminin, yeni yönetme biçimlerinin meşrulaştırılması için olayları ya da süreçleri etiketlemenin bir yolu olarak kullanılmaya başladı kriz. Yani her ne kadar analitik bir kavram olarak bizim argümantasyonumuzu, düşünme biçimlerimizi etkileyecek bir güce sahip olsa da aslında kriz kavramının kullanım biçimlerinin özellikle de kavramın kapsamının çok genişletilmesinin, esnetilmesinin sakıncalarına dikkati çekiyor ve şöyle devam ediyor: “Hatta daha da kötüsü sermayeyi yönetmek adına burjuva devlet tarafından kriz kategorisine el konulduğu ileri sürülebilir.”.

 

Şimdi bence bu çok önemli, çünkü kriz kavramını kullanacak mıyız, hangi anlamda veya hangi çerçevede kullanacağız tartışmasını yaparken belki kavramdan bütünüyle vazgeçmeden ama onu yine Marksist eleştiri geleneği içine bir kez daha yerleştirerek daha işlevsel, daha analitik bir kavram haline getirmek mümkün diye düşünüyorum. Yani biliyorsunuz, Koselleck aydınlanmanın muhafazakâr bir eleştirmeni. Edgar Morin başka bir gelenekten. Hümanist bir felsefeci. Ama biraz önce de söylediğim gibi işlevsel bir düşünme aracı çok da fazla sağlamıyor. Yani konuyu tartışıyor ama düşünme aracı vermiyor. Ama Neocleous’un yaklaşımı belki bize bir yol açabilir diye düşünüyorum. Şu anlamda söylüyorum, aslında yirminci yüzyılın ikinci yarısına baktığımızda, özellikle de 1948 sonrası İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi’yle açılan yola baktığımızda -tabii insan hakları hareketinin, rejiminin, söyleminin, dilinin çok farklı aşamaları var ama en son aşamayı ele alalım- aslında çok fazla yol da kat edildi. Yani bugün kriz olarak adlandırdığımız şeyin arka planında çok uzun bir mücadele ve bir yol var. İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi’nin benimsenmesinden önce dört insan hakları sözleşmesi varken, 1980’lere sadece Birleşmiş Milletler tarafından kabul edilmiş altmışın üzerinde insan hakları bildirgesi ve sözleşmesiyle giriliyor. Ve sadece bir sayısal artış değil bu. Aynı zamanda insan haklarını koruma mekanizmalarında, araçlarında da büyük bir gelişme oluyor ve niteliksel birtakım dönüşümler de yaşanıyor. O zaman 1948’i bir tarafa bırakalım. 60’lı yıllar Altın Çağ olarak, ikiz sözleşmelerin açtığı yoldan bir altın çağ olarak da tanımlanıyor. Bu Altın Çağ’dan krize, altmış küsur yıl içinde nasıl gelindi? Yani ne oldu? Belki kriz ile açıklayabiliriz bunu. Kriz kavramı olmadan da bir açıklama gayreti içinde bulunabiliriz. Ama ne oldu?

 

Şimdi iki sorumuz var. Ben sorulara geçmek istiyorum ve konuşmacılara söz vereceğim. Birinci sorumuz: “Son elli yılın insanlık durumunu tarif etmede en çok başvurulan kavramın kriz olduğu iddia edilirse yanlış olmaz. İnsanlığın karşı karşıya olduğu devasa sorunları anlamada ve çözmede vaat ettiği kadar işlevli mi bu kavram? Başka bir ifadeyle gerçekte bir krizden söz edilebilir mi? Ya da krizden ne anlamalıyız? İnsan hakları alanında kriz var mı?”

 

İlk sorumuz bu. Her bir konuşmacı beş dakika içinde bu soruya cevap vermeye çalışacak. İkinci bir sorumuz da olacak. Daha sonra da biraz daha ucu açık bir biçimde tartışma turu yapacağız. Sorularla, belki birbirimize sorduracağımız sorularla daha da inceltilmiş birtakım açıklamalara gitmemiz mümkün sanıyorum. Dört konuşmacımız var. Gönenç Hacaloğlu ile başlıyoruz.

 

Gönenç Hacaloğlu: Herkese merhabalar. Füsun Hocam size de ayrıca teşekkür ederim hem güzel başlangıcınız için hem de kriz kavramına ilişkin ontolojik açıklamalarınız için; sağlam bir başlangıç yapmamızı sağlamış oldu. Ben de biraz elimden geldiğince bıraktığınız yerden ele almaya çalışayım kriz kavramına ilişkin olarak.

Şimdi ben kriz kavramını aslında biraz geleneksel bir ifadeyle biraz da aslında Neocleous’un duysa muhtemelen eleştireceği ve kızacağı bir şekilde “yönetenlerin eskisi gibi yönetemediği, yönetilenlerin de eskisi gibi yönetilmek istemediği bir durum” olarak okuyorum. Aslında biraz da yetmişlerden kalma bir Marksist eleştiri ekolüne uygun olarak. Şimdi burada bence böyle tanımladığımız zaman her ne kadar tek başına olumsuz bir anlamı varmış gibi görünse de kriz kavramı sizin de belirttiğiniz gibi bir umudu da içeriyor. Çünkü kriz aynı zamanda bir tarihsel toplumsal sistemin dönüşümüne gebe olan bir süreci ifade ediyor. Mao’nun “gök kubbenin altında muhteşem bir kaos var, vaziyet harika” sözüyle dile getirdiği gibi, aslında başka bir tarihsel toplumsal sisteme geçiş süreci olarak ifade edilebilecek bir durum anlamına da geliyor bence.

 

Şimdi, bu tanımı, yani yönetenlerin eskisi gibi yönetemediği yönetilenlerin de eskisi gibi yönetilmek istemediği durum tanımını ulusal değil, küresel ölçekte düşündüğümüz zaman, insan haklarıyla ve insan haklarının içerisinde bulunduğu krizle bağdaştırabiliriz, bağlantısını kurabiliriz gibi geliyor bana. Çünkü aslında bugün yerkürenin içerisinde bulunduğu kriz küresel kapitalist sistemin ve bununla ayrılmaz bir tarihsel bağlantı içerisinde olan Batı hegemonyasının krizi. Şimdi burada insan hakları kavramının özel bir önemi var. Çünkü bugün küresel kapitalist sistemin jeokültürü olarak adlandırabileceğimiz liberalizm açısından insan hakları çok kilit bir kavram olarak kullanılıyor. Aslında tarihsel olarak baktığımız zaman da bu tutarsız bir durum değil. Fransız İnsan ve Yurttaş Hakları Bildirgesi’yle Fransız Devrimi’nin ardından ortaya çıkan ideolojilerin bu anlamda bir tutarlılık içermesi ve tarihsel olarak da uyuşması, en azından liberal ideoloji açısından tutarsız değil. Bu yüzden de zaten insan hakları ideolojisi, tırnak içerisinde söylüyorum, işte tarihin sonundaki ideoloji, yenilgilerin ideolojisi, ideolojilerin sonundaki ideoloji gibi adlandırmalara sahip, özellikle egemen liberal paradigma bakımından.

 

Bu noktada küresel kapitalizmin krizi aynı zamanda şu demek: Batı hegemonyası ve kapitalist sistemin yerkürede egemen olduğu zamandan bu yana liberalizmin insanlığa vadettiği şeylerin gerçekleşmediği, tam tersine büyük bir yıkım ve yoksulluk dalgası getirdiğini görüyoruz. Bu noktada aslında liberalizme ait olan, liberalizmin kilit kavramları da egemen anlamıyla, liberalizmin kullandığı biçimiyle insan hakları kavramı da inandırıcılığını yitirmiş oluyor ve bu inandırıcılığın yitimi insan hakları açısından insan haklarına saygı duymaktansa insan hakları kavramına yönelik bir öfkeye ve nefrete sebep oluyor. Kültürel görelilik yandaşlarının insan haklarına yönelik eleştirilerini düşündüğümüz zaman örneğin.

 

Şimdi bu noktada ben özellikle aradaki bu açının nasıl açıldığına ilişkin, yani insan haklarının inandırıcılığının nasıl ortadan kalktığına ilişkin bir iki örnek vermek isterim. Aslında meşhur bir tartışma on altıncı yüzyılda Amerikan yerlilerinin köleleştirilmesi zamanında Las Casas ile Sepulveda’nın, iki meşhur ilahiyatçının yaptıkları tartışma. Bu bağlamda insan haklarının kullanımı açısından, araçsallaştırılması açısından on altıncı yüzyıldaki Hristiyanlaştırma kavramından ya da işte daha sonrasında İngilizlerin uygarlaştırma misyonunu kendilerine yüklemesinden ve Hindistan’daki sömürgeleştirme faaliyetlerinden pek farklı olarak kullanıldığını düşünmüyorum, en azından araçsal olarak. Çünkü aslında baktığımız zaman ABD de Afganistan ve Irak’a müdahale ederken çok benzer argümanlar kullanıyordu. Adına Hristiyanlık demiyordu. Uygarlaştırma diyordu. İnsan haklarının ve demokrasinin getirilmesi, yayılması diyordu. Burada aslında on altıncı yüzyıldan bu yana Batı hegemonyasına ait güçlerin çeşitli kavram setlerini kendi işlerine geldiği gibi kullanabildiklerini görüyoruz, bu üç örneğin ortak noktası bu bence. Bu bağlamda insan hakları egemen anlamıyla merkez kapitalist ülkelerin, çevre ülkelere yönelik müdahalelerini haklılaştırma argümanı olarak kullanıldığı için inandırıcılığını yitiriyor. Bir nokta bu bence altının çizilmesi gereken. Ve insan haklarının krizi diyebileceğimiz bir nokta.

 

İkinci nokta da şöyle. Onu da hemen çok kısaca ifade ederek bitirmeye çalışayım. Yurttaşlık kavramı ve insanların yurttaş adı altında eşit kılınmaya çalışılması. Ama bu bir yanılsama. Yani liberal egemen insan hakları ideolojisi açısından bir yanılsama çünkü aslında yurttaş dediğimiz insanlar iddia edildiğinin aksine gerçek hayatlarında, gerçek yaşamlarında tamamen eşit insanlar değiller. Bir kadınla erkeği ya da işçiyle burjuvayı eşit addetmemiz mümkün değil. Hatta bununla birlikte bu insanların eşit haklardan yararlanmasının yegâne yolu bir sömürü ilişkisinde sömürülen tarafın sömüren tarafa karşı örgütlü mücadelesinden geçiyor ama egemen insan hakları ideolojisi, siyasetin konusu olması gereken bu meseleyi aslında siyaset yerine ikame etmeye çalışıyor. Bu ikame etme stratejisine de insan haklarının ideolojisizleştirilmesi, ideolojiler üstü olarak adlandırılması eşlik ediyor. Bu siyasetsizleştirmeyle birlikte yurttaş kavramı altında aslında gerçek hayatında eşit olmayan insanlar eşitmiş gibi bir yanılsama yaratılıyor. Bu da insan haklarına yönelik inandırıcılığın azalmasına sebep oluyor diye düşünüyorum. Kısaca böyle toparlamış olayım.

 

Füsun Üstel: Ezgi Duman ile devam edeceğiz.

 

Ezgi Duman: Merhabalar herkese. Ben de önceki konuşmalar için teşekkür ediyorum. Bana böyle bayağı az bir şey kalmış oldu söyleyecek. Ben şeyi belki söyleyebilirim ilk başta, bir şekilde kısmen habersiz, kısmen haberli herkesin mistik bir yere vurgu yaparak başladığını düşünüyorum. Siz de Füsun Hocam aslında Koselleck’e atıf yaparak, Tanrı yargısı anlamında kullanılan krizden bahsettiniz. Aynı şekilde Gönenç Hoca’nın yazısında da zaten Hristiyanlık meselesi, ilahiyat meselesi vardı. Ben de Benjamin ve Derrida üzerinden birazcık bunlara değinmeye çalışmıştım yazımda da. Aslında orada tabii mevzuyu krize bağlayan yerde biraz Machiavelli’den esinlenerek yaptığım da bir vurgu vardı. Çünkü Machiavelli ve ona atıfla Baumann şöyle diyor: Tanrı’nın mucizeleri varsa egemenlerin de devletlerin de istisna halleri vardır. İşte istisna hali dediğimiz şey de aslında kriz anlarında ortaya çıkan bir şey. Ama tabii buradan tam da Füsun Hocam sizin açtığınız yerden “Kriz anı diye bir şeyden bahsedebilir miyiz?” sorusuna geliyoruz. Yoksa biz hep kriz anında mıyız? Ve hukukun kriz anındaki müdahalelerini biz spesifik, belli dönemlere has, yani gerçekten olağanüstü hal, istisnai hal olarak değerlendirebilir miyiz? İkinci soruya cevap verirken zaten tartışırız tekrardan ama hele şu günlerde herhalde hiç böyle diyemeyecek bir duruma geldik.

 

Aslında birazcık “Kriz kavramından söz edilebilir mi?” sorusunu sormak gerek, bence söz edilebilir. Boş gösteren olması, boş gösteren haline gelmesi durumu, ezilenlerin elinde ya da hak talebinde bulunanların elinde olumlu bir şeye de çevrilebilir. Kesinlikle o konuda da katılıyorum, bunun farklı suretlerinin olmasına. Ama aynı zamanda şundan kaynaklı da krizden söz edilebileceğini düşünüyorum. Yani tam da zaten kriz hukukun ya da muktedirin oluşturduğu çerçevenin o düzene mündemiç olarak daimî olarak var olan bir şey. Yani bir anda ortaya çıkan ve şimdi müdahale edilen bir şey değil. Neden? Çünkü bir kendini tasdik kaygısı var burada. Yani muktedirin kendisini tasdik etmesi için hukuka ihtiyacı var. Ama aynı zamanda hukukun içerisindeki kriz potansiyeline ihtiyacı var. Yeniden ve yeniden bunu yapması gerekiyor. Ama bir anlamda dediğim gibi demin, aynı zamanda mesela birden Gülabi Aksu’nun gözyaşlarıyla karşılaştık. O fotoğrafı gördük. Sosyal medyada yayıldı. Bence bu da bir kriz. Bu krizin karşısında Emniyet Müdürlüğü bile açıklama yapmak zorunda kaldı. Migros İcra Kurulu Başkanı bile “Gülabi abimiz işe dönsün” dedi ve muktedirler krize ilişkin bir şey yapmak zorunda kaldılar. İşçilere haklarını vermek zorunda kaldılar. Bir emniyet müdürlüğü bile Türkiye’de çıkıp, bir kolluk amiri bile çıkıp “Biz de memnun değiliz o görüntülerden, biz de üzüldük” gibi şeyler söyledi. Yani o yüzden krizin gerçekten boş gösteren olmasını belki sadece böyle olumsuz bir şey olarak da düşünmeyebiliriz. Ama bence burada “İnsan hakları alanında kriz var mı?” sorusuna cevap verirken belki boş gösteren kavramı benim için krizli bir noktaya geliyor. Çünkü ben açıkçası insan hakları kavramını da bir boş gösteren olarak ele almamız gerektiğini düşünüyorum, hak kavramını da.

 

Bugün sizin de bahsettiniz gibi tıka basa haklarla dolu bir dönemden geçiyoruz. Yani sayısız metin, her gün yeni bir içtihat ortaya çıkıyor. Ama baktığımız zaman bu kadar çok hakkın olduğu bir yerde artık hiçbir hakkımızın olmadığı bir dünyada yaşıyormuşuz gibi bir durum söz konusu. Ben açıkçası hukuka mündemiç o kriz halinin ya da istisna halinin insan haklarından, insan hakları hukukundan azade düşünülemeyeceğini düşünüyorum. Hatta tam tersine kriz ya da krizle beraber devletlerin ilk verdiği tepki olarak istisna hali dediğimiz şey aslında tam da zaten insan haklarının askıya alınabileceği bir hali ifade ediyor. Biz tam da istisna hali kapsamında “Bir dakika, bir saniye, olağanüstü hal ilan etmeyin, kanun hükmünde kararname çıkarmayın, ne oluyor” derken, aslında “İnsan hakları var” derken buluyoruz kendimizi. Yani tam bu noktada insan hakları alanında kriz var mı? Biraz o, aslında başından beri ilahi yasa, yasanın mistik temeli dediğimiz şey ve şiddetle yasanın ilişkisi “Ben yasayım, buradayım varım, uygulanacağım, uygulanmak zorunda değilim ama uygulanma durumum, her zaman potansiyelim burada var, imkânım var ve ben bu icra edilebilirlik (enforcibility dediği Derrida’nın), bağlamında her zaman buradayım” dediği anda var olan bir şey var. İnsan hakları metinleri de ne yazık ki bundan azade değil.

 

Bunu tabii ki umutsuz bir yerden söylüyorum, ama umutsuz olma cesaretiyle. O imkânsızı, imkânlı olanla imkânsız olan arasındaki yerde zaten hakları elde ettiğimizi söylüyorum. Bundan kaynaklı yine de o aralıkta her zaman için koşuşturmak gerektiğini söylüyorum, -bu toplantıyı yapmak gibi mesela. Bu da bir koşuşturma, o aralıkta benim için. Yani tam da bunu yapmak gerekiyor bir yandan. Ama mündemiç olanı da görerek diye düşünüyorum. Bunları ekleyebilirim.

 

Füsun Üstel: Teşekkür ederim, Kerem Altıparmak’a sözü veriyorum.

 

Kerem Altıparmak: Ben herhalde bambaşka bir yerden bakacağım. Ama bir bakıma da iyi galiba, böyle farklı disiplinlerden -ve hatta, işte, artık ben üniversitede olmadığım için disiplin dışı sayılabiliriz- olmamız da var.

 

Şimdi, ben insan hakları kavramının bir krizin ürünü olduğunu öncelikle vurgulamak istiyorum. Çünkü iki tane büyük sekmesi var. Bir tanesi, İkinci Dünya Savaşı sonrasındaki Evrensel Bildirge ve onun vaat ettikleri ama daha önemli olanı sizin söylediğiniz İkiz Sözleşmeler ve sonrasındaki normlaşma dönemi. Kendi başına bir ideoloji aslında insan hakları. Ve bu ideolojinin iddiası aslında şuydu: Hukuki perspektiften baktığınız zaman insanı sadece ulusal hukukun değil ve bu anlamda sadece egemenin tebaası olarak değil uluslararası hukukun bir süjesi haline getirilmesiydi bu ideolojinin en kritik yanı. Ne kadar farklı dayanakları olursa olsun bunun temel dayanağı da doğal hukuktu. Yani doğal hukuktan kaynaklanan bir hakkın uluslararası hukukta da tanınması gerektiğine dair bir inanç. Bu inanç o kadar yaygın ve güçlü bir şekilde dalga dalga geldi ki bir yandan sizin ifade ettiğiniz sayısız uluslararası sözleşmeleri ve bildirgeleri ve hak enflasyonunu karşımıza çıkardı ama bir yandan da gerçekten hukuksal bir kavram haline getirmek için uluslararası mekanizmaları hayatımıza soktu. Bunu en yoğun yaşayan coğrafyalardan biri de Türkiye. Çünkü bu mekanizmalar arasında en önemli olanı Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi ve ulusal hukuku, hak anlayışını ve bazı şeylerin aslında ilerletilmesini sağlayan temel bir dinamik de oldu Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi. 90’ların sonunda Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi için çok sıklıkla şu ifade edilirdi: “Kendi başarısının mağduru oldu”. Burada ifade edilen şey çok başvuru almasıydı. Ama bu sadece çok başvuru almanın ötesinde bambaşka bir anlam içeriyor tabii.

 

Ulusların birbiriyle ilişkisi üzerinde bu kadar belirleyici olan bir mekanizmanın dönüştürülmesi ve tekrar egemenlerin kontrolü altına girmesi de kaçınılmaz bir şeye dönüşüyor. Onun için kriz dediğimiz zaman ben şöyle basit bir şekilde özetlenebileceğini düşünüyorum insan hakları açısından. İnsan hakları mekanizması ve insan hakları hukuku kavramı çaresizliğe karşı üretilmiş bir araç, içerik, anlamdı. Daha somutlaştırmak gerekirse bir şeyi hatırlatmak isterim. Tahir Elçi öldürülmeden önce bir konuşmamızda şöyle bir şey söylemişti. Köyleri yakılan, yakınları kaybedilenler onu ziyarete geldiklerinde “Dünya Mahkemesi’ne de gidecek misin?” diye sorarlarmış. Dünya Mahkemesi demelerinin nedeni, derdi, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi için, onu bu dünyada gidilebilecek son yer olarak görmeleriydi. Sonrasını ahirete bırakıyorlar. O yüzden oraya Dünya Mahkemesi diyorlar. Yani çaresizlik duygusunun giderildiği bir adres olarak görülüyordu Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi. Sembol olarak Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’ni söylüyorum ama bir bütün olarak uluslararasılaşmış insan hakları hukuku ve mekanizmaların tümü için de bunu söyleyebiliriz. Şimdi tam da bu nedenle krizde olduğumuzu düşünüyorum. Çünkü birçok insan için artık böyle bir hayal, bir beklenti yok. Biz Barış İçin Akademisyenleri için hazırladığımız başvuruda da gördük. Birçok arkadaş artık umudunu kesmiş durumda Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nden. Ya da sosyal medyada sıklıkla görüyorsunuz. İşte ihraç edilmiş, Esra’yla Hülya’nın yazısında gördüğümüz sokağa çıkma yasağının mağduru olmuş, ağır insan hakları ihlallerinin mağduru olmuş insanlar, devletlerin insan hakları hukukunu tekrar üretirken yarattıkları çarklar arasında o çaresizliği gidermenin imkânsız hale geldiğini görmeye başladılar. Ve o çaresizlik sürekli bir şey etrafında dönme duygusu yaratıyor. Yani ortada bir hukuk var. O hukukun yarattığı sürekli mekanizmalar var. Yeni başvuru yolları, yeni mahkemeler, yeni hak kategorileri. Ama çözüm üretmek konusunda tam da insan haklarının iddia ettiği ve vadettiği işte o altmışlardan sonraki zenginleşmeyi sağlayan şeyin artık orada olmadığını görüyoruz. Bu da “Kendi başarısının mağduru oldu” söyleminin aslında sadece başvuru sayılarıyla ilgili olmadığını gösteriyor bize.

 

Bir yandan sayılar arttığı için sistem tıkanıyor doğru ama bir yandan da gerçekten etkili bir insan hakları mekanizması devletleri rahatsız ediyor. Bir başka deyişle başarılı olmak, o başarıyı istemeyen egemen devletlerin mağduru olmayı da kaçınılmaz kılıyor. Yani insan haklarının gerçekten etkili bir ideoloji olması onun bir krize girmesini de kaçınılmaz kılıyor. Enteresan bir paradoks var orada. Yani tam da başarılı olma potansiyeli taşıdığı için, egemenliği sınırlandırmaya gerçekten potansiyel bir aday olduğu için ve bir adalet ideolojisi haline gelme riski olduğu için dişsiz bırakılması, pençesiz ve güçsüz bırakılması kaçınılmaz olan bir şey olarak gözüküyor bana. Bu obezitesi, yani insan hakları alanının obezitesiyle hareket edemezliği arasında bu nedenle kaçınılmaz bir ilişki olduğu kanaatindeyim ben. O yüzden ben kriz kavramının çok önemli bir kavram olduğu kanaatindeyim ve insan hakları gerçekten büyük bir kriz içerisinde şu anda.

 

Füsun Üstel: Teşekkür ederim. Gamze Rezzan Sarışen’le devam ediyoruz.

 

Gamze Rezan Sarışen: Çok teşekkürler. Belki ben de şöyle devam edebilirim. İnsan haklarını korumak için, devlet iktidarını sınırlamak adına özellikle ‘45 sonrası gelişen ve sizin de belirttiğiniz gibi niteliksel olarak da dönüşen, çeşitlenen insan hakları rejimi aslında biraz önce Kerem Hoca’nın söylemiş olduğu gibi bu işlevini, bu vasfını da kaybetme noktasında. Aslında hakları korumak için kurulan bir rejim, egemenlerin kontrolü altına girme noktasında ve bu konuda da artan örneklerle karşılaşıyoruz.

 

Belki İnsan Hakları dilinin ya da kavramlarının kendisine de tekrardan dönüp bakmak iyi olabilir. Yani insan hakları dediğimiz, demokrasi dediğimiz, hukukun üstünlüğü dediğimiz kavramlar artık gündelik siyaset dilinin çok sıradan referans noktaları olmaya başladılar. Devletler birçok hukuk dışı eylemlerini, ulusal ya da uluslararası düzeydeki eylemlerini meşrulaştırmak için aynı kavramları kullanmaya başladılar. Yani böyle bir de çelişki doğmaya başladı. İnsan hakları söylemi içerisinde bu meşrulaştırma, haklı göstermeye çalışma çabasının yanında aslında zaman zaman bağlı oldukları uluslararası kurumların mekanizmalarını da kullanarak bunu yapmaya başladılar. Bunu aslında biraz tehlikeli bir durum olarak da görmek gerekir. Yani birçok devlet aslında kendi yapmış olduğu hak ihlallerini bir şekilde aynı dili kullanarak aynı yöntemleri kullanarak meşrulaştırma yoluna gidiyor.

 

İnsan haklarının ulusal düzeyde korunmasında uluslararası koruma mekanizmalarının giderek etkisinin azalmakta olduğunu görüyoruz. Geçen hafta Freedom House 2022 Dünya Özgürlük Raporu’nu açıkladı, bu rapora baktığımızda şunu görüyoruz: Dünya nüfusunun sadece yüzde yirmisi, özgür kabul edilen ülkelerde yaşıyor. Diğer bir deyişle, her on kişiden sekizinin kısmen özgür ya da özgür olmayan ülkelerde yaşamakta olduğu görülüyor. Rapora göre, 1997’den beri insan hakları korumasının ulusal düzeyde giderek aşındığı, işlevsizleştiği de bir dönem söz konusu. Türkiye gibi hak ihlallerinin yoğun yaşandığı yerlerde uluslararası insan hakları mekanizmalarının hak ihlalleri önlemekte etkin olarak kullanılması sekteye uğramış durumda. Dolayısıyla gelinen noktada aslında 1945 sonrasında kurumsallaşan insan hakları rejiminin dünya genelinde insan hakları ve özgürlüklerine yönelik artan tehditleri ve hak ihlallerini önlemede caydırıcı bir etkide bulunamadığını görüyoruz. Teşekkürler.

 

[1] Reinhart Koselleck, Politik ve Sosyal Dilin Semantiği ve Pragmatiği Üzerine Araştırmalar, İletişim Yayınları, İstanbul, 2009, s. 209-224.

[2] André Béjin, Edgar Morin, “Introduction”, Communications, no. 25, 1976.

[3] Edgar Morin, “Pour une crisologie”, Communications, no. 25, 1976.

[4] Jean-Phlippe Bouılloud, “De la ‘crisologie’ à la ‘riscologie’”, Communications, no. 91, 2012/2.

[5] Mark Neocleous & Deniz Türker, Sistemler ve Bedenler: Mark Neocleous ile Söyleşi, Ayrıntı Dergi, no. 39, 2022.

 

Ortaöğrenimini Notre Dame de Sion Fransız Kız Lisesi’nde, yüksek öğrenimini Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi’nde tamamladı. 1982’de İstanbul Üniversitesi İktisat Fakültesi Uluslararası İlişkiler Bölümü’nde araştırma görevlisi oldu. “Türk Ocakları (1912-1931)” başlıklı teziyle A.Ü Siyasal Bilgiler Fakültesi’nden doktor unvanını aldı. Marmara Üniversitesi Fransızca Kamu Yönetimi Bölümü ve Galatasaray Üniversitesi Siyaset Bilimi Bölümü’nde öğretim üyesi olarak çalıştı. 2017’de emekliye ayrıldı. İmparatorluktan Ulus-Devlete Türk Milliyetçiliği: Türk Ocakları (1912-1931); Yurttaşlık ve Demokrasi; “Makbul Vatandaş”ın Peşinde – II. Meşrutiyet’ten Bugüne Vatandaşlık Eğitimi; Türkiye’de Ermeniler: Cemaat, Birey, Yurttaş (G. G. Özdoğan, F. Kentel ve K. Karakaşlı ile birlikte) ve Kültür Politikasına Giriş: Kavramlar, Modeller, Tartışmalar başlıklı kitapları ve milliyetçilik, vatandaşlık ve kültür politikasıyla ilgili makaleleri yayımlanmıştır. 2004’te Afet İnan Tarih Araştırmaları Ödülü’nü, 2018’de Mülkiye Büyük Ödülü’nü aldı.

2018 yılında İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi’nden mezun oldu. Yüksek lisansını İstanbul Üniversitesi Kamu Hukuku Anabilim Dalı’nda 2021 yılında tamamladı ve Galatasaray Üniversitesi’nde kamu hukuku doktorasına başladı. Halen İstanbul Gedik Üniversitesi Hukuk Fakültesi’nde araştırma görevlisidir. Uluslararası kamu hukuku, dünya-sistemleri analizi, emperyalizm ve yeni-sömürgecilik alanlarında çalışmalarını sürdürmektedir.

Lisans öğrenimini Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesi’nde tamamladı. Ankara Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü’nde genel kamu hukuku- insan hakları alanında yüksek lisans yaptı. Şu anda aynı program kapsamında doktora çalışmalarına devam etmektedir. 2011 yılından beri İstanbul Barosu’na bağlı olarak avukatlık mesleğini icra etmektedir. Çeşitli sivil toplum kuruluşlarında, hapishaneler, ayrımcılık, kadın, LGBTİ+ ve mülteci hakları üzerine gönüllü ve profesyonel çalışmaları olmuştur. “Leviathan’dan Neoleviathan’a Suç Ceza Hapsetme” isimli bir kitabı bulunan ve çeşitli dergilerde ve kitap derlemelerinde yazıları yayınlanmış olan Duman’ın temel ilgi alanları eleştirel hukuk felsefesi, devlet kuramları, psikanaliz, suç ve ceza politikaları, feminizm ve queer teoridir.

2018 yılı sonuna kadar Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi’nde insan hakları hukuku alanında öğretim üyesi olarak çalışmıştır. Lisansını Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesi’nde tamamlamış; yüksek lisansını aynı üniversitenin kamu hukuku bölümünde doktorasını ise Leeds Üniversitesi’nde tamamlamıştır. Altıparmak, 2017 yılı sonunda kapatılana kadar AÜ SBF İnsan Hakları Merkezi Müdürü olarak görev yapmıştır. Altıparmak, üniversite dışında da insan hakları örgütleriyle çok sayıda projede rol almıştır. 2007 yılından beri İnsan Hakları Ortak Platformu çatısı altında yürütülen çalışmaları arasında Türkiye’de AİHM Kararlarının Uygulanmasının İzlenmesi ve Cezasızlıktan Sorumluluğa programları bulunmaktadır. Altıparmak bunun yanında İstanbul Bilgi Üniversitesi öğretim üyesi Prof. Dr. Yaman Akdeniz’le bir dizi ifade özgürlüğü projesi yürütmüştür. Türkiye’de Demokratikleşme ve İfade Özgürlüğü programı kapsamında hukukçuların konuya ilişkin bilgilerinin artırılması yanında gazeteci, insan hakları savunucuları, akademisyenler gibi ifade özgürlüğü hak mağdurlarına hukuksal destek de verilmiştir. Bu kapsamda Altıparmak ve Akdeniz, Türkiye’de YouTube ve Twitter’a uygulanan engellemeyi Anayasa Mahkemesi’ne, bir diğer YouTube engellemesini ise Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’ne yaptıkları başvurular sayesinde kaldırtmayı başarmıştır. Altıparmak çalışmaları nedeniyle şu ödüllere layık görülmüştür: Türkiye Yayıncılar Birliği (2014), Halit Çelenk Hukuk Ödülü (2015), Columbia Üniversitesi Global İfade Özgürlüğü Ödülü (2016), Türkiye Gazeteciler Cemiyeti Basın Özgürlüğü Ödülü (2016), Fransız-Alman İnsan Hakları ve Hukukun Üstünlüğü Ödülü (2017). Altıparmak’ın araştırma konuları arasında Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi, ifade özgürlüğü, işkencenin önlenmesi, hak kuramı ve cezasızlık bulunmaktadır.

Lisan derecesini Boğaziçi Üniversitesi Siyaset Bilimi ve Uluslararası İlişkiler bölümden aldı. Marmara Üniversitesi AB Enstitüsünde ve Essex Üniversitesi’nde İnsan Hakları Hukuku alanında yüksek lisans yaptı. 2005-2022 arası Tarih Vakfı, İsveç merkezli Raoul Wallenberg İnsan Hakları ve İnsancıl Hukuk Enstitüsü, Avrupa Konseyi ve Uluslararası Af Örgütü’nde çalıştı. Eşit Haklar için İzleme Derneği üyesidir. Çalışmalarına bağımsız devam etmektedir.

©2021  blog.insanhaklariokulu.org.
Tüm hakları saklıdır.

web tasarım: mare.design

E-bültenimize abone olarak duyurularımızdan haberdar olabilirsiniz.

Yayınlanan yazıların içerikleri sadece yazarların sorumluluğu altındadır ve Hollanda Büyükelçiliği ve /veya KAGED’in görüşlerini yansıtmak zorunda değildir.