Yuvarlak Masa: Türkiye’de Hak Mücadelesi Pratikleri – II

İnsan Hakları Okulu: Blog’un Türkiye’de Hak Mücadelesi Pratikleri başlıklı dördüncü Yuvarlak Masa Toplantısı Canberk Gürer moderatörlüğünde Yasin Serindere, Janset Kalan ve Abdullah Aysu’nun katılımı ile gerçekleştirildi. Farklı hak mücadelelerinin birbirleri ile ilişkisinin altını çizen tartışmanın ikinci kısmını yayımlıyoruz.

 

Canberk Gürer: İkinci turda biraz değindiğimiz mücadele alanlarının pratik ve yapısal sorunlarından bahsedeceğiz. Yine aynı sırayla devam edelim. Janset’in bir sorusu vardı, onu da içine alarak, zaten evet bu mücadele alanlarındaki yapısal ve kurumsal sorunları konuşacaktık. Böyle başlamış olalım.

 

Yasin Serindere: Tabii. Şimdi barınma hakkı mücadelesi veriyoruz. Bizimki gibi mahallelerde genelde daha çok yöre dernekleri olur. Hatta ili, ilçeyi bırakın artık köy dernekleri, işte, Erzurum ili, Horasan ilçesi, filan köy derneği vesaire… Bu tür derneklerin de oluşturulduğu bir mahalle. İnsanlar orada sosyalleşirler, bir araya gelirler. Daha çok daha küçük gruplar halinde bir araya gelirler. Ama mahalleye ait, böyle tam anlamıyla mahalleyi kapsayan bir dernek şimdiye kadar kurulmamıştı, bir oluşum yoktu.  2022 başında gerçekleşen o imar uygulamasıyla birlikte, Kanal İstanbul imar uygulamasıyla, biz bunun bir ihtiyaç olduğunun farkına vardık. Çünkü artık eskisi gibi mahallesi için bir şeylerin sorumluluğunu alan muhtar profili çok azaldı. Muhtarlar daha çok hani “Etliye sütlüye karışmayayım, mülki amirliğimi yerine getireyim” ya da “olabildiğince belediyeye yakın olayım, iktidarın suyuna gideyim” türü bir yaklaşımla hareket ederler. Burada artık bir kişinin ön planda olduğu bir yönetim süreci olmuyor, yani bu barınma hakkı mücadelesinde. Biz sürekli kendi mahallemizin komşu mahallesi olan Güvercintepe Mahallesini örnek alırız. Çünkü Güvercintepe Mahallesi’nde on yıl önce işte yıkıma geldiklerinde vatandaş sokağa çıkıyor ama bunların ön saflarında muhtar yer alıyor. Muhtar oradaki komşularımızı bilgilendiriyor. İşte, “Hakkımızı yedirmememiz gerekiyor” diye. Oradaki muhtarı kendi mahallemizdeki komşularımız da sürekli örnek olarak anlatır yani. On yıl geçmiş aradan ama hala o muhtar anılır. İyi anılır. Şimdi, her yerin muhtarı öyle olamaz işte. Sorumluluk almayabilir. Hatta tam aksine senin mücadeleni baltalayabilecek işler de yapabilir. Örneğin bizde uygulama çıktı, yirmi gün sonra muhtar bir toplantı yaptı. On gün kalmış itirazların sonlanmasına. Sen yirmi günlük süreçte neredeydin?

 

Şimdi bilginin de şeffaf bir şekilde aktarılmadığı süreçler yaşıyoruz. Yani idare, belediyeler, bakanlıklar bilgi karmaşası yaratıyor. Ve bu bilgi karmaşasıyla ne yapacağını bilemeyen, kendisi üzerinde nasıl oyunlar oynandığını anlamayan halktan herhangi birisi aslında kendisi için bir problemin olmadığını da düşünüyor, onun rahatlığıyla hareket edebiliyor. Ama aslında burada bilgi iyice şeffaf bir şekilde anlatılabilse, aktarılabilse kendi mülkü üzerinde, kendi yaşam hakkı üzerinde, yaşam alanı üzerinde nasıl bir yönetim sergilendiğini ya da bir mağduriyet yaşandığını anlayabilir. Buradan bir ihtiyaç doğdu bizim için. Bu bizim için bir problemdi, bir sorundu., biz de bu sorunu çözmek için mahalleli olarak bir araya geldik. Dedik ki artık bilgiye kendimizin ulaşabileceği bir ortam yaratalım, o bilgiyi birkaç kişinin, grubun tekeline bırakmayalım. Hukuki olarak bize destek verecek avukatları yanımızda tutalım. Şehir Plancıları Odası’yla iletişim halinde olalım. Diğer mahallelerdeki deneyimin buraya aktarılmasını sağlayalım. Deneyim paslaşması yapalım. Ve bizi bekleyen tehlikelere, bizi bekleyen diğer problemlere karşı daha güçlü bir savunma hattı kuralım. Çünkü biz yeni yaşıyoruz bunu, bu konuda tecrübeli değiliz, acemiyiz. Ama bir yandan da bakıyoruz ki aslında bizim mahallemize farklı mahallelerden taşınmış insanlar var. Ayazma mağdurları bizim mahalleye taşındılar. İşte Sulukule’de yaşananları bilenler var. En azından bir kere oradan geçerken Fikirtepe’deki sürece dahil olmuş, göz gezdirmiş komşularımız var. Bu bize neyi ne veriyor? Bize şunu veriyor: Hafıza bize nasıl mücadele edeceğimizi de öğretiyor ve biz de burada aslında bu boşluğu doldurmaya çalışıyoruz.

 

Ondan sonra daha çok barınma hakkı mücadelelerinde şunu görüyoruz: Hızlı bir şekilde, heyecanlı bir şekilde başlayan mücadele, bir süre sonra belki kazanımla da sonuçlanabiliyor, küçük kazanımlar gerçekleşebiliyor. Onunla birlikte bir rehavet süreci yaşanıyor. Bir rehavete kapılıyor insanlar. Yani bu barınma hakkı mücadelesini bir yerde bıraktığın anda aslında saldırılar daha da keskinleşiyor. Tozkoparanlılar üzerinden örnek verecek olursam, müthiş bir örgütlenme içindelerdi. Basınla ilişkileri çok kuvvetliydi. Güngören’de, İstanbul’un tam merkezinde… Ondan sonra siyasiler sürekli oraya desteğe giderlerdi. Mahalle halkının da çok avantajlı olduğu bir şey vardı. Tam kalbinde Barış Parkı denilen büyük bir park var ve o parkta insanlar, bildiğiniz küçük bir Gezi Parkı deneyimi yaşadılar. 17 gün boyunca elektrikleri, suları kesildiğinde orada nöbet tuttular. O nöbetin sonucunda Danıştay yürütmeyi durdurma kararı verdi. Bir nevi vatandaşın bu mücadelesi sayesinde geri adım atıldı. Biz dedik, yani diğer mahallelerde yaşayan insanlar olarak, “Tozkoparan düşmez” dedik. Ama Tozkoparan biraz rehavete kapıldığı süreçte, işte, “Anayasa Mahkemesi’ne gidelim, Danıştay’a gidelim” dediği anda, sürekli “Mahkeme, mahkeme” dediği bir süreçte, sabahın beşinde, yaklaşık 1000’den fazla polisin, çevik kuvvet araçlarının, dozerlerin sabahın beşinde saldırdığı ve insanları evlerinden çıkartıp yıkımı gerçekleştirdiği bir süreç yaşadı. Geçen ay orada Tozkoparanlılar’ın kurdukları ilk savunma hattı çöktü. Şu anda oradaki insanlar İstanbul’un farklı farklı ilçelerine dağılmak zorunda kaldılar. Kiraya çıktılar. Bu da bize şunu gösteriyor, Şahintepeliler’e: Rehavete kapılmamamız gerekiyor. Hukuki olarak hakkımızdan taviz vermeyelim. Örneğin, diyelim, Tokatköy’de yıkımı gerçekleştiriyor, bir ay sonra mahkeme karar veriyor: “Buranın imar planları durduruldu.” E ama yıkım oldu, yıktılar. Yani yıkım usulsüz oldu. Bu örnekleri de gördüğümüze göre… Hatta İçişleri Bakanı ne diyor? Diyor ki “Siz yıkın, mahkeme kararı ardınızdan gelir.” Bunu iyi gözlemlemek lazım. Bunu gözlemlediğimiz takdirde, evet, Anayasa Mahkemesi’ne de gidelim, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’ne de gidelim, sonuna kadar mücadele edelim ama senin evini, sabahın beşinde gelip seni buradan çıkartıp evini yıkmaya gelenler de olacak. E buna karşı da bir savunma hattı kurman lazım. “Barınma hakkı kutsaldır” diyoruz. Kutsal olduğu için dokunulmaması gerektiğini düşünüyoruz. Bu fiili meşru bir mücadeledir. Bunun hakkımız olduğuna inanıyoruz. Bu hafıza aktarımını kendimizde belli bir yere oturtarak bir mücadele veriyoruz.

 

Şahintepe Mahallesi, ben size sosyopolitik olarak az önce çeşitliliğini anlattım. İşte Alevi nüfusun olduğu, Kürt nüfusun olduğu, diğer birçok kesimden insanların bir arada olduğu bir mahalle. 2016’da OHAL döneminden hemen sonra batıda ilk kurulan kalekol bizim mahalleye kuruldu. Ve Kanal İstanbul’un ve daha önce, ilk turda bahsettiğim inşaatların yapıldığı bölgenin olduğu yere kuruldu. Yani tesadüf mü? Niye oraya kuruldu? Neden daha merkeze kurulmadı? O kalekolun kuruluşundan hemen sonra, OHAL’de, mahallede uyuşturucu satışının, uyuşturucu tüketen gençlerin sayısının arttığını gözlemledik, fark ettik. Yani ilginç ki devletin baskısının çok yoğun olduğu dönemde mafyanın ve uyuşturucu kaçakçılarının da çok güçlü olduğu bir dönemi yaşadık. Bu bizde bir şüpheye yol açıyor yani.

 

Barınma hakkı mücadelesine başladığımız ilk günlerde, bir bakıyoruz, toplantı yapacağız. Toplantı salonuna ya da mekâna gitmeden önce bizden önce çevik kuvvet araçlarının oraya gidip beklediğini görüyoruz. Siz nasıl haberdar oldunuz? Bakıyoruz bizden daha kalabalıklar. Yürüyüş yapacağız. Yürüyüş alanına bir bakıyoruz, onlar bizden yine daha kalabalıklar. Bizden önce gelmişler vesaire. E, biz burada bir yanlış bir şey yapmıyoruz. Biz hakkımızı koruyoruz. Bize karşı yanlış bir uygulama, hukuksuz, adaletsiz bir uygulama çıkartılmış ve bunun bilgilendirmesi dahi yapılmıyor. Gel, beni muhatap al. Sen burada bir uygulama yapıyorsan beni muhatap al. De ki “Ben bu Şahintepeliler için yapıyorum bunu, o yüzden Şahintepeliler’e anlatacağım.” Yani öyle askıya çıkarttığın sekiz bin sayfalık PDF’yi ben ne yapayım ben? Ne anlarım onu? Sen bunu bana anlatmayınca kim anlatacak? İşte, bu tür mağduriyet yaşayan topluluklarla dayanışma mücadelesi veren avukat arkadaşlarımız, Can Atalay başta olmak üzere işte Gül Altay, bunlar gelip anlatacak. Şehir Plancıları Odası anlatacak. İnsan hakları savunucuları anlatacak. Basın gelecek bizimle ilişki kuracak. Sen madem diyorsun, yani, “Niye Şahintepeliler sürekli bir şeye öfkeleniyor?” E, sen bir şeyler yapıyorsun. Ona karşı bir tepki bu yani. Sen mahalleye uğramıyorsun. Yani burada bahsettiğim kişiler belediye başkanı, belediye başkanının yardımcıları, çevre şehircilik bakanlığı vesaire. Örneğin Kanal İstanbul planları yapıldığında 2019’da Arnavutköy’deki köy halkı toplantı salonuna alınmıyor. ÇED toplantısı halka açık bir toplantı. Bunlar toplantı salonuna alınmıyor. O zaman sen o ÇED toplantısını niye yapıyorsun ki? Niye orada yaptın ki git Beyoğlu’nda yap ya da git Ankara’da yap yani.

 

Bu tür baskılarla karşılaştık. Fakat şunu fark ettik: İnsanlar haklı olduklarını bilince bunun verdiği bir özgüven var, bir cesaret var. Ve bu cesaretle hareket edip bir süre sonra bu baskıları püskürttüğünü gözlemliyor. Bu da o insanın daha çok ön planda olmasını, mücadeleye daha aktif dâhil olmasını sağlıyor. Biz sürecin başında -kendi mahallemiz olduğu için birçok kişiyi tanıyoruz- diyoruz ki “Belki Ahmet Abi daha çok ön planda olacak, çünkü Ahmet Abi siyasete kafa yoruyor. Berber Yasin abi var, işte sürekli konuşuyor. Demek ki o insan çevresindeki kişileri etkiler falan…” Ama bir de bakıyoruz ki, Ayşe Abla var, Ayşe Abla biraz sessiz, suskun bir insan. O sadece itiraz eder. Kendi kafamızda böyle şeyler kuruyoruz. Ama hayır. Ayşe Abla daha çok ön plana çıkıyor. Ayşe Abla kadınları daha çok örgütleyebiliyor. Onlara daha çok bilgi veriyor. Yasin Abi’ninki sözde kalıyor. Yasin Abi ön planda olmuyor. Hani hiç beklemediğimiz bir anda insanlar kendi içlerindeki potansiyeli öyle bir ortaya çıkartıyorlar ki bu bize mükemmel bir şey veriyor yani, umut veriyor. Bu insanlar, gerçekten az önce de samimiyetle söyledim, buradaki o barınma hakkı mücadelesiyle başlayan süreci daha ileri seviyelere götürüyorlar. Yani azınlıkların hakkını, ötekilerin hakkını savunma olsun ya da işçi hakları, emekçi hakları olsun… İşte 1 Mayıs, 8 Mart kadın eylemleri, buralara yönelik de söz oluşturabiliyorlar artık. Çünkü gündelik hayatta bir kere bir hakkı gasp edilmiş, o hak gaspıyla birlikte bütün o hakları gasp edilmiş topluluklarla da bir özdeşleşme yaşayabiliyor. Çünkü oradaki topluluklar da onunla dayanışma içerisinde oluyor.

 

Ondan sonra genel olarak yaşadığımız pratik problemler, dediğim gibi, rehavet yaşanabiliyor ara sıra. Biz de onu komitedeki arkadaşlar olsun, koordinasyondaki arkadaşlar olsun, sürekli canlı tutmaya çalışıyoruz. Örneğin bu hafta bir panel yaptık, ertesi hafta broşür çalışması, üçüncü hafta basına açıklaması, dördüncü hafta ev ziyareti vesaire. Ama sürekli onu canlı tut, çünkü rehavete kapıldığın takdirde sürekli sana bir saldırı oluyor. Ondan sonra, ekonomik olarak bir problemimiz yok. Kendi kaynağımızı kendimiz yaratıyoruz. Yazıcı alınacağında insanlar birlikte alıyorlar, bilgisayar vesaire… Dernek kira, herkes kendi evinden bir şeyler getiriyor. Böyle bir örgütlenme süreci yaşıyoruz. Daha çok uzman görüşüne, bilgisine, deneyimine ihtiyaç duyuyoruz. Yani Ayazma’da Cihan Uzunçarşılı müthiş bir çalışma sürdürmüştü, Sulukule’de Hacer Foggo ve ismini anamadığım birçok kişi var aslında bu mahallelerde iyi çalışmalar örgütleyen, insan hakları savunucuları olarak. Bu insanlar buralardaki deneyimi başka yerlere insanlara aktarabildiler. Biz kendi mahallemizde sürecin başında biraz bu konuda problem yaşadık. Bizim bölgeye dair konuşabilecek, bizim bölgedeki aslında bu rant saldırılarının kaynağını açıklayabilecek uzman görüşü eksikliği… Bu da aslında çözümün yine kendimizde olduğunu gösterdi. Bu sefer madem biz bilgiye, deneyime çok ulaşamıyoruz, o sorunu da kendimiz çözeceğiz yani. Bakıyoruz Mustafa Abi bir şeyleri araştırarak geliyor yanımıza, yeni bir argüman sunuyor bize, yeni bir aktarımda bulunuyor. Bizim için hayranlık dolu bir süreç oluyor bu.

 

Canberk Gürer: Çok teşekkürler.

 

Yasin Serindere: Rica ederim.

 

Canberk Gürer: Janset seninle devam edelim. Yine pratik ve yapısal sorunları konuşacağız. Aslında mücadelenin başlangıcı, bazı sorunlara ve hak ihlallerine karşı çıkış. Eryaman olaylarını andık örneğin. Translar için barınma hakkına erişimin zorluğundan bahsettik ama bir yandan da yaşam hakkı ihlali dahi sıklıkla ve kolaylıkla, maalesef, yaşayabilen bir gruptan bahsediyoruz aslında. Sizin mücadele alanınızda yapısal ve kurumsal sorunlar neler hem içe dönük hem dışa dönük? Bir yandan da hem de onu es geçmiş olmayayım. İşte kendi mücadele arkadaşlarınızın transfobisinden bahsettik örneğin.

 

Janset Kalan: Bu noktada notlarıma dönmek zorunda kalacağım. Çünkü daha böyle tarihsel bir bakış gerekiyor burada. Örgütlenmeye dair nelerle karşılaşıyoruz? Nasıl bir karşı duruş ve direnişle karşılaşıyoruz? Bir kere her şeyden önce hukuksal olarak bir engellemeyle karşılaşıyoruz. 1987’ye kadar Türkiye’de Medeni Kanunu’nda transseksüelliği tanımlayan ve insanların yasal olarak cinsiyetlerini ve kimliklerindeki cinsiyet hanesini değiştirmelerini düzenleyen bir yasa yok. ‘87’de Bülent Ersoy Yasası diye -Turgut Özal sayesindedir- çıkarılmış olan yasadan önceyse insanlar gerekli ameliyatlarını olup idari mahkemede mahkemenin verdiği düzeltme kararlarıyla cinsiyet hanelerinin düzeltilmesi, değiştirilmesi ve belgelerin ona göre düzenlenmesi sürecini yaşamışlar. Sonrasında işte ‘87’de yasa çıkıyor. Bugün Medeni Kanun madde 40 diye andığımız… Sonrasında reformlarla yeni düzenlemelerin olduğu ve hani tam da şey tarihine denk geliyor; Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi Avrupa’daki bazı ülkeleri ‘87 yılında mahkûm etti. Cinsiyet değişikliğine izin vermedikleri, bununla ilgili yasal düzenleme yapmadıklarına dair bazı ülkeleri mahkûm ettiği bir kararın çıkmasının hemen akabinde oluyor bu. ‘80 Askeri Darbesi’nden hemen sonra da ciddi bir pogrom, sürgün ve sistematik işkenceye maruz kalıyorlar kolluk kuvvetleri ve aynı zamanda valilikler, kaymakamlıkların aldıkları kararlarla. Translar özellikle trans kadınlar. Bir kere her şeyden önce sahneye çıkmaları yasaklanıyor ki bu çok ciddi bir gelir kaybına da neden oluyor. Çünkü pek çok trans kadınının özellikle sahne yoluyla para kazandıklarını, işte ya dans ederek ya şarkı söyleyerek, striptiz şovlar yaparak gece kulüplerinde para kazandıklarını görüyoruz ’80 Askeri Darbesi’ne kadar. Ve aynı zamanda işte pornografik filmlerde, erotik filmlerde rol alanlar oluyor ama darbenin hemen akabinde gelen yasaklama kararlarıyla bu ekonomik kazançtan, bu imkânlardan mahrum kalıyorlar ve doğrudan sokakta seks işçiliği yapmaya itiliyorlar. Çünkü başka türlü yaşamlarını, mücadelelerini devam ettirebilmeleri, hayatlarını sürdürebilmeleri mümkün olmuyor. Bu da doğrudan şiddete ve nefret cinayetlerine açık hale gelmelerine sebep oluyor. Aynı zamanda gayrimeşru bir alan olarak düzenlendiği için seks işçiliği genelevler dışında, genel kadın olarak tabir ettikleri, mevzuatta genel kadın olarak tabir ettikleri kadınların genelevlerde çalışıyor olması dışında herhangi bir düzenleme yok seks işçiliğine dair Türkiye’de. Dolayısıyla da gayrimeşru bir alanda çalışıp kayıt dışı ekonominin parçası olmaları söz konusu oluyor. Buradan da doğrudan aslında hani mafya, çete, uyuşturucu baronları, uyuşturucu kullanan kişiler vesaireyle de ilişkilenmeleri söz konusu oluyor. Bu da sosyal sınıf olarak ve ekonomik sınıf olarak da orta sınıfın altında kalmalarına neden oluyor.

 

‘90’lara gelene kadar aslında ciddi bir örgütlenmeden bahsetmek mümkün olmuyor. Sadece 1987 yılında kolluk kuvvetlerinin ve bu yerel idarenin aldığı kararlardan dolayı tüm bu işkence süreçlerini ve dışlanmayı ciddi anlamda yaşadıkları için 1987 yılında Gezi Parkı’nın merdivenlerinde trans kadınlar bir açlık grevi eylemi yapıyorlar. 15 gün kadar sürüyor. Sonra polis dağıtıyor bu eylemi zaten. Sonrasında evlerinde devam ediyorlar bu açlık grevine ve talepleri çok basit aslında: “Bizi görün, çalışma alanlarından bizi itmeyin ve sistematik olarak bizi taciz etmeyin. Bu işkenceye maruz bırakmayın. Bırakın hayatlarımıza devam edelim” diyorlar. Çok basit bir yerden, çok temel bir ihtiyaç olarak hem barınma haklarını savunuyorlar hem çalışma haklarını hem de hayatlarına devam edebilmek için yaşam haklarını savunuyorlar orada. Talepleri bunlar. Ama görmezden geliniyor. ‘90’lara geldiğimizde, İstanbul’da Lambdaİstanbul, Ankara’da da Kaos GL’nin ilk toplantılarını ’93-94’e geldiğimizde yaptıklarını görüyoruz. Bu toplantılara da trans kadınlar -zaten yapanlar- dâhil oluyorlar ama sözlerini çok fazla üretme şansları olmuyor. Çünkü politik altyapıları oraya gelen ve okumuş olan eşcinsel erkekler ve kadınlar kadar yok ve sorunları da nedense ikinci, üçüncü plana atılıyor. Görmezden geliniyor. Orada sanki daha önemli konular varmış gibi davranılıyor. Ve sadece orada aslında bulundukları, kendi dertlerini kendi kendilerine anlattıkları ve dinlenmedikleri bir yere geliyor.

 

Esad-Eryaman olayları tam bu noktada çok önemli. Çünkü benzer bir şeyi İstanbul Ülker Sokak’ta, ’95-96’da yaşıyorlar. Tam böyle işte Habitat iklim toplantısının İstanbul’da yapılacağı duyuruluyor ve kent soylulaştırma politikası çerçevesinde İstanbul’da, Cihangir’de bulunan Ülker Sokak’ta bir travesti gettosu diyelim, travesti, transseksüel kadınların olduğu bir getto söz konusu. O sokağın boşaltılması ve soylulaştırılması söz konusu oluyor. Orada mal sahibi olan bir kadının aracılığıyla ve çeteler eliyle transların, mülk sahibi olanların da bu mülk hakkından vazgeçmeleri, dairelerini satmaları, kiracı olanların oradan uzaklaştırılmaları, gibi sistematik bir şiddete maruz kalıyorlar. Hortum Süleyman’ın da Beyoğlu İlçe Emniyet’e atanmasıyla sürekli gözaltına alındıkları ve renk renk hortumların gösterildikleri, “Bunlardan birini seç, onunla işkence yapacağım” dendiği bir süreç de yaşanıyor. Evleri sürekli basılıyor, sokağa çıkmalarına izin verilmiyor, ekmek almaya dahi çıkamıyorlar. Gizli saklı yiyecek, gıda ulaştırılmaya çalışılıyor. İşte Pınar Selek o dönemde onlarla bayağı aktif bir dayanışma gösteriyor. Akabinde de zaten oradaki direniş aslında sönümlenmek zorunda kalıyor. Çünkü birçoğu zaten hak sahibi değil oradaki dairelerden. Ve boşaltmak zorunda kalıyorlar sokağı. Dayanamıyorlar daha fazla yaşadıkları şiddete de. Pınar Selek de orayla dayanışma gösterdiği için aslında doğrudan işte Mısır Çarşısı patlamalarında sanki failmiş gibi yıllardır yargılanıyor. Üç kere, dört kere falan beraat ettiği halde, hala yargılanıyor, hala ülkeye giremiyor.

 

Sonra zaten 2005’te Eryaman linç olayları oluyor. 2006’da Pembe Hayat Derneği’nin kurulmasıyla biraz daha sistematik bir hale geliyor örgütlü mücadele. Diğer şehirlerde ne yazık ki hem hayatlarını devam ettirmenin çok zor olması, ciddi maddi zorluklar yaşamaları hem aileleri tarafından destek mekanizmalarına, o ailenin oluşturduğu, büyük ailenin oluşturduğu destek mekanizmalarına erişememeleri nedeniyle de örgütlenmenin önünde ciddi engeller oluşuyor. Çünkü çalışacak ve hayatını mı devam ettirecek, yoksa boş kalan zamanında dinlenecek mi, örgütlenecek mi, mücadele mi edecek? Buna dair tercih yapmak zorunda kalıyor. Çeşitli inisiyatifler ve dernekler kuruluyor zaman içerisinde, özellikle işte 2010’lu yıllarda. Ama bunların hepsi sönümleniyor zaman içinde, uzun soluklu olmuyor. Şu an sadece Pembe Hayat üzerinden yürüyor.

 

2016’daki bu askeri darbe girişiminden sonra ve OHAL’le beraber de yeniden transların yaşam alanlarına göz dikildiği, oradan uzaklaştırılmaya çalışıldığı gözlemlediğimiz şeylerden. Bir diğeri de sürekli derneklere denetim gönderilmesi. Ve doğrudan İçişleri Bakanı’nın söylemleriyle, bakanların söylemleriyle… Bakanlığa bağlı kuruluşların, ayrımcılığın apaçık olduğu durumlarda bile mağduru suçlayıcı, bizleri suçlayıcı ve doğrudan terörle ilişkilendirici konuşmalarının basına, medyaya yansıdığını da görüyoruz. Politikaları uygulamaları da bu şekilde devam ediyor. Dolayısıyla bir yandan da faaliyet alanımızı da daraltıyorlar. İşte 2017 yılının Kasım’ında doğrudan bizim üzerimizden, Pembe Hayat KuirFest’in Goethe Enstitüsü ve Almanya Büyükelçiliği’yle yapacağı kısa filmler gösteriminin yasaklanmasının akabinde hemen Ankara Valiliği tarafından Ankara şehir sınırları içerisinde herhangi bir LGBTİ+ faaliyetinin yasaklanmasına dair genel bir yasak kararı çıkıyor. Mahkeme bu kararı bozuyor ama yine de herhangi bir toplantı ya da parti, sosyalleşme, dışarıda sosyalleşme, kamu salonlarında, kamuoyuna açık bir şekilde sosyalleşme çağrısı yaptığımız herhangi bir etkinlikte kolluk kuvvetlerinin her biriminden, ahlak şubeden terörle mücadeleye, terörle mücadeleden çocuk şubeye, mali şubeye varana kadar geldikleri ve orada bir baskı oluşturdukları, insanlar için korku iklimi yarattıkları uygulamalarla da karşılaşıyoruz.

 

Bunun dışında tabii tüm bu süreç içerisinde özellikle anaakım insan hakları örgütlerinin de bu sorundan uzaklaşmak, daha doğrusu doğrudan bulaşmamak için biraz da çekimser kaldıklarını, diğer toplumsal hareketlerin de çekimser kaldıklarını görüyoruz. Son iki yıldır sanırım biraz daha böyle teşvik edici, “Artık siz de elinizi taşın altına koyun” denen birtakım toplantılar yapılıyor.

 

Örgütlenmenin önündeki bir diğer engel de tam da Yasin’in bahsettiği yerden uyuşturucu meselesi. Uyuşturucu hayatımızın her zaman bir parçası açıkçası ve uyuşturucu karşıtı bir söylem içerisine de girmeyeceğim burada ama geldiği noktada kimyasal ve sentetik ürünlerin o kadar hızlı ve kolay erişebilir oluyor olması, doğrudan pompalanıyor olması piyasaya, bizim de aklımızda bir sürü şüpheler oluşturuyor. Özellikle ketamin denen şeyin pandemi döneminde patlaması ve her eve sokulması, giren evlerin başında da nedense transların evlerinin olması ya da cinsiyet ifadesi olarak öyle görünen insanların evlerinin geliyor olması şunu sorgulatıyor: Ketamin bir narkoz, veterinerlerin kullandığı narkozlardan bir tanesi ve her yerden ulaşabiliyorsunuz. Evinize aldığınız o sıvı narkozu zaten buhar üzerinde kurutarak toz haline dönüştürüp burundan çekiyorsunuz ve ciddi bir uyuşma yaşıyorsunuz. Beyninizi kullanamadığınız, motor faaliyetlerinizi kullanamadığınız ve evden çıkamadığınız bir uyuşma yaşıyorsunuz. Doğrudan gözlemlediğim için çok iyi biliyorum bunu. Tam o noktada da aslında onun kafasının geçme anında hayatın gerçeğiyle yüzleşmemek için tekrar ve tekrar kullanıyorsunuz ve ciddi bir bağımlılık yaratıyor. O bağımlılıktan kurtulmak da çok zor. Yani eroin bağımlılığından çok daha kötü. Çünkü eroini kullananlar çok uzun yıllardır, otuz yıldır herhalde, Türkiye’de damar içi kullanmıyorlar, kaydırarak kullanma denen bir şey yapıyorlar. Alüminyum folyoya eroini koyup alttan yakarak böyle dumanını çekmek şeklinde. Eroin bir uyuşma anı yaratmıyor. Dolayısıyla günlük hayatına devam edebiliyorsun iyi kötü. Sadece dozunu arttırmak zorunda kalıyorsun her seferinde. Çünkü vücut yoksunluğunu çekiyor. Ama ketamin öyle değil, ketamin günlük hayatını idame ettiremeyeceğin, şu bardağı buradan alıp mutfağa kadar götüremeyeceğin bir uyuşukluk hali yaratıyor ve mala bağlıyor. Dolayısıyla düşünemiyorsun, hayatla olan, gerçeklikle olan bağın kopuyor. Bunun hemen akabinde zaten bir metamfetamin de pompalanıyor piyasaya. Bunu da kullandıkları için sürekli kendinin farkında olmadan sürekli seks yapan, seksten başka bir şey yapmayan, o uyuşturucuyu kullanan, evden dışarı çıkmayan, perdeleri sürekli kapalı, eve ışık girmeyen kimseyle sosyalleşmeyen, sosyalleşmek istese de birçok insanın evinde zaten bu ortamların döndüğü ve içine düşmek zorunda kaldığı bir sosyalleşmeyle karşılaşıyor. Dolayısıyla da “Örgütlenme sorunu yaşıyorsunuz, hadi ses çıkaralım” deme biraz daha zorlaşmış oluyor.

 

Canberk Gürer: Teşekkürler. Abdullah Aysu. Yine tarım ve gıda alanında yaşanan temel sorun hem yapısal sorunlar hem de pratik sorunları soruyorum size de.

 

Abdullah Aysu: Şimdi, 12 Eylül Askeri Darbesi’nden sonra tarımda serbest piyasaya geçilmesinin sevk ve idaresini IMF ve Dünya Bankası yaptı. IMF ve Dünya Bankası’nın yetkilileri Türkiye’ye geldi. Her seferinde “Şunları şunları yapacaksınız” dendi ve bunlara harfiyen uyuldu. Bunlar neydi? Bir, “Üretim girdisi üreten aynı zamanda pazarlamayı yapan kamu kuruluşlarını özelleştireceksiniz” denildi. Özelleştirildi. Tarımsal kredi faizlerinin piyasa oranına çıkarılması ve sübvanse edilmemesi dayatıldı. Tarım Satış Kooperatifleri Birliği’nin üretimden pazarlamaya olan zincirinin koparılması istendi, suyun parayla satılması istendi ve devletin çiftçiyle bağının koparılması istendi. En sonunda çiftçinin çiftçilikle bağının koparılmasını istediler. Bunları kısaca açıklayayım.

 

Özelleştirmelerde genellikle iyi bir sınav vermediğimizi düşünüyorum. Orada ciddi bir eksiğimiz, bakış açımızdan hareketle bir kusurumuz var. Sadece mücadele edemeyişimiz değil, politik belirlememiz de eksikti. Şöyle eksikti: Genel olarak bir özelleştirme gündeme geldiğinde, arsaları için satılıyor, yandaşa peşkeş çekiliyor, ucuza veriliyor gibi söylemlerle bir karşı çıkış oluşturuldu. Oysaki özelleştirmelerle birlikte kamu devreden çıkıyor, sistem değişiyor, piyasa serbestleşiyor. Kamu kurumları şirketlerin piyasaya hâkim olmasını engelliyorum, yani özelleştirmelerle şirketlerin önündeki engeller kaldırılıyordu. Düşünün, Tekel’i ele alacak olursak, Tekel özelleştirildiği dönemde sadece hurdalıklarının satılması bile yeni bir fabrika yapmaya yetiyordu. Türkiye’nin gayrisafi milli hasılasının %5,6’sını tek başına karşılayan bir kurumdu ve bu kurum küçük üretici üzümcüleri ve küçük üretici tütüncüleri koruyordu. Aynı şekilde ilk özelleştirme darbesi hayvancılıkta yapıldı. Et ve Balık, SEK, Yem Sanayi özelleştirildi. Özelleştirilen kamu kurumlarından boşalan yerlere şirketler yerleşti.

 

Şuna dikkat çekmek istiyorum: Sosyal demokratların koalisyon olduğu ortamların hepsinde tarım darbe yemiştir. Esas darbeyi yediği o dönemler olmuştur. Şimdi örneklendirecek olursak Et ve Balık, SEK ve Yem Sanayi özelleştiriliyor, iktidarda DYP-SHP koalisyonu var.  İlk özelleştirmeler bunlar. Dönemin Başbakan yardımcısı SHP’li Murat Karayalçın. Kooperatifçilik konusunda ödül almış bir Murat Karayalçın… Fakat Süt Endüstrisi Kurumu’nun kuruluş yasasında “Kooperatiflere devredilir” der. Ama bunların hepsi özelleştirildi. Özelleştirilmeden önce -iki tane rakam vermek istiyorum- Türkiye’deki hayvan sayısı 83 milyon 400 bin adetti. Nüfusumuz da yaklaşık 45 milyon civarında. Yani yaklaşık olarak kişi başına iki tane hayvan düşüyordu. Şimdilerde Et ve Balık, SEK ve Yem Sanayi özelleştirildikten sonra nüfusumuz 85 milyonlara dayandı. Ama hayvan sayımız 50 milyona geriledi. Yani iki insana bile bir hayvan düşmüyor. Yaklaşık olarak böyle bir duruma geriledi. Bir de Et ve Balık, SEK ve Yem Sanayi verdiği avansla, sağladığı üretim girdisiyle, sağladığı krediyle ve pazarlama yanıyla da çiftçilere destek oluyordu. Piyasayı düzenliyordu. Şimdi, piyasayı düzenlemekten çekilince ne oldu? SEK sonrası süt piyasası 6 tane şirketin eline geçti. Altı tane şirket, bu altı tane şirketin ikisi de sonradan çok uluslu şirketlere devredildiler. Yem Sanayi özelleştirildiğinde, rakamı şöyle düşünelim, yem fiyatı bir liraysa şirketlerin eline geçtiğinde iki lira oldu. SEK özelleştirildi keten sonra süt fiyatları iki liraysa bir liraya çekildi, yani üretim girdisi yükseldi, ürünün fiyatı geriye çekildi şirketler tarafından. Ve hayvancılar neye uğradığını şaşırdı, çöktü ve sürdüremez oldu. Ve aynı şekilde Tekel’in özelleştirilmesiyle birlikte tütün üreticileri gümledi.

 

Tamamen çiftçilere kooperatifleri aracılığıyla devredilmesi gerekirken, az önce söylediğim gibi, çiftçilere devredilmedi. Niye devredilmesinden söz ediyorum? Normalde başka bir ülkede kooperatiften bahsettiğinizde devlet yoktur bu işin içinde, ortakları vardır, ortakların oluşturduğu yönetim vardır. Kooperatifte demokratik seçilmiş bir yönetim vardır, demokratik biçimde yönetir. Ancak Türkiye’de kooperatifleri devlet yönetmektedir, yani devlet vesayeti altındadır. Kooperatifler devlet için ikinci hazine gibi yönetildi. Şöyle ki, kooperatifler çiftçilerden oluşturuldu, ortakları çiftçiler oldu. Genel kurullarını çiftçiler yaptı. Yönetim kurulunu çiftçiler oluşturdu, 3186 sayılı Yasa döneminde işleyiş böyleydi, fakat Ticaret Bakanlığı’ndan bir genel müdür atanıyordu. Bu genel müdür ne kadar ürün alınacağına, ürünün fiyatının ne olacağına, alınan ürünlerin ne kadarının işleneceğine, işlendikten sonra fiyatın ne olacağına, elde edilen kazancın nerede kullanılacağına karar veriyordu. Ama ortada bir kooperatif var. Peki bu kooperatiflerin kazancı ne oluyordu, nerelerde kullanılıyordu? Bir dönem, belki hatırlarsınız, bolca şirketler kurtarılıyordu. Şu şirket battı, bu şirket battı… Bunlar kurtarılıyordu. Bunlar hazine parasıyla kurtarılmıyordu. Tarım Satış Kooperatifleri Birliği, yani ikinci hazine giriyor devreye zarar eden şirketlerden pay alarak kurtarıyordu. Örneğin Kav Kibrit Sanayi batmış, oradan pay alarak onu yeniden diriltiyor. Tarımla ne ilgisi varsa… Yine tarımla ne ilgisi varsa, Yeni Çeltek Kömür Ocağı batıyor, oradan Tarım Satış Kooperatifleri pay alıyor ve yeniden diriltiyor ve bu şeye kadar uzanıyor Hisarbank, Töbank’a kadar… O ekonomik dev gücünden kaynak sürekli şirketleri kurtaran ve kollayan bir durumda işlevlendiriliyordu kooperatifler. Ama kazancından ne tarıma ne de tarımcıya bir dönüşü olmadığı için, ne tarımcının refah düzeyi yükseldi ne de Türkiye tarımı gelişebildi. Bütün bu kurumlar özelleştirildi, kooperatifler de işlevsizleştirildi ama halen bir şirket süreci devam ediyor. Ancak bugün artık Türkiyeli şirketlere de destek verilmemektedir; halka “Şirketler sizin karnınızı doyursun” diye yapılan propaganda artık “Çokuluslu şirketler sizin karnınızı doyursun”a döndü. Politik eksen böyle döndürüldü.

 

Şimdi buradan hareketle kooperatiflerinden söz etmişken Ziraat Odaları Birliği’nden de söz etmek gerekiyor. Ziraat Odaları Birliği çiftçilerin meslek kuruluşlarıdır. Çiftçilerin üye olmak zorunda olduğu örgütlerdir. Çünkü çiftçi kayıt sistemine kaydolup oradan destek alabilmeniz için üye olmanız gerekiyor. O üye belgesiyle destek alabiliyorsunuz. Fakat Ziraat Odaları Birliği’nin bu süreçte yaşanacak bu yıkım ve tahribatta söz söylememesi için 1984 yılında yasası değiştirildi. 1984 yılında yapılan değişiklikte, denildi ki siz Tarım Bakanlığı’nın verdiği işleri yapmakla yükümlüsünüz. Yani bir tür yan kuruluşsunuz. Herhangi bir örgütle ortak bir çalışma yürütemezsiniz, miting yapamazsınız, ortak bildirinin altına imza atamazsınız. Bunun gibi şeyler, ortak davranışların, ittifakların içerisinden onu çekip aldığı gibi, kendi başına mücadele etmesinin de önü kesilmişti bu yasa ile. Dolayısıyla çiftçilere birlikte çiftçilerin meslek örgütleri Ziraat odaları ile ekonomik örgütleri tahrip edildi.

 

Aynı zamanda sendika hakkı olmasına rağmen, bu süreçte müdahalede bulunmaması için, sendikaların kuruluşunu engellemeleri yetmiyormuş gibi, davayı kazanıp sendika hakkını aldıktan sonra sendikaya sözleşme yapma yetkisi verilmedi/tanınmadı. Sadece üye yapabilirsin, açıklama yapabilirsin ama onun dışında doğrudan değişime, refah düzeyini yükseltmeye yönelik müdahil olmaya veya politik pozisyon tutmaya izin verilmedi. Ona izin verilebilmesi için o sendikaların bir kere İçişleri Bakanlığı’ndan tüzüklerinin onaylanması, numara verilmesi ve ona göre amaç maddelerinin de dizayn edilmesi gerekir. Ve bakanlığın o amaç maddelerinin bazılarını kabul edip bazılarını kabul etmemesi söz konusudur; kabul ettikleri üzerinden politikayı sürdürmeniz gerekir. Bu belirsizlik aslında sendikalara iş yaptırtmamayı getiriyor. Yani bir pozisyon tutmamayı… Oysaki tam tersine sendikalar hak arama örgütüdür. Hak aramak için yola çıkması lazım; peki, bu durumda nasıl hak arayacak? Bunun cevabı yok ortada. Hangi hakları, hangi hak üzerinden arayacak? Yani neye dayandırarak arayacak? Bu soruların yanıtları yoktu.

 

Bir de Dünya Ticaret Örgütü’nün de yarattığı bu yıkım… Yani IMF belirli bir yere kadar geldi, geldiği yerden sonra da bunu Dünya Ticaret Örgütü’ne devretti. Ne zamana kadar? İşte 2002 yılında devretti; o devirden önce de şöyle bir şey yapıldı. Sapı bizden olan, Kemal Derviş geldi Türkiye’ye ve 15 günde 15 tane yasayı dayattı. Bu yasaların birisi kooperatiflerle ilgiliydi. Çiftçilerin örgütle olan bağını bu yasayla tamamen kopartıldı… Daha sonra devamında AKP de çiftçilerin çiftçilerle olan bağını koparttı. Onu nasıl koparttı? Çıkarttığı 5553 sayılı Tohumculuk Kanunu ile. Tohumculuk Kanunu’yla çiftçilere “Biber, patlıcan kısacası her şeyi üretebilirsiniz, bu ürettiklerinizi satabilirsiniz ama içindeki tohumu çıkarıp satamazsınız” dedi. “Bunu şirketler size satar/satacak” denildi. Oysaki çiftçinin bir tanımı da şudur. Denir ki çiftçilik için, kendi ürettiği ürününden ayırdığı tohumla üretimine devam edebilen çiftçidir. Kendi ürettiği ürününden tohumluğunu ayırıp bununla üretim yapamayan ve dışarıdan tohum alan tarla bekçisidir. Çünkü o andan itibaren kontrol senden çıkmıştır. Ve sen yaptığın işe yabancılaşmaya başlamışsındır. Ben de burada bitireyim, çözüm kısmında devam ederiz.

1988 yılında Ankara’da doğdu. Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi Maliye Bölümü’nden 2011 yılında mezun oldu. Ankara Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Maliye (Kamu Ekonomisi) Anabilim Dalı’ndan 2017 yılında yüksek lisans derecesini aldı; doktora eğitimine devam etmektedir. SBF’de araştırma görevlisi olarak görev yapmakta iken 7 Şubat 2017’de barış imzacısı olması gerekçesiyle kamu görevinden ihraç edildi. Mülkiyeliler Birliği Vakfı Yönetim Kurulu üyesi ve Ankara Üniversitesi İletişim Fakültesi Radyo, Televizyon ve Sinema bölümü öğrencisidir.

1995 yılında Türkiye’nin Van kentinde doğdu. İstanbul’da yaşamakta. Erciyes Üniversitesi Radyo TV ve Sinema Bölümü 2020 mezunu. İşçi hareketi ve kent sorunları hakkında fotoğraf, video ve belgesel alanında üretimler yapmakta. Bu sorunlara dair çözüm önerileri üretmeye çalışmakta.

Ankara’da yaşayan, insan hakları aktivisti bir trans kadın. Marmara Üniversitesi Siyaset Bilimi ve Uluslararası İlişkiler Bölümü’nden mezun olduktan sonra İtalya’da, Bologna Üniversitesi’nde Doğu Avrupa Etütleri yüksek lisans programına devam etti. 2005 yılından bu yana LGBTİ+ hareketi içerisinde yer alıyor. Seks işçiliği yaparak ve şu anda Pembe Hayat Derneği’nde Genel Koordinatör olarak çalışarak geçimini sağlıyor. Uluslararası savunuculuk alanında, özellikle Batı Balkanlar’da tanınan bir aktivist.

1954 yılında Ankara’da doğmuştur. Çiftçilik ile uğraşan bir ailenin sekiz çocuğundan birisidir. 5 yıllık eğitimini aldığı zirai öğrenim de dâhil 45 yıldır tarımla uğraşmaktadır. Tarım Bakanlığı’nda yedi yılı aşkın süre çalışmış, 12 Eylül 1980’den sonra bakanlıktan ayrılmak durumunda kalmıştır. Türkiye Ziraatçılar Derneği İstanbul Şube Başkanlığı, Türkiye Tarımcılar Vakfı Genel Başkanlığı yaptı. Hububat Üreticileri Sendikası (HUBUBAT-SEN) Genel Başkanlığı, Çiftçi Sendikaları Konfederasyonu (ÇİFTÇİ-SEN) kurucu genel başkanlığı yaptı. İktisat fakültesi mezunudur. Çeşitli uluslararası konferanslarda tarım, gıda ve ekoloji üzerine sunumlar yaptı. Türkiye’de Tarım Politikaları (2001), Tarladan Sofraya Tarım (2002), Avrupa Birliği ve Tarım (2006), Küreselleşme ve Tarım (2008), Topraksızlar 25 Yaşında (2010) Modern Dünya’da Tarım ve Özgürlük (2018) adlı kitapların yazarıdır. Birgün gazetesi, Bianet, Özgür Gündem ve karasaban.net’te tarım, gıda ve ekoloji üzerine yazıları yayımlanmıştır. Halen Yeni Yaşam gazetesinde haftalık tarım ve ekoloji yazıları yazmaktadır.

©2021  blog.insanhaklariokulu.org.
Tüm hakları saklıdır.

web tasarım: mare.design

E-bültenimize abone olarak duyurularımızdan haberdar olabilirsiniz.

Yayınlanan yazıların içerikleri sadece yazarların sorumluluğu altındadır ve Hollanda Büyükelçiliği ve /veya KAGED’in görüşlerini yansıtmak zorunda değildir.