AYM Tartışmalarının Meşruiyet Üzerine Düşündürdükleri

Bu yazıyı Yargıtay 3. Ceza Dairesi’nin Anayasa Mahkemesi’nin (AYM) Şerafettin Can Atalay kararının ardından verdiği 8 Kasım 2023 tarihli kararına karşı gelişen tepkiler üzerine yazıyorum. Yazıya meşruiyet kavramının çoğunlukla kullanılan biçimine karşı çıkarak başlayacağım. Bunun yerine meşrulaştırma süreçlerine ve “algılanan meşruiyet” kavramına odaklanmayı öneriyorum. Bu kavramsal değerlendirmelerin ardından, Türkiye’de hukukun meşruiyet kaynağı olma özelliğini kaybetmesinin nedenlerine dair bazı izlenimlerimi paylaşacağım.

 

Meşru olan ve gayrimeşru olanı birbirinden ayıran sınırlar bulunduğunu varsayan statik meşruiyet kavrayışını geride bırakmak gerektiği kanısındayım. Bunun yerine sürekli meydana gelen meşrulaştırma ve gayrimeşrulaştırma süreçlerinin sonucu olan akışkan bir meşruiyetten söz etmek daha doğru olacaktır. Yani, bir takım meşrulaştırma ve gayrimeşrulaştırma mekanizmaları sürekli olarak çeşitli bağlamlarda algılanan meşruiyeti dönüştürmektedir. Meşru olanı gayrimeşru olandan ayıran kesin sınırlar olmadığı gibi, algılanan meşruiyet de bağlama, aktöre, zamana ve mekâna bağlı olarak değişmektedir.

 

Meşruiyet bir şeyin neden gerçekleştiğini ve neden tam da gerçekleştiği biçimde gerçekleşmesi gerektiğini açıklamamızı sağlar. Farklı kitlelere yapılacak olan açıklamalar farklı referanslar içerir, aynı eylemin algılanan meşruiyeti bir kitle için bir kaynağa başka bir kitle için farklı bir kaynağa atıf yapılarak güçlendirilir. Burada eleştirel söylem çalışmaları okulunun önde gelen akademisyenlerinden Theo van Leeuwen’e atıfla meşruiyetin üç ana kaynağı olduğunu söyleyebiliriz: a) otorite, b) ahlak ve c) akıl. Bir meşruiyet kaynağı olarak hukuk, otorite başlığının altındaki alt başlıklardan biri. Hukukî olanı otorite başlığı altında kalarak, örneğin geleneklerin-göreneklerin otoritesi üzerinden de gayrimeşrulaştırabiliriz. “Atalarımız dedelerimiz kaç yüz yıldır böyle yapmışlar, dünkü yasaya göre biz başka türlü mü yapacağız” sorusunu sorabiliriz örneğin. Hukukî olanın algılanan meşruiyetini ahlak üzerinden de zayıflatabiliriz, Nazi hukuku bu şekilde gayrimeşrulaştırılabilir. Benzeri bir şeyi akıl, yani rasyonalite, üzerinden de yapabiliriz, mesela çağın gereklerine uygun olmadığı gerekçesiyle Suudi Arabistan’ın şeriat hukukunu gayrimeşrulaştırabiliriz. Her ne kadar bazı akademik disiplinlerde hukukî olan ve meşru olan neredeyse eşanlamlı biçimde kullanılsa da aslında hukuk birçok meşruiyet kaynağından yalnızca biridir. Birçok bağlamda çeşitli aktörlere göre meşruiyet kaynağı olma özelliğini kaybetmiştir, bu durum Erdoğan Türkiye’sine özgü değildir.

 

Gerçeklik, insanın dışında verili olan bir şey değildir. Gerçekliği biz inşa eder, sürekli olarak dönüştürürüz. Bunun doğal sonucu olarak, nasıl çok fazla “biz” varsa aynı şekilde çok fazla da gerçeklik vardır. Bunların bir kısmı iç içe geçmiş durumdadır. Biz de gündelik yaşamımız sırasında bazen bu gerçekliklerin birinden çıkıp diğerine geçer, bazense birkaç gerçeklikte eşzamanlı olarak bulunuruz. Her türlü kurum, yapı, söylem bizim tutumlarımız ve davranışlarımızdan doğru sürekli olarak dönüşür veya yeniden üretilir. Neyin meşru neyin gayrimeşru görüldüğü hem gerçekliklerden birinden diğerine geçtikçe farklılaşır hem de gerçekliklerin kendi içinde meşrulaştırma ve gayrimeşrulaştırma süreçlerinden doğru sürekli dönüşüm halindedir. Peter L. Berger ve Thomas Luckmann’ı takip ederek söyleyebiliriz ki meşrulaştırma, içinde bulunduğumuz gerçekliği ve onun kurumlarını hedef aldığımız kitlelere kabul edilebilir bir biçimde sunabilmektir. İçinde bulunduğumuz gerçeklikte hukuk biz onu ne kadar meşru görüyorsak o kadar meşrudur. Tıpkı ahlak gibi.

 

Türkiye’de hukukun bir meşruiyet kaynağı olarak gücünü yitirmesi yeni değil. Birçok farklı aktörün gözünde AYM de dahil olmak üzere yargı organları meşrulaştırıcı gücünü zaten büyük ölçüde yitirmişti. Bu yalnızca muhalif aktörler için değil, hükümet yandaşı aktörler için de geçerli. AYM lehte karar verince övülüp aleyhte karar verdiğinde yerilen bir kuruma dönüşmüştü. Mahkeme kararlarının bir grup hukukçu ve yargı organları dışında neredeyse hiçbir aktörün gözünde meşrulaştırıcı/gayrimeşrulaştırıcı bir rolü kalmamıştı.

 

Altını çizmek adına tekrarlıyorum. Neyin meşru olup neyin meşru olmadığını biz belirliyoruz. Bir takım ahlak kuralları, dinsel öğretiler, gelenekler, hukuki metinler ve benzeri akla gelen ne varsa içinde bulunulan bağlamda eyleyen aktörlerin meşrulaştırdığı kadar meşru, gayrimeşrulaştırdığı kadar gayrimeşrudur. Otorite ve ahlak kökenli meşruiyet kaynaklarının etkisinin zayıflaması Türkiye’ye özgü bir olgu değil, birçok ülkede bunun örnekleri görülüyor. Bunun yerini akla, rasyonaliteye dayanan spesifik bir meşruiyet kaynağı alıyor. Burada bahsettiğim meşrulaştırma biçimi “hakikat”e  odaklanan akılcı meşruiyet biçimlerinden farklı. Çıkarı, faydayı öne çıkaran, bir şeyden yarar elde edilecek olmasını, kârı, verimliliği en büyük meşrulaştırma aracı olarak kullanmaya müsaade eden bir tür pragmatizmden söz ediyorum.

 

İlkelerin, ideolojilerin, düşüncelerin, inançların yerine istenen yönde sonuç alabilmeyi öne çıkaran bir pragmatizm anlayışı birçok gerçeklikte eski meşruiyet kaynaklarını yerinden etmekte. Öyle ki hakikatle doğrudan ilişki kurma iddiası olan bilim ve din gibi alanlarda bile pragmatizm temelli meşruiyet anlayışının hakimiyet kurduğunu görüyoruz. Bu dönüşümün neoliberalizmle ilişkili olduğu kanısındayım.

 

2021’de yayımlanan bir makalede[1] 2014 ve 2019 yerel seçimlerden sonra BDP ve HDP belediyelerine kayyum atanmasını otoriter neoliberalizmle ilişkilendirerek incelemiştim. Burada kafamı kurcalayan soru şuydu: Kayyum gibi bir uygulama 2015 sonrası Erdoğan Türkiye’sinde nasıl mümkün olabildi? 1999’dan bu yana Kürt siyasi hareketinin görevden alınan ve tutuklanan belediye başkanları olduğunu, fakat bu başkanların yerine kayyum atanmadığını görüyoruz. Belediye meclislerinde yapılan seçimler sonrasında bir örnek dışında tüm vakalarda (il ve büyükşehir belediyeleriyle sınırlı olarak) yine Kürt siyasi hareketinden bir üyenin belediye başkanı olduğu görülüyor. Bu örnekte de 1999’da HADEP’in Ağrı belediye başkanı olan Hüseyin Yılmaz’ın görevden alınmasının ardından yine HADEP üyesi olan Osman Karaca’nın birkaç destekçisiyle birlikte partiden istifa edip muhalefetin de desteğini alarak HADEP’in adayı Mehmet Sıddık karşısında seçimi kazandığını görüyoruz. Yani, bu örnek de bir istisna sayılmamalı.

 

Kayyum atamanın mümkün olmaması meşruiyet kaynaklarıyla ilişkili. Dönemin parti kapatma kararlarında da gördüğümüz üzere meşruiyetin temel kaynaklarından biri hâlâ hukuk ve Kürtlere yönelik baskı Kürt siyasi hareketinin kriminalize edilmesi ve bir milli güvenlik tehdidi olarak gösterilmesiyle meşrulaştırıyor. Bu söylemler bugün de devam etmekle birlikte kayyumların kendi söylemine bakınca güvenlik vurgularının ikinci planda kaldığı görülüyor. Yukarıda değindiğim makalede seçim propagandası olarak hazırlanan 89 kayyum videosunu[2] incelediğimde videoların yalnızca üçünde terörle ilişkili ibareler kullanıldığını görmüştüm. Halbuki 89 videonun 85’inde yol yapımı, bakımı ve tamirine değinilmekte. Bu çalışmamla kayyumların kendilerini merkezi hükümetten daha fazla bütçe ve kaynak alabildiklerini ve daha fazla yatırımcı getirebildiklerini iddia ederek meşrulaştırdıklarını göstermiştim. Yani, kayyumlar kendilerinden önceki belediye başkanlarının milli güvenlik tehdidi oluşturup oluşturmamasından bağımsız olarak kayyum uygulamasının daha verimli ve kârlı olduğu iddiası üzerinden bir meşrulaştırma girişiminde bulunmaktaydı.

 

Piyasa değerlerinin her alana yayılmasıyla gerçekleşen dönüşüm devlet dahil her türden kurumun meşrulaştırılmasının özel şirketlere benzer biçimde gerçekleşmesiyle sonuçlandı. Hukuk, gelenek, ahlak ve otorite gibi meşruiyet kaynakları kâr ve çıkar hedefinin istenildiği ölçüde izlenilmesini engelledikleri takdirde bir şekilde devre dışı bırakılmaktalar. Bunun sonucunda hem muhalif oluşumların önemli bir kısmı hem de hükümet için temel meşruiyet kaynağı kâr ve çıkar oldu. Yani, daha çok oy getiren ne varsa iyidir, oy azaltan ne varsa kötüdür. Veya “yabancı sermaye” getiren eylem meşru, “yabancı sermaye” kaçıran eylemse gayrimeşrudur.

 

Hiç kuşkusuz burada İslamcı ideolojinin veya Türk milliyetçiliğinin tamamen ortadan kalktığını iddia etmiyorum, aksine, ikisinin de Türkiye’de bugüne dek hiç olmadıkları kadar güçlendikleri kanısındayım. Fakat hakim olan İslamcılık ve milliyetçilik neoliberal süzgeçten geçmiş, bir takım konulardaki pozisyonları reforme edilip güncellenmiş bir İslamcılık ve milliyetçilik. Din ve etnisite temelli bir “biz” tanımlayan ve “öteki” olana saldırmayı meşrulaştıran bu ideolojiler eylemlerini yine neoliberal değerler üzerinden meşrulaştırıyor. Yani, İslam’ın da ana hedefi mümin sayılanların kârını maksimize etmeye indirgeniyor. Bu şekilde çağın ruhuna uygun bir İslamcılık ve milliyetçilik inşa edildi. AKP ve MHP bunun Türkiye’deki en başarılı örnekleridir. Dini ve milliyetçiliği ihale kovalamakla, para ve nüfuz peşinde koşmakla, hükümet olmaktan mümkün olduğunca çıkar elde etmekle iç içe geçirmekten söz ediyorum. Bundan önce de dinciler ve milliyetçiler ihale peşinde koşmaktaydı. AKP ve MHP öncülüğünde gerçekleşen dönüşüm, en kârlı ihaleciliği en büyük sevap, en kârlı müteahhitliği en büyük milliyetçilik olarak gören, bu ikisi arasında bir ayrıma gitmeyi imkânsız kılan bir kavrayışın hakimiyetidir.

 

AYM’nin ilga edilmesi, ilgası çok gürültü çıkaracaksa yetkilerinin mümkün olduğunca törpülenmesi otoriter neoliberalizmin bir sonucu olarak okunabilir. Yukarıda atıf yaptığım makalede bu türden bir neoliberalizmin hukuki süreçlerin üstünden atlamaya ve demokratik mekanizmaların altını oymaya müsaade ettiğini, her türlü kuruma doğrudan devlet müdahalesini mümkün kıldığını öne sürmüştüm. Meşrulaştırmanın piyasa taklidi bir fayda ve çıkar kavrayışından doğru gerçekleştiği bir dönemde tüm değerlerin kalkınma, büyüme, gelişme, kâr etme karşısında ikinci planda kaldıklarını görmekteyiz. Bunun sonucunda üniversitesinden ordusuna, medyasından bürokrasisine her kurum bir tür şirketleşme sürecinden geçti. Bu koşullarda hukuki olanın meşrulaştırma etkisini yitirmesinde şaşılacak bir şey yok. Türkiye’ye kıyasla demokratik mekanizmaların daha etkili olduğu birçok ülkenin de benzer bir sürecin daha yavaş ve yumuşak bir biçimiyle karşı karşıya olduklarını görüyoruz.

 

Daha önce de birkaç kez değindiğim üzere siyaseti neyin mümkün olup neyin mümkün olmadığının belirlenmesi ve imkân dahilinde olanın sınırlarının çizilmesi olarak tanımlıyorum. Yani, verili koşulları dönüştürebildiğimiz ölçüde siyasal faaliyette bulunabiliriz. Mevcut hükümet verili koşulları dönüştürmeyi başardı. AYM’nin bir meşruiyet kaynağı olarak etkisiz hâle gelmesi de bunu gösteriyor. Salt çıkarın ve faydacılığın her şeyi meşru gösterebildiği bu düzenle mücadele etmenin yolu içinde bulunduğumuz gerçekliği farklı meşruiyet kaynaklarından doğru dönüştürmeye çalışmaktır. Neoliberal değerleri, çıkar odaklı meşrulaştırma ve gayrimeşrulaştırmayı mümkün olduğunca reddederek ilkelere odaklanmak en acil görev olarak karşımızda duruyor. Gerçeklik inşası hükümetin tekelinde değil. Ama radikal bir zihniyet dönüşümünü mümkün kılacak ortamı hazırlamadığımız müddetçe insan hakları, insan onuru, adalet, eşitlik, özgürlük gibi taleplerin de somut karşılığı olmayacaktır. “AYM kararları görmezden gelinirse yabancı sermaye gelmez” gibi argümanlar hükümetin öncülük ettiği anti-demokratik dönüşümü güçlendirmenin ötesinde bir etki yaratamaz. Zaten kâr maksimizasyonu için hayatta tutulan bir mahkemenin hukukundan kâr dışında bir şey beklemek de mantıklı olmayacaktır.

 

Yeni olanı inşa edebilmek için öncelikle mevcut olanı gayrimeşrulaştırmak gerekiyor. Bunun yolu mevcut düzenin meşruiyet kaynaklarına saldırmaktan, bu kaynakların gücünü kırmaya çalışmaktan geçer. “Gerçekçilik” bahanesine sığınarak, çizilen sınırlar içinde hareket etmenin sonucu bu sınırları çizenlerin hakimiyetini meşrulaştırmaktır. Farklı bir dünyanın temelini atmanın yaratacağı olumsuz etkilere hazır biçimde bir zihniyet dönüşümünü gerçekleştirmeye yönelmek kendini muhalif gören her aktörün önceliği olmalıdır. Yoksa, çizilen sınırlar içerisinde “muhalefet” etmeye çalışanların o sınırları istediği zaman silip düzeltebilen, genişletip daraltabilen bir hakim sınıf karşısında hiçbir zafer ihtimali olmadığı açıktır.

 

[1] https://www.cambridge.org/core/journals/nationalities-papers/article/abs/trustees-instead-of-elected-mayors-authoritarian-neoliberalism-and-the-removal-of-kurdish-mayors-in-turkey/45A63BEB6AAFD7F9326DB2CA586BFCDF

[2] Videoların tamamı şu bağlantıdan izlenebilir: https://www.youtube.com/c/Oluyornet/videos

Meksika Koleji'nde (Colmex) doktora sonrası araştırmacı. Kolombiya'da devlet şiddetinin meşrulaştırılması ve gayrimeşrulaştırılması üzerine yazdığı tezle Kolombiya Ulusal Üniversitesi’nin Beşeri ve Sosyal Bilimler doktora programından, Ernst Bloch ve kurtuluş teolojisi üzerine yazdığı tezle Ankara Üniversitesi Siyaset Bilimi yüksek lisans programından mezun oldu. Siyasal şiddet üzerine çalışıyor.

©2021  blog.insanhaklariokulu.org.
Tüm hakları saklıdır.

web tasarım: mare.design

E-bültenimize abone olarak duyurularımızdan haberdar olabilirsiniz.

Yayınlanan yazıların içerikleri sadece yazarların sorumluluğu altındadır ve Hollanda Büyükelçiliği ve /veya KAGED’in görüşlerini yansıtmak zorunda değildir.