Yuvarlak Masa: Türkiye’de Hak Mücadelesi Pratikleri – I

İnsan Hakları Okulu: Blog’un Türkiye’de Hak Mücadelesi Pratikleri başlıklı dördüncü Yuvarlak Masa Toplantısı Canberk Gürer moderatörlüğünde Yasin Serindere, Janset Kalan ve Abdullah Aysu’nun katılımı ile gerçekleştirildi. Farklı hak mücadelelerinin birbirleri ile ilişkisinin altını çizen tartışmanın ilk kısmını yayımlıyoruz.

 

Canberk Gürer: Merhaba herkese. İnsan Hakları Blog’un dördüncü yuvarlak masasında birlikteyiz. İlk üç yuvarlak masanın ilkinde insan haklarında kriz başlığıyla bir araya gelmiştik. Bu başlığın kendisi aynı zamanda bir tespit de içeriyor. Tabii, hem insan hakları kavramının kendisini tartışmaya açan hem de içinde bulunduğunu varsaydığımız, önden kabul ettiğimiz, kriz durumunu tartışmaya açan bir yuvarlak masa olmuştu. Hemen bunun peşine, “Uluslararası insan hakları mekanizmaları işliyor mu?” diye bir tespit yapmaktan ziyade bu sefer bir soru yönelten ikinci yuvarlak masayla devam etmiştik. Bunda da “İnsan haklarının içinde bulunduğu krize mevcut mekanizmalar cevap verebiliyor mu?”, “Mekanizmalar hala işler mi, yoksa mekanizmaların değiştirilmesi, dönüştürülmesi ya da restore edilmesi ya da tümden yenilenmesi mi gerekiyor?” diye sormuştuk. Bunu izleyen üçüncü yuvarlak masada da bu sefer rotayı biraz Türkiye’ye kırıp Türkiye’de sosyal ve ekonomik hak mücadelelerini konuşmuştuk. Bugün aslında bu rotada daha fazla yol alarak devam ediyor olacağız. Üç tur planladık burada. Bir yandan, hem sizlerin bireysel deneyimleriniz, mücadele ettiğiniz hak alanları içerisindeki bireysel deneyimleriniz hem de şimdiye kadar içinde bulunduğunuz kurumlar ve mücadele pratiklerini biraz konuşmak, tanımak ve tartışmak ilk turdaki planımız. İkinci turda biraz bu alanın, içinde bulunduğunuz, mücadelesini verdiğiniz alanın pratik ve yapısal sorunlarını ortaya çıkarmak ve son olarak da öngörülerinizi ve önerilerinizi dinlemek gibi bir isteğimiz var.

 

Üç katılımcıyla birlikteyiz. Bir yandan barınma hakkını konuşuyor olacağız, bir yandan cinsiyet kimliği ve cinsel yönelim mücadelesini ve eşitlik talebini konuşuyor olacağız, bir yandan da gıda hakkı ve tarım politikalarını konuşuyor olacağız. Sizin için uygun olursa barınma hakkıyla başlayalım. Çünkü barınma hakkı bana öyle geliyor ki en azından bu üç alanı toplamda yatay kesen, özgünlüklere sahip ama işte cinsiyet kimliği ve cinsel yönelim mücadelesinin de önemli bir parçası, özellikle tarım politikalarıyla da doğrudan ilintili. Yasin uygunsa seninle başlayalım.

 

Yasin Serindere: Kendimden bahsedeyim öncelikle. Ben Yasin Serindere. İstanbul Başakşehir, Şahintepe Mahallesi’nden buraya geliyorum. Belgesel film yönetmeniyim. Barınma hakkı ihlalleri yaşayan mahallelerde, işte, Tozkoparan, (burada yaşayan halkın Filistin adını verdiği) Güvercintepe gibi bölgelerde belgesel çalışmaları yaptık; bu tür barınma hakkı ihlali yaşanan mahallelerde çalışmalar içerisinde bulunduk. Video çalışmaları, belgesel çalışmalar yaptık, oradaki insanlara dayanışma ziyaretlerinde bulunduk. Çünkü kendi yaşadığımız mahalle de aslında bu yoksul ve emekçi halkın yaşadığı mahallelere benzer bir konumda diyebilirim.

 

Şimdi, Şahintepe Mahallesi 80’lerde, 80’lerden 90’ların sonuna doğru Anadolu’nun çeşitli bölgelerinden siyasi sebepli ya da yoksulluk kaynaklı olarak insanların göç edip kurduğu, altyapısını kendilerinin oluşturduğu bir yerleşim; yani, nasıl diyelim, orada yerleşiyorlar ama suya ulaşamıyorlar. Tankerle su temin ediyorlar. Ondan sonra vatandaş kendisi bu sefer boru hatlarını döşeyip kendisini gidip İSKİ’ye şikâyet ediyor: “Bak, ben suyu mahalleye getirdim. Kendi evime bağladım. Beni faturalandır.” İşte, elektriği aynı şekilde. Bütün altyapı kaynaklarını halkın kendisinin oluşturduğu bir mahalle. Böyle bir mahalle aslında tarla tapusunun olduğu bir bölge. Vatandaş da vergilerini hep vermiş. Tapuya sahip. Fakat mahalle 2000’lerin başından itibaren rant saldırılarının hedefi haline geldi. Çünkü Şahintepe Mahallesi İstanbul’un kuzeye doğru olan biraz da Avcılar’a yakın bir bölgesinde, tam sınırda olan bir mahalle. Burada, işte, tarımdan konuşacağız. Mesela bir bölgesi tarım arazilerinin olduğu, hayvancılığın yapıldığı bir mahalleydi ve çevresine Ispartakule konutları diye bilinen, 2005’ten itibaren İstanbul’un belki de beş yüz binle bir milyona yakın nüfusunu çekebilecek yeni bir şehir projesi yapıldı. 2005’ten sonra buraya toplu konutlar inşa edildi. TOKİ ve benzeri bütün inşaat şirketleri burada yeni bir şehir kurmaya başladılar. Ve bu yeni şehre daha çok zengin orta sınıf yerleşti, dışarıdan yabancıların göç edip yerleştiği bir şehir oldu.

 

Bu dönüşüm yavaş yavaş bizi de tedirgin etmeye başladı. Çünkü Şahintepe, Güvercintepe, Altınşehir mahalleleri yapı stoğunun daha çok üçle beş kat arasında olduğu, işçilerin, emekçilerin yoğunlukta yaşadığı mahalleler ve o dönemde, 2005’ten sonra, 2002’de AK Parti’nin, iktidara geldikten sonra, işte, kentsel dönüşüm diye bir tabiri hayatımıza soktuğu dönemden sonra, başta Ayazma Mahallesi olmak üzere (bizim komşu mahallelerimizden biriydi) Sulukule Mahallesi, öteki diye tanımlayabileceğimiz kimliklerin yer aldığı, ondan sonra, yoksulların, emekçilerin yaşadığı mahallelerde mülksüzleştirme, dışlama politikaları başladı. Bunu da kentsel dönüşüm üzerinden yapmaya çalıştı iktidar ya da egemen sistem. Şahintepe de 2010’lardan itibaren bundan etkilenmeye başladı. Çünkü 2011’de dönemin başbakanı çılgın proje diye tanımladığı bir gayrimenkul projesini duyurdu. Bu Kanal İstanbul’du. Kanal İstanbul Arnavutköy’den, Durusu bölgesinden başlayarak Şahintepe’yi takip ederek Küçükçekmece’ye bağlanan, iki denizi birbirine bağlayan bir kanal olarak tasarlanmış. Bu kanalın yapılma gerekçesi olarak daha çok şeyi gösterdiler, Boğaz’da yaşanan kazalar, işte oradaki tehlikeli ulaşım hattı vesaire… Bunu öne sürüp Şahintepe Arnavutköy bölgesine hem Kanal İstanbul hem de Kanal İstanbul’un eklentisi olan Yenişehir Projesi’nin imarını ortaya attılar. Şimdi, Yenişehir Projesi’nde şunu diyorlar: “Bölgeye bir milyona yakın nüfus çekeceğiz” ama Kanal İstanbul hani vatandaşı tehlikeli ulaşım hattından koruma projesiydi. Demek ki bir gayrimenkul projesi bu.

 

Gerçekten de Kanal İstanbul projesi açıklandıktan sonra 2015’e kadar hem Çatalca bölgesinde hem de Şahintepe’den Arnavutköy’e doğru olan bölgede müthiş bir rant hareketliliği yarattı. Arsa mülkiyetlerinde değişimler yaşanmaya başladı. Proje ilk açıklandığında herkes Çatalca’dan geçecek zannediyordu. O nedenle orada büyük bir mülkiyet değişimi yaşandı. Fakat Şahintepe ve Arnavutköy bölgelerinde de o dönemde arsalarda el değişimi görüyoruz. Güzergâh ne zaman açıklandı? 2015’te. Aslında müteahhit şirketler ve TOKİ projenin oradan geçeceğini daha öncesinden, 2005’ten itibaren biliyorlardı. Bunu direkt açıklasalar farklı. Biz bunlara şey diyoruz, rant ak babaları diyoruz. Yani onların hedefi haline gelecekti ama o rantı kendilerine sağlayabilmeleri için bunu açıklamadılar. 2015’te güzergâh açıklandığında Şahintepe artık tam hedef halindeydi. Ve Şahintepe’de bir de mülkiyet ihlali yaşanıyor. Orası için imar uygulaması yapılmıyordu. Vatandaş “İmar uygulaması yapılsın, yerimizi dönüştürelim” diyor. Bu daha güvenli; güvenliden kastımız, kalabalık ailelerin, daha çok hani Anadolu’dan göç eden toplulukların bir arada yaşadığı evler bunlar. Kendi çocuğu evleniyorsa ya da bir akrabası varsa aynı binada, onlarla yan yana olma tercihine dayanan bir yaşam tarzı buradaki. Bu nedenle iki katlı binasını yıkıp üç, belki dört beş katlı bina yapıp çocuğuna bırakmak istiyor bir tanesini. Diğerini damadına bırakmak istiyor ya da kendisinin oluşturduğu bir evde yaşamak istiyor. Ama imar uygulaması sürekli askıda kaldı. Şahintepe’ye bir imar uygulaması yapılmadı. Yapılan imar uygulamaları da daha çok vatandaşı mağdur edecek uygulamalardır. Buna da vatandaş yanaşmadı, itiraz etti. 2013’teki uygulamalar iptal oldu.

 

2012’de bölge rezerv alan ilan edildi. Rezerv alan, İstanbul’da bir depremin meydana gelmesi halinde vatandaşların yerleştirileceği bölge diye tanımlanabilir. Ama burada yerleşim var zaten. Yerleşimin olduğu bölgeyi, yani yaklaşık kırk bin nüfusun olduğu bir bölgeyi rezerv alan ilan etmişler. Sessiz sedasız bir şekilde. Dönemin mahalle sakinleri bundan haberdar dahi olmamış. Aradan on yıl geçmiş. Şu anda gündemimize tekrar gelmiş. Yani, “Şahintepe nasıl rezerv alan ilan edilmiş” diye soruluyor. On yıl geçmiş ama… Çünkü rezerv alan orası, korunması gerekiyor onlarca. Buraya farklı müteahhitlerin girmemesi lazım. Bölgedeki vatandaşın kendi dönüşümünü kendisinin yapmaması lazım. Çünkü burada Kanal İstanbul projesi var. Çevresinde Ispartakule diye yeni bir şehir var. Hemen arka tarafında Olimpiyat Stadı’nın olduğu, işte Başakşehir diye yeni bir şehrin kurulduğu Kayabaşı konutlarının olduğu bir bölge. Bu nedenle Şahintepe’deki yoksul emekçi halkın buradan sürgün edilmesi aslında uzun bir zaman önce tasarlanmış.

 

2020 yılına geldiğimizde Şahintepe’de bir imar uygulaması yapılıyor, pandemi koşullarında, belediye tarafından. Bu imar uygulaması mahallede büyük bir gündem yaratmıyor. Çünkü pandemi koşullarındayız. Devlet daireleri zaten online işlemler yapıyor. İtiraz edilmedi. Uygulamaya dair bilgi verilmedi. 2022’nin başında ise 17 Ocak’ta Kanal İstanbul’un imar uygulaması yapıldı. Kanal İstanbul’un imar uygulaması dokuz ilçeyi bağlayan onlarca mahalleyi, köyü etkileyen bir uygulamaydı. Burada işte Kanal ve Yenişehir Projesi gerekçe gösterilerek mülkiyet transferi yapılıyor. Bu kavram da hayatımıza yeni girdi. Anayasada yeri olmayan bir uygulama mülkiyet transferi. Bir yerden alıyorsun onun mülkünü başka bir yere taşıyorsun. Başka bir yer dediğimizde, mesela Şahintepe’den dokuz kilometre ötedeki Arnavutköy İlçesi’ne vatandaşın arsası taşınıyor. Yani vatandaşa orada bir yer, bir yapı gösterilmiyor, herhangi bir daire verilmiyor. Yani deniliyor ki “Sen otuz yıl önce nasıl Şahintepe’ye geldiysen, tarla olarak gördüysen öyle; seni Hacımaşlı diye adlandırdığımız Arnavutköy’deki köye gönderiyoruz. Git orada yeniden başla”. Zamanda yolculuk yani bildiğin. Bu uygulama yapıldıktan sonra biz derhal toplantılar yapmaya başladık. Hem uygulamanın detaylarına dair bilgilendirme toplantıları hem de… Komşularımız işte çok öfkelendi bu karara. Yani bu kabul edilemezdi. Yaklaşık bir on yıllık imar beklentisi vardı. Mahallede yaşamını sürdürmüş. Komşulukları burada. Yöre dernekleri burada. Bütün sosyal hayatı burada. İş hayatını da buraya taşımış. Bu nedenle buradan başka bir yere taşınmayı kabul etmiyordu kimse. Biz işte Mimarlar Odası’ndan, Şehir Plancıları Odası’ndan arkadaşları çağırdık. O dönem Sosyal Haklar Derneği’nden Can Atalay bizim avukatlığımızı üstlendi gönüllü olarak. Onları çağırdık ve başka mahallelerde benzer barınma hakkı ihlali yaşayan komşularımızı, deneyim aktarımı yapabilmeleri için mahallemizdeki toplantılara, panellere, forumlara davet ettik. Ve Şahintepe Mahallesi, şubat ayının başından nisan ayının 15’ine kadar yaklaşık beş altı tane büyük halk toplantısı yaptı. Onlarca haber, röportaj ve video çalışmasında kendini ifade etti. Broşür çalışmaları yapıldı, sokak sokak gezildi. WhatsApp grupları kuruldu. O dönem iki yüz elli sınırı varken, birden Şahintepe Halk Dayanışması adı altında beş altı WhatsApp grubu kuruldu.

 

Biz önce bir şey yaptık, dedik ki burada Şahintepe için durum belli. Artık her yer rantçıların iştahını kabartıyor. Şahintepe için de durum bu. Çünkü bölge değerlendi. Bölge değerlendirdiğinde direkt hemen can alıcı bir soru ortaya çıkıyor. Bu rant kimin? Bu rant buradaki yoksul emekçi halkın değil. İstanbul’a çökmüş olan “İstanbul’da nereyi ranta açabiliriz, yerleşime açabiliriz? Orada sermayeye bir pazar açabiliriz?” diyen inşaat şirketlerinin, müteahhitlerin rantı. Bu uygulama da onların uygulamasıydı. Ve biz buna karşı durabilmek için sivil bir inisiyatif oluşturduk Şahintepe Halk Dayanışması isminde. Bu sivil oluşumla birlikte toplantılar yaptık, avukatlarımızı çağırdık. Onlar bilgilendirmeler yaptı. Ev ev gezerek, sokak sokak gezerek herkesi bilgilendirmeye başladık. Çünkü uygulama karmaşa yaratıyordu. Askıya çıkan uygulamayı incelediğimizde vatandaşın ismi, soy ismi yok. Vatandaşın hangi sokakta yaşadığı bilgisi de yok. Bir kadastro cetveli yayınlamışlar hangi ada-parselden hangi ada-parsele gönderiliyor diye. O ada-parseller de belediyenin 2020’de yaptığı yeni uygulamanın ada-parselleriydi. Yani vatandaş yeni ada parselini de bilmiyordu. Tapusunu almışsa belki bir nebze bakar; örneğin 1742/1. Ama almamış, daha aşina olmamış yeni ada-parseline. Ve dokuz ilçenin de bütün ada ve parselleri yazıldığı için 8000 sayfalık bir PDF askıya çıkmış. Ve biz on beşinci günden sonra uygulama askıya çıktıktan on beşinci günün sonunda artık yavaş yavaş bizim Şahintepe Mahallesi’nde hangi bölgenin, hangi sokağın bundan etkilendiğinin bilgisine sahip olduk ve o sokaklarda teker teker kapılarını çaldık komşularımızın. Akşam, sabah fark etmeden. Önce yaptığımız halk toplantılarında şunu dedik: “Bizim bir komite kurmamız lazım, bir koordinasyon grubu kurmamız lazım. Acele bir şekilde itirazlarımızı edip davalarımızı açmamız gerekiyor.” Burada birkaç kişinin sorumluluğu aldığı bir şey mücadeleyi büyütemezdi. Herkesin elini taşın altına koyması lazımdı. Neredeyse ilk toplantılardan itibaren yirmi beş otuz kişilik bir koordinasyon ekibi oluştu, çünkü bu komşularımız öfkelilerdi, sorumluluk almak istiyorlardı. WhatsApp grupları kuruldu. Herkes kendi komisyonunu ekledi. Sonra sokaklar belli olunca, hangi sokakların etkilendiği anlaşılınca bu sokaklarda yaşayan komşularımız eklendi. Buralarda yaşayan komşularımızın kapısı çalındı, onlara bilgi verdi. Onları toplantılara, halk toplantılarına davet ettik. Avukatlarımız zaten anlatır. Yani hukukçularımız hukuk kanalıyla, şehir plancısı arkadaşlarımız imar uygulamasının detaylarını açıklayabilecekleri bir pozisyonda. Biz ise onları çağırdığımız toplantılara komşularımızı davet ederek komşularımızın bu karmaşık imar uygulamasında nasıl bir mağduriyet yaşadığını onlara açıklamalarını istedik.

 

15 Nisan’da davamızı açtık. Aradan bir ay geçmeden bakanlık verdiği savunmada uygulamadan vazgeçtiğini söyledi. Uygulamadan vazgeçtiğini söylüyor fakat yeni uygulama ne olacak? Çünkü Şahintepe’nin aslında Kanal İstanbul imar planı devam ediyor. Uygulamadan vazgeçiliyor. Hangi uygulama? Buradan Hacımaşlı Köyü’ne sürgün. Yeni uygulamaya dair bir bilgi yok. Şu deniliyor sadece: “Yeni bir uygulama yapacağız ve bu parsel o uygulamada olmayacak.” Ve bir açıklama yayınladılar. “Şahintepeliler’in taleplerini dinleyerek Kanal İstanbul imar uygulamalarını revize edeceğiz” diye bir açıklama yaptı Murat Kurum, Çevre Şehircilik Bakanlığı. Biz şunu dedik: “Bizim bir kere taleplerimiz dinlenmedi. Biz dava açmasaydık, bir araya gelmeseydik…”

 

Yaklaşık 1500 kişi mağdur olmuş ama 560 tane dava açtık. Diğerlerinin büyük bir bölümü hani hem bu karmaşık imar uygulaması nedeniyle çok yakın durmadı, yani anlamadı durumu, anlayamadı; mağdurların büyük bir bölümü de şehir dışında yaşadığı için, arsa sahibi olduğu için onlara ulaşamadık. Ama 500 dava açmak bizim için büyük bir işti. Nitekim de yaptığımız basın açıklamaları sonrasında bakanlık bu uygulamadan vazgeçti. Şahintepeliler’in adını anarak… Ama biz bunun böyle kalmayacağını bildiğimiz için rehavete kapılmadık. Bu davalarımızı sürdürdük, istinafa taşıdık. “İmar uygulaması iptal olduysa bize yazılı bir belge sunun ve yeni uygulamayı açıklayın” dedik. Haziran 2022’de Başakşehir Belediyesi belediye meclisinden yedi tane ada için 6306 sayılı Afet Yasası’nı gerekçe göstererek kentsel dönüşüm yetkisi aldı. 6306 sayılı yasaya dair bir bilgilendirme yapayım size. 2011’deki Van depreminden sonra iktidar sermayeye kaynak yaratmasını mümkün kılacak müthiş bir gerekçe bulmuştu: deprem. “Deprem neden müthiş bir gerekçe sunmuştu?” diyecek olursak… Şöyle bir açıklama yapabilirim. 2012 yılında Gayrimenkul Yatırım Ortaklığı Derneği Başkanı Işık Gökkaya bir röportaj veriyor, diyor ki “Bu çıkan afet yasası müthiş bir yatırım fırsatı ortaya çıkaracak, yaklaşık dört yüz milyar dolarlık bir finansal hareketlilik bekliyoruz”. Evet, bu Afet Yasası sermaye için bir can simidi oldu. Afet Yasası’nı gerekçe göstererek belediyeler, bakanlıklar birçok mahallede komşularımızı yerlerinden etti. Mülkiyetlerini ellerinden aldı, mülksüzleştirdi, şehirden sürgün etti.

 

İstanbul giderek genişleyen bir kent, İstanbul bir metropol, bir şehir. Ve burada öğrencilere, burada işçilere, emekçilere, burada azınlıklara, ötekilere yer yok. Burada yabancı yatırımcılara yer var. Burada zenginlerin daha çok AVM’lerde gezdiği yeni bir yaşam tarzına yer var. 6306 sayılı yasa gerekçe gösterilerek o dönem Ayazma Mahallesi, Fikirtepe, Gaziosmanpaşa, Sulukule ve birçok adını da hatırlayamadığım mahalle… Kirazlıtepe, Tozkoparan… Birçok mahallede yıkımlar başladı. Şahintepe’de de Haziran 2022’de 6306 sayılı yasayı gerekçe göstererek dört yüz elli tane adadan yedi tanesi için bir kentsel dönüşüm yetkisi aldı belediye. Yetkiyi kimden alıyor? Bakanlıktan alıyor. Neden bakanlıktan alıyor? Rezerv alan. Rezerv alan olduğu için bakanlık yetkiyi veriyor. İmar uygulaması ne zaman yapılmıştı? İki yıl önce yapılmıştı. Vatandaş “Kendi yerimi kendim yapayım” diye gidip başvurduğunda bakanlık yetki vermiyor. Belediye “Bakanlığa git” diyor, bakanlık yetki vermiyor. Vatandaş, işte, “Biz ada sakinleriyle toplanalım. Bir tane müteahhit buraya sokalım” derse, yok, ona da bir yer yok. Niye? Çünkü bu rant vatandaşın rantı değil. Bu rant işte sermayenin, inşaat şirketlerinin.

 

Yedi tane adada oturan komşularımıza ihbarname geldi: “6306 sayılı yasa gereği buradan çıkmanızı istiyoruz. Ofisimize gelin ve görüşmeleri yapalım.” Borçlandırarak daire verme usulüyle burada yine bir dönüşüm başlatmak istediler. Biz buna hep rantsal dönüşüm diyoruz. Çünkü halkın merkezde olduğu, deprem gerekçe gösterilerek yapılan bir uygulama değil. Kârlarını daha da arttırma projesi. Diğeri olsa, halkın menfaatine olur. Ama burada bir bakıyoruz ki uygulamada perdenin arkasında müteahhitlerin sermayelerinin daha da arttığı bir uygulama var. Şahintepe’de Kanal İstanbul uygulamalarıyla uğraşırken bir de belediyenin kentsel dönüşüm uygulamasıyla mücadele etmeye başladık. Bu kentsel dönüşüm adalarını incelediğimizde şöyle komik bir durum var: Örneğin Şahintepe şurası olsun, aşağı taraflarında Aşık Veysel diye adlandırdığımız bölge var. Şuradan da Kanal geçiyor. Kanal aşağı kısımda. Dere diye tabir ettiğimiz bölge Aşık Veysel ve Kanal bölgesi. Şimdi buradaki komşumuza diyor ki buradan Kanal geçecek. İmar uygulamasında aynen şunu diyor: “Burada kanal geçecek. Sen buradan git.” Şuradaki komşumuza da Haziran 2022’de diyor ki (bakın bir alt sokağa gittim) “Burada dönüşüm yapacağım, inşaat yapıyoruz, evini bize ver, yerini bize ver, gel bizimle anlaş.” İyi de bir üst sokaktan Kanal geçiyordu hani. Burada, akvaryumda mı yaşayacak insanlar? E, demek ki hem Kanal İstanbul uygulaması hem belediyenin imar uygulamaları hem kentsel dönüşüm çalışmaları tamamen ranta odaklı uygulamalar. Yani organize bir talan ve yağma süreci diyoruz biz buna.

 

Bu imar uygulamalarını incelediğimizde, bu projeleri incelediğimizde “Arkadaşlar kendi gönül verdiğimiz siyasi partileri, gönül verdiğimiz dernek başkanlarını veya işte iletişim halinde olduğumuz müteahhit arkadaşlarımızı bir kenara bırakacağız” diyoruz. Bu bir barınma hakkı mücadelesi. Bu barınma hakkı mücadelesinde gerekirse kendi gönül verdiğimiz belediye başkanıyla, belediyeyi yöneten partiyle, iktidar partisiyle husumet içinde olacağız. Çünkü sen ona dava açıyorsan, senin bu ilişkiyi silikleştirmen lazım. Bu farklı bir mücadele. Yani sen onunla husumetli oluyorsun artık. Ve burada nasıl belediye ve iktidar yaptığı uygulamalarda mahallemizdeki insanları Kürt, Çerkez, Alevi, Sünni, Azeri, Caferi diye ayrım yapmadan mağdur ediyorsa bizim de benzer bir şekilde yan yana gelip hiç bu ayrımlara girmeden birlikte hareket etmemiz gerekiyor. Çünkü Şahintepe’nin 50 bine yakın nüfusu var. Şahintepe’de iki tane cemevi var. Şahintepe’de Caferi komşularımızın camisi var, Kürtlerin hutbelerinin Kürtçe okunduğu camisi var, Sünni camileri var aynı şekilde. E, şimdi böyle bir mükemmel çeşitliliğin olduğu bir yerde insanlar dostça bir şekilde yaşayabiliyorsa, barış içerisinde yaşayabiliyorsa, mücadelemizi de birlikte sürdürmemiz gerekiyor. Yan yana gelmemiz lazım. Şahintepe’de barınma hakkı mücadelesinde ortak bir kanal yarattık. Ve geçen gün buraya gelmeden önce şu bilgiye ulaştık: Gelmeden önceki akşam saat sekiz sularında belediye meclisinden yaklaşık on altı tane yeni ada için kentsel dönüşüm yetkisi aldığını öğrendik belediyenin. Yedi tanesinde, yedi tanesinin birisinde inşaata başlamıştı. Diğer dördünü zar zor bir şekilde baskılarla, tehditlerle imza atmaya ikna etti. Kalan iki tanesini daha ikna edemedi, şey yapamadı… Onları da yakın bir zamanda kamulaştırma tehdidiyle yerinden edeceğini öngörüyoruz. Ve o yedi taneyle sınırı kalmadı belediyenin uygulaması, on altı tane daha ekledi. Ve ben o akşam öğrendiğimde, sabahında uçağım var, buraya geleceğim. Bakıyorum on altı tane adanın içerisinde benim ailemle birlikte yaşadığım evin de olduğu ada var. 6306 benim kapımı çalıyor, Afet Yasası… Arkadaş ne yapacağız? Komşularımız bilmiyor. Sabahleyin ben de İstanbul’dan Ankara’ya geleceğim. Bizim alelacele bir şekilde toplantı yapmamız lazım. Hemen bir bilgilendirme yapmamız lazım. Bir dayanışma büromuz var. Komşularımızın kapısını çaldık: “Saat dokuz sularında dayanışma bürosuna gelin. Acil bir toplantı var.” Yaklaşık bir otuz beş kişinin bir araya geldiği… Yani sokakta akşamüstü herkesin kapısını çaldık. Herkesin büroyu ziyaret ettiği, bir araya geldiği bir akşamdı. Hemen bilgilendirme yaptık. On altı tane ada hangi adalar? Peki, bu 6306 nedir? Haklarımız nelerdir? Ne yapmamız lazım? Nasıl bir mücadele örgütlememiz gerekiyor? Ne oldu? Yeni bir WhatsApp grubu daha kuruldu. Şahintepe büyük bir mahalle. Elli bin nüfus, Kanal İstanbul’un etkilediği alan başkaydı. Yedi tane ada başkaydı. Yeni on altı tane ada daha. Ve bu yükseliyor. Sürekli komşularımız şunu derdi: “Bugün bana geliyor ama yarın sana gelecek.” Gerçekten de öyle oldu. Ertesi gün ben buradayken arkadaşlarımızın örgütlediği seksen kişilik bir toplantı yapıldı. Pazartesi ayrı bir toplantı, salı günü yine ayrı bir toplantı. Sürekli bir hareketlilik içerisindeyiz ve bu bunun saati yok, bunun günü yok. Bir bakıyoruz bayram sabahı toplanıyoruz. Arkadaşlar önemli bir karar çıkardılar. Bayramı dinlemiyorlar. Kışın pandemide imar uygulaması yapıyorlar. Niye on yıldır yapmıyordun da pandemide yaptın? İtiraz edemeyecek, toplantı yapamayacak. O yüzden pandemiyi beklemişsin.

 

Biz bu bütün oyunlarını deşifre ettikçe, ortaya koydukça şeffaf bir şekilde, açıkça halka aktardıkça halk da buna karşı bir mücadele ortaya koyuyor. Bu mücadelede, işte, daha önce yaşanılan deneyimler bizim için önem arz ediyor. Ayazma’daki, Gaziosmanpaşa’daki Sulukule’deki deneyim ya da Tozkoparan’daki deneyimler bizim için önem arz ediyor. Orada insanlar nasıl örgütlendi? Nasıl birlik halinde hareket etti? Tozkoparanlılar on yıllık bir mücadele sonucunda mahallelinin bir kısmının yıkılmasına göz yumdu. Yummak zorunda kaldı. Çünkü gözaltına alındılar. Ama oradaki komşularımızın her birinin hayatı değişti, yani artık başka bir sürece dahiller, kendi yaşamlarını bir yerden bir yere taşıdılar. Birçoğu artık demokratik hak taleplerinde bulunabiliyor, kendi fabrikalarında işçi hareketlerinin içerisinde olabiliyorlar. Barınma haklarının farkındalar. Ve şu anda yerinden edilmelerine rağmen mücadeleye devam ediyorlar. Otobüsler tutup başka bir panele ziyarette bulunabiliyorlar, etkinlikler yapıyorlar. Bu, insanların mücadele edince hayatlarının yeniden tasarlandığı, yeniden doğuşun olduğu bir süreç. Ve oradaki komşularımızdan bir tanesi Ömer Kiriş abimiz şunu diyor: “Belki bizim evlerimizi yıktılar. Ama buradaki sekiz, dokuz, on yaşındaki çocuklar direnmeyi öğrendi. Bu çocuklar yarın bir gün onların başlarına bela olacak, yani o yüzden biz kaybetmedik. Onlar, onlar kaybetti.” Biz de burada hem hukuki olarak bütün haklarımızdan taviz vermeden mücadele ediyor ama aynı zamanda fiili meşru mücadelenin de önünü açmaya çalışıyor çünkü hakkımız olduğunu biliyoruz. Bizim mülkümüzü, bizim yerimizi, yaşam alanımızı gasp eden insanlara karşı sadece onu bir belgeye, itirazla durabileceğimiz bir süreci örmüyoruz yani. Biz diyoruz ki Şahintepe’nin bir çıkış bir girişi, bir çıkışı vardır. Ona göre gelin diyoruz. Teşekkür ederim.

 

Canberk Gürer: Teşekkürler Yasin Hoca’m.

 

Janset Kalan: Ben bir şey sorabilir miyim?

 

Yasin Serindere: Tabii ki de…

 

Janset Kalan: Mafya ve çetelerin ilişkilenmesi nasıl mahalleyle şu an?

 

Canberk Gürer: Ya onu şöyle böleyim mi? İkinci turda zaten pratik yapısal sorunları konuşuyor olacağız…

 

Yasin Serindere: Notumu alayım, doğrudan onun cevabını vereyim. Çok güzel bir şey söyledin çünkü.

 

Canberk Gürer: Çok teşekkürler Yasin Hoca’m.

 

Yasin Serindere: Rica ederim.

 

Canberk Gürer: Barınma mücadelesi Türkiye’de oldukça eski, köklü bir mücadele ama yeni bir mücadele pratiğini dinlemiş olduk böylece. Şimdi Janset Kalan’la devam edelim. Janset de yine köklü bir mücadelenin parçası. Bir yandan da on beş yılı devirmiş bir kurum artık sanıyorum Pembe Hayat. Bu kurumun mücadelesini ve senin mücadeleni dinliyor olacağız.

 

Janset Kalan: Yasin kadar güzel konuşamayacağım herhalde. O kadar sistematik bir anlatı tarzım da yok. Ama anlattığı şeyler çok güzel, çok teşekkürler. Dikkatle dinledim. 6306 sayılı Kanun’un detaylarını bilmediğim için mesela o güzel, ilginçti.

 

Yasin Serindere: Teşekkür ederim. Hatta üçüncü turda ben ona dair bir öneride bulunacağım.

 

Janset Kalan: Pembe Hayat Derneği’nden geliyorum. Pembe Hayat Derneği, Türkiye’de kurulmuş olan ilk trans derneği. Bugün de hala tek trans derneği. 2006 yılında kuruluyor. Tam da böyle işte bu kentsel dönüşüm olaylarının akabinde kuruluyor. Eryaman bölgesinde başlayan, kent soylulaştırma politikalarıyla insanların yerinden edilmesi, kentsel dönüşüm, oradaki işte o gecekonduların yıkılıp yerine büyük sitelerin yapılıyor olması, işe inşaat firmalarının dâhil olması, o dönemin belediye başkanı Melih Gökçek’le iş birlikleri, şu bu derken, orada yaşayan ve seks işçiliği yapan trans kadınların o bölgeden uzaklaştırılmasına dair birtakım uygulamalar gerçekleşiyor. Bunların hepsi de çete ve emniyet teşkilatının iş birliğiyle oluyor. Doğrudan orada seks işçiliği yapan, sokakta seks işçiliği yapan trans kadınlara saldırılar. Özellikle, işte on sekiz yaş altındaki gençlerin nefret saldırıları söz konusu oluyor. Evleri belirleniyor, gittikleri kuaförler, hizmet aldıkları marketler, sosyalleştikleri mekanlar belirleniyor. Oralara da bu saldırılar devam ediyor. Bu fiziksel saldırılar sadece kişilere dönük değil. Aynı zamanda sosyal hayatlarını gündelik yaşamlarını devam ettirdikleri yerlere dönük de oluyor. Mekanlara dönük oluyor. Ve nihayetinde oradan göç etmek zorunda kalıyorlar. Çünkü bu fiziksel şiddetlerin boyutu yoğunlaşınca, yükselince daha fazla orada direnemiyorlar.

 

Pek çoğu Ankara dışına, işte Mersin ve diğer şehirlere gidiyor. Bir kısmı da Esat bölgesine geliyor. Ama Esat bölgesine geldikleri zaman da Esat Mahallesi’ne geldikleri zaman da bu şiddet, sistematik şiddet olayları devam ediyor hala. Orada da rahat bırakmıyorlar bu çeteler, ve işte 2005 yılı ile 2006 yılında, iki yıl içerisinde bu bölgede sorun yaşayan kızlar bir araya gelerek örgütlenme ihtiyacı hissediyorlar, “Buna karşı ses çıkarmamız gerekiyor. Nasıl mücadele edebiliriz?” diyorlar. Çünkü anaakım insan hakları örgütleri, işte İnşaat Mühendisleri Odası, TMMOB, şu bu, hiçbirinin gündemine almadığı, hepsinin görmezden geldiği bir konu olarak duruyor. Ve hepsini dâhil edebilecekleri bir yöntem belirliyorlar. Kapı kapı geziyorlar. Özellikle feministleri ve kadın örgütlerini harekete geçmeye davet ediyorlar. Vigilante denen bu, işte, gece yürüyüşleri, mumlu, meşaleli, gece yürüyüşlerini falan düzenliyorlar. Hatta kefen giyip yürümüşlükleri falan var o dönem. 2006 yılında da Pembe Hayat Derneği’ni kuruyorlar, “Bu böyle olmayacak. Kendi derneğimizi kurmamız gerekiyor” diye. Ve dava süreci başlıyor. Esat-Eryaman olayları diye bilinen linç ve sürgünün yol açtığı mücadelenin parçası olan bu dava süreci başlıyor. 2008 yılında karar çıkıyor birinci derece mahkemesinden. Çıkan kararda, gerekçeli karar içerisinde bir nefret suçu tanımı da yapılıyor. Burada saldırıya uğrayan kişilerin saldırıya uğrama sebebinin transseksüel yapıda olmaları ve sırf bu yüzden buna maruz kaldıklarına dair bir yorumda bulunuyor mahkeme heyeti. Tabii, yani bütün bu süreçte, o delillerin toplanması, soruşturmanın yürütülmesi ve işte mahkemenin ikna aşamasının tamamı mağdurlar üzerinden gidiyor. Polis herhangi bir kovuşturma yapmıyor. Etkin bir soruşturma yürütmüyor. Dolayısıyla hani bu çetenin içerisinde yer alan ve kendilerinin tanıdığı birtakım isimler de ceza alıyorlar, cezaevine giriyorlar. Daha sonra Yargıtay’a taşınıyor bu dosya. Ve ne hikmetse on beş yıl sonra Yargıtay bu kararı bozuyor. Yeterince delil toplanmadığını, ne diyorlar ona, suç örgütü oluşturmaya dair yeterince delil olmadığını, buna dair birinci derece yetki mahkemesinin verdiği kararın bozulması gerektiğini, davanın yeniden görülmesi, ilgili delillerin, eksik delillerin toplanması gerektiğini söylüyor ve işte iki senedir tekrardan görülüyor bu dava. En son işte 21 Kasım’da son duruşması oldu. Bir sonraki duruşması da ne zamandı? Şubat ayında herhalde. Birtakım suçlardan da zaman aşımı gerçekleşmiş olduğu için, işte, adi yaralama suçları vesaireden, oradaki cezalar da bozulmuş oluyor. Ama insanlığa karşı işlenmiş suçlar üzerinden dava süreci de devam ediyor bir yandan. Pembe Hayat’ın kurulma aşamasında aslında tam da öyle bir yerden olmuş oluyor kısaca, çok da uzatmayayım.

 

Pembe Hayat Derneği ne yapıyor? Pembe Hayat Derneği Türkiye’deki tek trans derneği olması vesilesiyle Türkiye’deki bütün translara bir şekilde ulaşmaya ve hizmet sunmaya çalışıyor. Görünürlüklerini, yaşadıkları problemlerin neler olduğunu hem ülke içerisinde hem Ankara’da hem de yurt dışında ya da uluslararası arenada söz söyleyerek, raporlayarak göstermeye çalışıyor. Türkiye’de ayrımcılık ve nefes suçlarıyla alakalı herhangi bir tanımlama olmadığı için ve ayrıştırılmış veri de tutulmadığı için bu ayrıştırılmış veriyi de Pembe Hayat tutmak zorunda kalıyor. İnsan hakları ihlalleri raporlamasında çok da böyle kesişimsel ve geniş bir çerçeveden yaşanan her türlü ayrımcılık ve hak ihlaline karşı bunları raporlamaya çalışıyor. Bir yandan da devlet kurumları ve ilgili kuruluşlar, meslek örgütleri doğrudan translara spesifik hizmet sağlamadıkları için bu hizmetleri de kendi kapasitesi içerisinde sağlamak için çabalıyor. Bunlar neler oluyor genelde? İşte ruh sağlığıyla ilgili hizmetler olabiliyor. Sosyal hizmetlerle alakalı şeyler olabiliyor. Bir de en elzemi ve kurulduğu günden beri sürekli ona kaynak yaratıp bir şekilde döngüsünü sağlamaya çalıştığı hukuki danışmanlık hizmeti. Başka ne yapıyor? Bir de kültür sanat alanında örgütlenmeye çalışıyor. İşte, özellikle kültür sanat alanının çok daha erkek egemen bir alan olması, kültür sanat kaynaklarının erkek egemen olmasından dolayı, buraya alternatif bir yöntem geliştirmeye çalışıyor ve özellikle LGBTİ+ alanıyla kesişen yapımlar söz konusu olduğunda bunları değerlendirip kendi Queer Film Festivali’nde göstermeye çabalıyor. Bir yandan da alan açmaya çalışıyor. Kültür sanat alanında çalışan queerleri bir araya getirip onların birbiriyle deneyim paslaması, aynı zamanda ekonomik bir döngü yaratması için uğraşıyor. Böyle yani.

 

Kişisel olarak ben barınma hakkı ve diğer sorunlarla ve örgütlü mücadeleyle nasıl karşılaştım, nasıl tanıştım? Onu anlatayım. Ben 2003 yılında ailemin yanından ayrılıp üniversite için İstanbul’da okumaya gittim. O zaman on altı yaşındaydım. On sekiz yaşından küçüktüm. Ve kimlik sorgulamasına girdim. O dönem internet bu kadar yaygın değildi. Dernekler henüz resmi olarak kurulmamış. Ortada oluşan bilgiler de sadece eşcinsellerin özgürleşmesi, eşcinsel onur hareketi, bilmem ne diye geçiyor. Ve genelde hep yabancı kaynaklara ulaşmak çok mümkün oluyor. Akıllı telefonlar falan da yoktu. Akıllı telefonlar olmayınca doğrudan bilgiye erişim ya da işte insanların nerede sosyalleştiğini görmek, kendine benzeyen insanları bulmak da zorlaşmış oluyor. Bugünkü böyle Appler, uygulamalar vesaire falan yoktu. Dolayısıyla üniversitede okurken böyle bir çabaya girdim ve devlet yurdunda kalıyordum. Devlet yurdunda kalırken de yurdun içerisindeki internet kafeyi kullanmak zorundaydım ve internet kafeye giderek “Türkiye’de buna dair ne var, nereye ulaşabilirim, kimden bilgi alabilirim, ben kimim, ben neyim?” diye sorgulayarak başladı açıkçası ve ilk etapta ben de İstanbul’da tanıştım. 2004 yılında gittiğimde çok da, açıkçası, sıcak karşılanmamıştım. Çok sıcak karşılanmadığım gibi de böyle işte Adanalı olmam vesaire sebebiyle “Taşradan gelmiş” gibi yorumlarla da karşılaşmıştım. Sonuçta bir de Türkiye gerçekliği içerisindeki o sosyo-kültürel ayrıştırma ve yaftalama bizim camia için de geçerliydi. Hala da öyle. Dolayısıyla örgütlenmek için bir alan bulamamıştım kendime. Ya da sormam gereken, sormak istediğim şeyleri soramamıştım. En son 18’ime gelince biraz daha geliştirdim kendimi, diyeyim. Tekrardan kapılarına gittim ve hani gidip gelmeye başladım. Zaman içerisinde 2008 yılında, daha doğrusu 2005 yılındaki onur yürüyüşlerine ilk kez katıldım, sonra 2006, 2007. 2008 yılında bir kapatma davaları olmuştu. O kapatma davasındaki kampanya sürecinde herkesi üye olmak için derneğe davet etmişlerdi. 2008 yılında üye oldum ben de Lambdaİstanbul’a. Sonra 2014’te çıktım herhalde üyelikten. Öyle başlamış oldu benim de örgütlenmem. Kendimi tanıma süreci. Sonra bir süre yurt dışına gittim geldim falan. Adana’ya döndüm. 2012 yılında da Adana’da Çukurova Eşcinsel İnisiyatifi diye bir sivil inisiyatifin içerisinde yer alarak orada film gösterimleri, sosyalleşme toplantıları gibi etkinlikler üzerinden Adana’da da bir örgütlenme pratiği geliştirdim. Orada öyle bir şeyler yaşadım. Sonra 2013 yılında oradaki örgütlendiğim arkadaşlarla transfobileri nedeniyle, eşcinsel kadınların ve erkeklerin transfobisi ve translarla örgütlenmek istemeyişleri, buna direnmeleri nedeniyle Queer Adana diye bir örgüt kurdum iki arkadaşımla beraber. Sonra da o örgüt devam etti uzunca bir süre. 2014 yılının sonunda da Ankara’ya taşındım Pembe Hayat Derneği iş teklif ettiği için ve bütün enerjimi de işte transların İnsan Hakları Mücadelesi için ayırmış oldum.

 

Tabii ki transların insan hakları mücadelesi derken sadece transların yaşadığı sorunlar üzerinden değil, çok daha geniş bir çerçeveden, daha kesişimsel, başka hak alanlarıyla da buluşan, bir araya gelen bir mücadeleden bahsediyorum. Çünkü az önce işte Yasin’in bahsettiği barınma sorununu birebir yaşıyoruz zaten. Ben kişisel hayatımda da yaşıyorum. Benim için kiracı olarak ev bulabilmek neredeyse imkânsız. En yakın tarihte yaşadığım sorunlardan da bir tanesi. 2020 yılının aralık ayında benim dört yıldır ikamet ettiğim daire satılmıştı. Satıldığı için benim kendime yeni bir daire bulmam gerekiyordu. Ve altı ay neredeyse ev arama süreci yaşadım ve hiç kimse evini vermek, kiralamak istemedi. Çünkü bir kere her şeyden önce işte travesti olmak, ondan sonra işte fuhuş yapıyor olmak, kimlikte yazan isminle senin gerçek hayatta kullandığın isminin örtüşmüyor olması gibi bir sürü sorunlar oluyor. Onun haricinde de emlakçılar ya da ev sahipleri zaten daha telefon açtığınızda -herhalde o birtakım uygulamalar var, Getcontact gibi, Icall gibi, oradan görüyorlar insanların sizi nasıl kaydettiğini. Yok LGBT diye kaydediyorlar, yok tro diye kaydediyorlar telefonlarına, travesti diye kaydediyorlar, dönme diye kaydediyorlar vesaire- aradığınız zaman orada zaten ekranına çıkıyor aradığınız kişinin. Daha aradığınız aşamada reddediliyorsunuz. Bu altı aylık süreç içerisinde hatta iki kere emlakçılarla anlaştım, ertesi gün kontrat yapmaya gideceğim durumlar da yaşandı. Ama nedense tam böyle kontrat yapmaya gideceğim sabah beni arayıp “Ev sahibi vazgeçti size vermekten” diye bildirdiler. Sonra işte altı ayın sonunda hasbelkader şimdi oturduğum evi buldum çok şükür. İnşallah buradan da çıkmam. Çünkü evden çıkıyor olmak, yeni bir ev bulmaya çalışıyor olmak neredeyse cendereye dönüşüyor. İmkânsız bir hale dönüşüyor ve zaten günlük hayatımda yaşadığım bütün ayrımcılıkları bu kez iki katı, üç katı ile yaşamış oluyorum. Çünkü evsiz kalmak gibi bir şeyle karşı karşıya kalıyorum. Yani apartman… Sürekli şunu yaşıyoruz, yaşatıyorlar zaten: “Apartman imza toplayıp size attırabilir.” Ya niye attırıyor apartman beni? Böyle bir hakkı yok ki. Ya da ev sahibi bir gerekçe bulup evden atabilir, “Fuhuş yapıyorsun” diyebilir, “Ben kendim oturacağım” diyebilir, “Burası aile apartmanı” diyebilir. Kapına sürekli birini gönderebilir, seni taciz ettirebilir. Evine girip çıkanları sürekli kontrol ediyor olabilir. Ve bunları hani sadece ben de yaşamıyorum. Bütün arkadaşlarımın yaşadığını da biliyorum ve bu, sadece seks işçiliği yapan trans kadınlar için değil, seks işçiliği yapmayanlar için de geçerli, trans erkekler için de geçerli ya da işte görünüm olarak cinsiyet kimliği trans olmak zorunda değil ama cinsiyet ifadesi toplumsal cinsiyet normlarına uymayan, o şekilde davranmayan, o şekilde yaşamayan herhangi birisi için de geçerli. Sadece bu biraz daha katmerlenmiş oluyor trans olunca. Başka ne var? Başka bir şey var mı?

 

Canberk Gürer: Biraz aslında hem bireysel deneyimi hem de kurumu ve kurumun mücadelesini, Adana mücadelesini dinlemiş olduk. İkinci turda devam ederiz, başka bir şey yoksa. Çok teşekkürler… Abdullah Aysu’yla devam edeceğiz şimdi. Gıda ve tarım politikaları ve hakkı alanında birçok kurumda aslında şimdiye kadar çalıştınız, mücadele ettiniz. Odalarda, sendikalarda şimdi belediye bünyesinde faaliyet gösteriyorsunuz. Biraz benzer biçimde hem sizin mücadele pratiğinizi ve tarihinizi hem de içinde yer aldığınız kurumları biraz tanımak isteriz.

 

Abdullah Aysu: Ben öncelikle çağırdığınız için teşekkür ediyorum. Böyle güzel bir ortamda olmak gerçekten hoş. İzninizle “anahtarı nerede kaybettik” oradan başlarsak sanki o zaman anahtarı bulabilme imkânımız olur. Bulduğumuzda da belki sorunu çözücü kapıyı aralayabiliriz diye düşünüyorum.

 

Öncelikle belirteyim çiftçiler önemli. Neden önemli? Çünkü karnımızı doyuruyorlar. Sırtımızı giydiriyorlar. Bu nedenle çok önemli. Fakat ne Osmanlı döneminde ne de Cumhuriyet döneminde çiftçilerin sözlerini ifade etmeleri, karar süreçlerine katılabilmeleri için mekanizmalar oluşmadı. Dolayısıyla çiftçilerin adına sürekli hem Osmanlı hem Cumhuriyet’in başlangıcından bugüne kadar kararlar adlarına alına gelindi. Aslında çiftçilerin yaşadıkları bugünkü bütün sorunların tamamının altyapısı da bu diyebiliriz. Çünkü Cumhuriyet kurulmuş, o sıralar nüfusun yüzde sekseni kırlarda yaşıyor. Cumhuriyet ekonominin temelini tarıma dayandırmış. Ve bunun üzerinde yeni bir ülke inşa etmek isteniyor. Bunun için toplum için bir şeyler yapmak gerekir, ama doğru temelde bir şeyler yapmak gerekir. Nedense doğru temelden yani toplumun tamamının çıkarına bir şeyler yapmak yerine, tam tersine belli bir zümre için yapılıyor her şey. İşte o farklı, “yanlış” yapılan şeylerin hepsi bugünkü sorunların, barınma sorunun da diğer tüm yaşamsal ilişkilere dair sorunların temelini oluşturuyor.

 

Şimdi ben neyi anlatmaya çalışıyorum? Osmanlı döneminden Cumhuriyet’e geçildiğinde Cumhuriyet Osmanlı’nın hemen her şeyiyle hesaplaştı. Ama toprak mülkiyeti dağılımında eşitlik ve adalet konusunda hesaplaşamadı. Bunun için, eşitsiz bir dünya oluştu Türkiye toplumu için. Tamamen eşitsiz bir dünya oluştu. Eşitsiz bir dünya oluştuğu gibi bir ülkenin yeniden inşa edilmesinin yükünün tamamı çiftçilerin üzerine bırakıldı. Ve buradan denildi ki elde ettiğiniz kazançla, bu ülkeye bir burjuvazi yaratacaksın! Kazancın bunun için kullanılacak. Böyle olunca, aslında ileride kendisini yok edecek olanı da var etmek üzere alın terini döktü, bunun üzerinden yol almaya çalıştı, ama bunun olabilmesi için de birtakım mekanizmalara ihtiyaç vardı. Bunun için de birtakım kurumlar oluşturuldu. Bu kurumlar ise Toprak Mahsulleri Ofisi, Zirai Donatım Kurumu, şeker fabrikaları, sonra çay fabrikaları ve benzeri şeyler. Bir de kurumlara paralel kooperatifler kuruldu çiftçiler için. Ancak ne sözünü ettiğim bu devlet kurumlarında çiftçilerin karar süreçlerinde yer alması sağlandı ne de kooperatifler kendilerine ait oldu, yönetebildiler. Kooperatifleri de hep devlet yönetti. Devlet yönettiği için de çiftçiler kendini yönetme kabiliyetini kazanamadı. Yönetme kabiliyetine sahip olamadıkları için de sürekli yönetildiler. Ve onları yöneten muhafazakârlar sürekli onların üzerinden iktidar oldu. Çiftçileri, kırsalı da muhafazakâr bir çizgide tutmayı başardılar. Böylesi bir dönme dolabın içine sokuldu Türkiye toplumu.

 

Sonra İkinci Dünya Savaşı geldi. İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra roller değişti. İkinci Dünya Savaşı’na kadar tarımın dışa dönük yüzünde bağımsız olmasını hedefleyen, içe dönük yüzünde de çiftçileri bağımlı kılıcı tarzdaki Türkiye politikaları değişti, İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra o dışa dönük yüzündeki bağımsızlığı tamamen kayboldu. Ve yeni bir dünyaya, yörüngeye girdik. Bu yeni yörüngede Türkiye kapitalistlerin olduğu blokta yer aldı. Ama bu süreçte ortak yararın sürdürülmesi yani içte burjuvazinin oluşturulmasına devam etme ve toprak ağalarını oluşturma, toprak ağlarından burjuvazi oluşturma ve aynı zamanda çiftçilerin de çiftçiliğe devam edebilmesinin sağlanması için bir ortak yarar politikası güdüldü; ürün fiyatlarında destekleme alımlarıyla düzeltmeler benzeri şeylerle de politika bir devamlılık arz etti. Bunun da temel nedenlerinin başında sosyal hakları verme zorunluluğunu doğuran sosyalist bloğun varlığıydı. Bu sosyalist blok olmamış olsaydı sosyal haklar da verilmiyor olacaktı. Bu süreç böyle devam etti. Ve ‘73 yılında Japonya’nın başkenti Tokyo’da bir toplantı yapıldı. Bu toplantı yaklaşık olarak altı yıl sürdü aralıklı olarak. Bu, Gümrük Tarifeleri ve Ticaret Hizmet Anlaşması toplantısıydı. Bu toplantıda ilk kez tarımın serbest piyasa içine alınması ciddi bir biçimde tartışıldı, fakat toplantı ‘79 yılında dağıldığında 59 ülkenin tamamı ve Türkiye dâhil olmak kaydıyla, hiçbir ülke tarımın serbest piyasa içine alınmasını kabul etmedi, reddederek dağıldı. Yazık ki 1980 24 Ocak Kararları’yla serbest piyasa bu ülkede inşa edilmeye başlandı. Benim kadar zaten biliyorsunuz, 24 Ocak Kararları’nın uygulanabilmesi, o dönemde önündeki toplumsal muhalefet güçlerinin gücü nedeniyle mümkün değildi. Onun için bir askeri darbe gerekti. Ve askeri darbe yapıldı. Askeri darbenin arkasından da serbest piyasa mimarları devreye girdi ve tarımı yeniden inşa etti.

 

Şimdi, o ilk başta söylediğim söze gelecek olursak, bugünkü sorunların temeli nerede? Bugünkü sorunların temeli esasında Tarım Bakanlığı’nın bünyesinde… Bir tarım ülkesiyiz. Ülkenin omurgasını tarımın üzerine kurmuş, ekonomimizi öyle oluşturmuşuz. İşte serbest piyasayla bu omurgayı kırmaya giriştik. Kırıp onu yere yapıştırıp onun üzerinden, küllerinin üzerinden yeniden başka bir şey inşa etmeye giriştik. Bunun için de ilk önce Tarım Bakanlığı’nın bünyesinde altı tane kurmay genel müdürlük kapatıldı. Bu kurmay genel müdürlükler nelerdir? Birincisi, Türkiye’nin üç tarafı denizlerle çevrili, Su Ürünleri Genel Müdürlüğü kapatıldı. Bu dönemde bir hayvancılık bakanlığı kurulsun mu, kurulmasın mı diye tartışılırken Veteriner İşleri Genel Müdürlüğü kapatıldı. Veteriner İşleri Genel Müdürlüğü kapatıldığı andan itibaren de etlerin ne olduğu sorunu ortaya çıktı. Çünkü Veteriner İşleri Genel Müdürlüğü bu işleri takip ediyordu mezbahalarda. Hatırlarsınız eski kasaplardan etlerin böğründe mühürler vardı. O mühürler olmadan satamazlardı. Şimdi etler paramparça bir biçimde satılıyor ve ne olduğunu, ne eti olduğunu da kimse bilmiyor esasında. Bu bugünkü gıda sorunlarından birisi bu. Gıda İşleri Genel Müdürlüğü vardı. Bölgesel laboratuvarları vardı ve bütün gıdalar mutlaka kontrol edilirdi. Uygun olmayanlar da kapatılır. Bugün bir gıda paniği yaşıyor bütün ülke. Ne yediğini, ne tükettiğini, neler tüketeceğini bilmiyor. Aynı şekilde toprak kirleniyor, su kirleniyor ve bunun temel nedeni zirai mücadele ilaçları. Zirai Mücadele Genel Müdürlüğü vardı. Bu genel müdürlük kapatıldı. Oysaki onda şu büyüklükte reçeteler vardı. Onun üzerinde yazılı olan ilacın dışında ilaç almak zirai ilaç bayilerinden mümkün değildi. Onun için, onu da alabilmeniz için o bahçenizdeki böceği veya daldaki hastalığı götürüp göstermeniz gerekiyordu. Getirilen materyal üzerinden belirlenen teşhise göre ilacı veriliyordu. Şimdi bu uygulama, ne kadar çok ilaç satarsa o kadar çok para alacak olanların eline bırakıldı. Devlet buradan da çekildi.  Ve işte barınma konusuna gelelim. Barınma konusuyla ilgili olarak da Toprak Su Genel Müdürlüğü vardı. Toprak Su Genel Müdürlüğünün elinde haritaları vardı. Birinci, ikinci, üçüncü sınıf tarım toprakları üzerine herhangi bir şey yapma yetkisi yönetenlerde değildi. Bu denli… Herhangi bir bakanlığa da bağlı değildi, bağımsızdı, doğrudan Başbakanlığa bağlıydı. Toprak Su Genel Müdürlüğü ortadan kaldırılınca, haritalar rafa kaldırılınca toprak sahipsiz kaldı. Bu topraklar istenildiği gibi kullanılmaya başladı. Üzerinde inşaatlar yapıldı. Üzerinde oteller yapıldı. Madenler aranmaya başlandı, üzerinde çeşitli fabrikalar oluşturuldu, termik santraller oluşturuldu. Sularımız satılmaya başladı. HES’ler kurulmaya başladı. Bütün bunlar Toprak Su Genel Müdürlüğü’nün ortadan kalkmasının sonucunda meydana geldi.

 

Şimdi bütün bunlar bu şekilde sürerken yine biz dünyanın kendisine bir gidelim. Dünyada ‘86 yılında bu sefer Uruguay’da bir toplantı yapılıyor. Uruguay’daki yapılan toplantı ‘94 yılına kadar sürüyor. Ve en son Fas Marakeş’te bir sözleşme imzalandı. Bu da gene Gümrük Tarifeleri Ticaret Hizmet Anlaşması ve ‘94’te imzalanan anlaşmayla Gümrük Tarifeleri ve Ticaret Genel Antlaşması yeni kurulan Dünya Ticaret Örgütü’nün bir alt başlığı haline getiriliyor ve buraya işte ülkeler patır patır imza atmaya gidiyor. Üye oluyor. O dönemin Dünya Ticaret Örgütü koordinatörü Pascal Lamy dünyaya bir açıklama yapıyor. “Bu ülkeler gelip buraya imza atıyor, ama imza neye attıklarını biliyorlar mı?” diyor Dünya Ticaret Örgütü’nün koordinatörü. Bunun nedeni şu. Şimdi bugünkü sorunların temeli bu olduğu için gene söylüyorum. Siz buraya imza attığınızda NAMA Sanayi Anlaşması’na, AoA Tarım Anlaşması’na, TRIPS Fikri Mülkiyetler Anlaşması’na, GATS Hizmetler Anlaşması’na, GATT Gümrük Tarife ve Ticaret Anlaşması’na, aklınıza gelebilen bütün anlaşmalara imza atmış sayılıyorsunuz. Tek bir imzanızla. Bu nedenle belediye asfalt yapamıyor, karayolları yol yapamıyor. GATS Hizmetler Anlaşması diyor ki hayır, belediyeler yapmayacak. Aynı şekilde GATS Hizmetler Anlaşması ve Dünya Ticaret Örgütü diyor ki kamu şirketlerle rekabet edici hiçbir iş yapamaz. Onun için patır patır özelleştirmeler oldu. Ve bu özelleştirmelerin sonucunda da öyle bir noktaya gelindi ki şirketler dünyayı artık yutmaya başladı ve kontrol ediyor. Şimdi yeni planımız şöyle oluşuyor: Çok uluslu şirketler, altında devletler, onun altında da yerel tekeller. Bu şekilde bir sistem inşa edildi. Şimdi bunu bu şekilde düşündüğümüzde ipin ucu öyle bir kaçtı ki bu sefer çiftçilerin sahip olmasa bile ortağı olduğu Tarım Satış Kooperatifleri Birlikleri ellerinden alındı. Bir kooperatif sahiplerinin elinden alınır mı? Alındı. Ve aslında bu kadar planlı ve programlı yapıldı ki bu iş, biz işte Çiller dönemi, Adana’da bir toplantıdayız, hiçbir basın ve televizyon rağbet etmiyor. Biz çıktık, panelden çıktık, konuşmamız bitti. Salondan çıkıyoruz, bütün kameralar dizilmiş. “Ne oluyor” dedik “bu ne, nedir?” Dediler ki Çiller bir açıklama yaptı. Yaptığı açıklama şu: “Tarım Satış Kooperatifleri Birlikleri’ni özelleştireceğiz.” “Ne diyorsunuz!”  Biz de yürüdük, “Yeniköy’deki yalısını özelleştirsin” dedik, yürüdük gittik kameraların arasından. O, gazetelerde de öyle çıktı. Tarım Satış Kooperatifleri Birliklerinin özelleştirilmesi, Çiller’e nasip olmadı ama DSP-MHP-ANAP koalisyonunda sapı bizden olan bir balta geldi dışarıdan, bunun fermanını yazdı. Ve 4572 sayılı Yasa ile Tarım Satış Kooperatifleri Birlikleri’nin entegre tesislerin ile pazarlama birimlerini anonim şirketlere dönüştürdüler. Kooperatifler birer tabela olarak kaldı. Diğer tarafı olduğu gibi şirketlere geçti. Esas katma değerli bölüm, oradan elde edilecek ticari kazanç, o ticari kazancın tekrar çiftçiye ve tarıma dönmesi gereken bölümü olduğu gibi şirketlerin eline geçti. Bunlar ciddi şeylerdi. Niye ciddi şeylerdi? Bu ülkede bir devletin resmi hazinesi vardı bir de gayri resmi hazine olarak devletin kullandığı Tarım Satış Kooperatifleri Birlikleri vardı. O da yedek hazinesiydi devletin. Yani ülkenin ikinci hazinesiydi. Neden? On altı tane Tarım Satış Kooperatifleri Birlikleri vardı ve hepsi devdi. Ve bunun birisinin bankası vardı. Bunlar o kadar büyüktüler ki yüz büyük firma içerisinde iki tanesi ilk onun, on beşin arasında idi. İlk on beşin arasında. Diğerleri de ilk yetmişin içinde. Böyle devasa bir şeyden bahsediyoruz, bir olanaktan bahsediyoruz. Ve sizin, işte, hani sizin Erdal Özyağcılar’ın denizden çıktığı, Beyazıt Öztürk’ün traktöre bindiğini gördüğünüz reklamdaki DenizBank, aslında DenizBank değildi. O Tariş Bank’tı. Tariş Bank Ziraat Bankası gibi Türkiye’nin her tarafında şubesi olan bir bankaydı, çok güçlüydü ve bu kooperatifindi, Tariş’indi. El koyuldu, alındı. Fakat Tariş’in ismi kooperatifte kaldığı için kullanamadılar. Sadece beş şubeye sahip olan Denizbank’ı alıp buna şapka olarak giydirdiler. Şimdi 4572 sayılı Yasa’nın altına da yazdılar. Dediler ki Kooperatifler banka kuramaz. Dünyada bir tek bizde var bu. Böyle bir konu. Halbuki ülkemizde faaliyet gösteren birçok banka kooperatif bankasıdır. Bu yabancı banka olarak gördüğümüz bankalar kooperatifler bankalarıdır. Ve bizde “kooperatifler banka kuramaz” kararı çıkarıldı.

 

Şimdi buradan tekrar bir dünyayla buluşacak olursak… Bu sefer dünyanın şey yüzüyle yüzleşelim isterseniz, çiftçiler yüzüyle. Mesela ‘93’te bu DTÖ anlaşması gündeme gelmişti. Anlaşma ‘94’te Marakeş’te imzalandı, ‘95’te de kamuoyuna açıldı. Aynı dönemde Nikaragua’da bir toplantı yapılıyor. 46 çiftçi örgütü bir araya geliyor. Dünya Ticaret Örgütü’nün küçük çiftçiliği ortadan kaldıracağı ve tarımı şirketleştireceği, çiftçiliğin ortadan kaldırılacağı bir sistemin geldiğini bunlar kendi aralarında tartıştılar ve değerlendirdiler. Bunun üzerine bir küresel örgüt kuralım, dendi. Yok, mademki bir küresel kapitalizm var, onun karşısında pozisyon alacak küresel bir örgüt kuralım, diye yola çıktılar. Nikaragua devleti bunların birçoğunu toplantı bitmeden gönderdi. Daha sonra bunlar Belçika’da Mons kasabasında bir araya geldiler. Orada tekrar bu elli altı örgüt ve yeni katılan örgütler birlikte La Via Campesina’yı kurdular. Türkçesi çiftçi yolu. Bu küresel örgütü kurdular. Ve bu küresel örgüt on üç bölgeden oluşuyor. Dünyanın en büyük küresel örgüt. 300 milyon üyeli. Dünya Ticaret Örgütü’nün yaptığı Bakanlar konferanslarının hemen hemen tamamını, Seattle’dan başlayarak, Hong Kong, Cancun, Doha bütün bunları diğer müttefikleriyle birlikte basarak, konferanslardan sonuç alınmasını engellediler Burada ana güç motor güç La Via Campesina idi. Ve dolayısıyla Dünya Ticaret Örgütü şu anda istediği gibi faaliyet yürütemiyor. Serbest ticaret anlaşmalarıyla bir yan yol bulup ikili anlaşmalarla bu işi çözmeye çalışıyor. İşte 2004 yılında Brezilya Sao Paulo’da bir genel kurul yapıyor La Via Campesina. Biz de burada, Çiftçi Sendikaları olarak, 2002 yılında kurulmuştuk. 2004 yılında davet edildik. Gittik orada aday olduk. Çiftçi Sendikaları o zaman platformdu, platform olarak üye oldu. Daha sonra konfederasyon oldu. O konfederasyon üzerinden üyeliğini devam ettirdi. Daha sonra da Türkiye Çiftçi Sendikaları Konfederasyonu Avrupa La Via Campesina bölgesinin kurucu üyesi oldu ve bundan sonra Türkiye’deki herhangi bir çiftçi örgütünün veya Avrupa’daki herhangi bir çiftçi örgütünün oraya üye olması için Türkiye’nin oyuna ihtiyacı var. O duruma geldi. Fakat bu süreç, Türkiye’deki çiftçi sendikaları süreci, o kadar kolay oluşmadı. Çünkü ta başından itibaren ilk sendikayı kurduğumuzda -Üzüm Sen’i kurduk, daha sonra ürün bazında sendikalar kurulmaya devam edildi. Daha sonra işte Tütün Sendikası’nı kurduk- ilk sendikayı kurup basın açıklaması yaptığımızda TİSK bir açıklama yaptı: “Aramıza hoş geldiniz, çok mutlu olduk, size yer verelim, birlikte hareket edelim.” Bütün gazetelerde böyle bir açıklama çıkmaya başlayınca, biz dedik bu iyi bir şey değil. Bir hafta sonra biz bir toplantı yaptık dedik ki biz işveren sendikası olarak kurulmadık, üretici sendikası olarak kurulduk. Küçük çiftçileri esas alıyoruz ve işçi çalıştıran çiftçiler bize üye olamayacaktır. Bu şekilde net ayrımımızı koyduk. Ve bunun üzerine İzmir Valiliği bir yazı gönderdi “Sendikanız kapatılmıştır” diye. Bunun üzerine mahkemeler falan, sonuç itibariyle on yıllık bir mahkeme sürecinde, onlar kapattı, biz açtık, onlar kapattı, biz açtık. Bu arada biz mitingler yapıyoruz, kurultaylar yapıyoruz, bir sürü işler yapıyoruz ve sonuç itibariyle on yıl sonra Yargıtay bize “Sendika kurabilirsiniz” dedi. Yerel mahkeme direnmedi bunun üzerine bu sendika inşa edildi ve mücadelesini sürdürüyor. Ben yokum, üye olarak oradayım ve mücadele sürüyor.

 

Canberk Gürer: Çok teşekkür ederim.

1988 yılında Ankara’da doğdu. Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi Maliye Bölümü’nden 2011 yılında mezun oldu. Ankara Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Maliye (Kamu Ekonomisi) Anabilim Dalı’ndan 2017 yılında yüksek lisans derecesini aldı; doktora eğitimine devam etmektedir. SBF’de araştırma görevlisi olarak görev yapmakta iken 7 Şubat 2017’de barış imzacısı olması gerekçesiyle kamu görevinden ihraç edildi. Mülkiyeliler Birliği Vakfı Yönetim Kurulu üyesi ve Ankara Üniversitesi İletişim Fakültesi Radyo, Televizyon ve Sinema bölümü öğrencisidir.

1995 yılında Türkiye’nin Van kentinde doğdu. İstanbul’da yaşamakta. Erciyes Üniversitesi Radyo TV ve Sinema Bölümü 2020 mezunu. İşçi hareketi ve kent sorunları hakkında fotoğraf, video ve belgesel alanında üretimler yapmakta. Bu sorunlara dair çözüm önerileri üretmeye çalışmakta.

Ankara’da yaşayan, insan hakları aktivisti bir trans kadın. Marmara Üniversitesi Siyaset Bilimi ve Uluslararası İlişkiler Bölümü’nden mezun olduktan sonra İtalya’da, Bologna Üniversitesi’nde Doğu Avrupa Etütleri yüksek lisans programına devam etti. 2005 yılından bu yana LGBTİ+ hareketi içerisinde yer alıyor. Seks işçiliği yaparak ve şu anda Pembe Hayat Derneği’nde Genel Koordinatör olarak çalışarak geçimini sağlıyor. Uluslararası savunuculuk alanında, özellikle Batı Balkanlar’da tanınan bir aktivist.

1954 yılında Ankara’da doğmuştur. Çiftçilik ile uğraşan bir ailenin sekiz çocuğundan birisidir. 5 yıllık eğitimini aldığı zirai öğrenim de dâhil 45 yıldır tarımla uğraşmaktadır. Tarım Bakanlığı’nda yedi yılı aşkın süre çalışmış, 12 Eylül 1980’den sonra bakanlıktan ayrılmak durumunda kalmıştır. Türkiye Ziraatçılar Derneği İstanbul Şube Başkanlığı, Türkiye Tarımcılar Vakfı Genel Başkanlığı yaptı. Hububat Üreticileri Sendikası (HUBUBAT-SEN) Genel Başkanlığı, Çiftçi Sendikaları Konfederasyonu (ÇİFTÇİ-SEN) kurucu genel başkanlığı yaptı. İktisat fakültesi mezunudur. Çeşitli uluslararası konferanslarda tarım, gıda ve ekoloji üzerine sunumlar yaptı. Türkiye’de Tarım Politikaları (2001), Tarladan Sofraya Tarım (2002), Avrupa Birliği ve Tarım (2006), Küreselleşme ve Tarım (2008), Topraksızlar 25 Yaşında (2010) Modern Dünya’da Tarım ve Özgürlük (2018) adlı kitapların yazarıdır. Birgün gazetesi, Bianet, Özgür Gündem ve karasaban.net’te tarım, gıda ve ekoloji üzerine yazıları yayımlanmıştır. Halen Yeni Yaşam gazetesinde haftalık tarım ve ekoloji yazıları yazmaktadır.

©2021  blog.insanhaklariokulu.org.
Tüm hakları saklıdır.

web tasarım: mare.design

E-bültenimize abone olarak duyurularımızdan haberdar olabilirsiniz.

Yayınlanan yazıların içerikleri sadece yazarların sorumluluğu altındadır ve Hollanda Büyükelçiliği ve /veya KAGED’in görüşlerini yansıtmak zorunda değildir.