‘Vatan’daşlık Yükselirken Eleştirel Yurttaşlık

2 Ekim’de sizleri İnsan Hakları Okulu: Blog’da yurttaşlığı tartışmaya çağırdık; ama ben bu çağrıya içerden cevap veren ilk kişi olarak yurttaşlık yerine bu yazıda özellikle vatandaşlık kavramını kullanmayı tercih edeceğim. Bu tercihin ilk nedeni, Blog’da eleştirel yurttaşlık tartışmasını açmaya geçmeden evvel, vatandaşlık ile ulusal kimlik arasındaki göbekten bağa dikkat çekmek istemem ve ‘vatan’daşlık kavramının özellikle Türkçede milliyetçilikle olan göbek bağı; ikincisiyse tam da bu bağ nedeniyle biz eleştirel yurttaşlık tartışmasını demokratik bir mücadelenin parçası olarak genişletmeye çalışırken, başta Avrupa’da olmak üzere ama Türkiye’de de giderek yaygın bir şekilde vatandaşlık ile ulusal kimliğin yine yeniden birbirine özdeş kılınmasına dair artan ve tabandan yükselen milliyetçi talep. Bu yazıda ‘bu yeniden özdeşlik’ çağrısının temellerini kısaca toparlamaya girişirken bu çağrının günümüzdeki bağlamını da kısaca ele almaya çalışacağım.

 

Vatandaşlık, oldukça somut bir kavram gibi görünse de aslında soyut ve oldukça karmaşık bir kavram. Hangi bağlamda kullandığınıza göre değişen bir şekilde hem bir bireyin sahip olduğu bir statüyü hem bir hakkı hem de bir kimliği işaret edebiliyor, ama aynı anda aslında tam da üçü birden (Joppke, 2007). Bir statü olarak devlet ile ilişkinizi, bu statüye erişim yolunu ve kurallarını içeren vatandaşlık, bir hak olarak da o devlet içinde ne yapmaya yetkili olabildiğinizin sınırlarını ve özgürlük alanınızı belirliyor. Bir kimlik olarak vatandaşlık ise ulus ile devlet ilişkisi bağlamında anlam kazanıyor. Öte yandan vatandaşlığın bu üç boyutu o kadar iç içe ki, bu soyut kavramı somut bir zeminde ele alırken bu üç boyuttan birini bile göz ardı edemiyorsunuz. Ben de bu yazıda bu üç boyuttan kimlik kısmını öne çıkaracağım; ama elbette diğer boyutlardan azade kılmamaya çalışarak. Üstelik, karmaşayı asıl çıkaranın da bu kimlik boyutu olduğunu düşünüyorum. Tam da bu yüzden eleştirel yurttaşlık tartışmalarını küresel bir demokratik mücadelenin genişlemesinde zihin ve ufuk açıcı bulurken, bu mücadelenin bu kimlik boyutundan yükselen dirençle karşılaşmaya devam edeceğini, o yüzden de önce bu dirence ve köklerine bakmak gerektiğini düşünüyorum.

 

Bu bakışımızın ilk takılacağı nokta da eleştirel yurttaşlığın aşmaya çalıştığı ve fakat içinden geçtiğimiz krizin bizi yeniden bakmaya zorladığı, vatandaşlığın bir statü, hak ve kimlik olarak ortak çekirdeği: devlet. Statüyü sağlayan devlet ya da şöyle diyelim üyeliğe nasıl sahip olacağınızı tanımlayan devlet, hak ve sorumlulukları şekillendiren devlet, kimlik temelinde sadakat ve dayanışma bekleyen devlet.

 

Ulus ve Vatandaşlık Denklemi

 

Ulus ve vatandaşlık, illa bir tarih vermek gerekiyorsa 1789’dan beri, modern devletin ulus-devlet formunda şekillenme sürecinde ‘biz’i oluşturmanın iki önemli formudur ve sıklıkla birbirlerinin yerine kullanılagelmişlerdir. Türkçede ‘vatandaşlık’ veya ‘yurttaşlık’ ya da İngilizce de ‘citizenship’, ‘milliyet’ ve ‘nationality’ olarak da sıklıkla ifadesini bulmuştur. Brubaker’in (1992) ünlü ikili vatandaşlık kategorisi aynı zamanda Kohn’un (1956) izinden giderek ulus inşa biçimlerini ve farklı milliyetçilikleri de kategorize etmektedir. Brubaker, kaba bir özetle, ulus inşa süreçleri farklı olan Fransız ve Alman tarzı milliyetçiliklerin vatandaşlık politikalarının da farklılığını belirtecek, ulusal kimliği tanımlarken politik bir dayanışmanın temel alındığı Fransa’da ‘jus soli’ ilkesinin, soya dayalı bir ulus tahayyül eden Almanya’da ise ‘jus sanguis’ ilkesinin temel alındığını söyleyecektir. Yani, ulusal kimliğin inşası vatandaşlığın nasıl elde edileceğini de belirlemekte, vatandaş bu çerçevede hak ve özgürlük sahibi olabilmektedir. Oysa biliriz ki, ne 1789’dan beri Fransız milliyetçiliği ileri sürüldüğü kadar soy bağından ve etnik vurgudan tamamen bağımsız ele alınabilir, ne de 1999’da vatandaşlık yasası değişen Almanya artık bu kategorileştirmeye sığar. Lakin bu kategorileştirmenin sınırlarının belirsizliği, milliyetçiliğin ulus-vatandaş denkliği arayışını ortadan kaldırmaz.

 

18. yüzyıldan itibaren hem ulus hem de vatandaşlık ulusal egemenlik kavramıyla ilişki içinde gelişir. Bu egemenlik dışarda devletler arası eşitliğe vurgu yaparken, içerde ulusun üyelerinin eşitliğine vurgu yapar ama bu eşitliğin hukuki çerçevesinin sıklıkla vatandaşlık üzerinden şekillendiğini görürüz. Vatandaş, özgürlüğün, eşitliğin ve kardeşliğin tadını çıkaracak olandır. Ama ne bu özgürlük devletin dışında tanımlanır ne kardeşlik toplumsal cinsiyet eşitliğini içerir; eşitlik ise evrensel eşitlik ilkesinden çok uzaktır.

 

Milliyetçilik ulusu inşa ederken farklı örneklerde her zaman ulusu vatandaşlıkla hemhal kılmaz, ama vatandaşlıktan destek alır. Türk milliyetçiliğinde mesela, gayrimüslimler vatandaştır ama asla Türk olması kabul edilmeyen bir grubu oluşturur; yani resmi azınlıklar ulus ile vatandaşlığının birebir örtüşmesini ‘engeller’. Bu bağlamda dışlama ve içerme pratiğinin kimlere yöneleceğini belirleyen milliyetçiliğin türü olacaktır. Öte yandan kadınlar, LGBTİ+’lar gibi doğrudan etnik ve dinsel azınlık olmayan ama ulusal kimlik içinde alt sıralarda konumlandırılanlar için de ikinci sınıf vatandaşlık son derece tanıdıktır. Özetle, ulusal kimlik kâğıt üstünde olmasa da toplumsal hayatın her alanında ikinci sınıf vatandaşlığı içinde taşır. Devlet milliyetçiliği eğitimle, bürokrasiyle, orduyla ve ulus inşa sürecinin tüm diğer araçlarıyla ‘makbul’un (Üstel, 1994) sınırlarını belirlerken, hem kimlerin hiyerarşide ‘daha az eşit vatandaş olacağını’ ‘o kişilere gösterir hem de ‘makbul’ olanın dimağına kodlar.

 

Ulusun dışına veya alt sıralarına, vatandaşlığın sınırlarına itilenler en demokratik rejimde bile vatandaşlık üzerinden kazanılan hakların gündelik yaşamda aksamaya uğrayacağını bilirler. Bu noktada farklı rejimler arasında değişen nokta, hukukun üstünlüğü ilkesinin ne ölçüde o ülkede uygulandığı, ikinci sınıf kabul edilenin bir vatandaş olarak yargı katında haklarına ne kadar sahip çıkabileceği ve yargı tarafından sahip çıkmasına ne kadar izin verileceğidir.

 

Denklemde Sarsılma

 

Bahsettiğimiz bu ulus-vatandaş denkleminin eleştirel yurttaşlık çalışmalarına da kapı açacak bir şekilde bozulmaya başlaması 1960’lardan itibaren karşımıza çıkmaya başladı. Bu aralanan kapının itici bir gücü Avrupa’daki 2. Dünya Savaşı sonrası sosyal refah devleti modeli oldu. Bu dönemde sosyal vatandaşlık kavramı işçi sınıfı ile sermayeyi vatandaşlık üzerinden belirlenen ekonomik ve sosyal haklar ile uzlaşmaya davet ediyordu. Vatandaş olmak artık sadece manevi alanda bir anlam taşımamakta, vatandaş maddi olarak da bu bağdan hiç olmadığı kadar çok yararlanmaktaydı. Vatandaşın eğitimden sağlığa ve asgari ücretten emekli maaşına kadar pek çok alanda devlete göbekten bağlanması bir yandan iktidarların vatandaşlık üzerinden ulusal kimliğe vurgusunu arttırsa da öte yanda ikinci sınıf vatandaşlar da (ABD’de siyahlar, Kuzey İrlanda’da Katolikler, Türkiye’de Kürtler gibi), bu sosyal vatandaşlığın yarattığı haklardan yararlanma, yani eşit vatandaşlık talebi üzerine örgütledikleri sosyal haklar mücadelesiyle ulus-vatandaş denkliğini bozmaya başlıyorlardı. Küresel çapta sömürgelerin bağımsızlıklarını kazanma süreci, Üçüncü Dünyacılık, 1968 ve gelişen insan hakları söylemi de kapıyı aralayan diğer itici güçlerdi.

 

1980’lerden itibarense ulus-vatandaş denklemi özellikle Avrupa’da biraz daha sarsıldı. 1990’lara girerken ‘Avrupa vatandaşlığı’ ve küreselleşme söyleminin beslediği ‘küresel yurttaş’ tartışılmaya başlanmıştı. Avrupa’daki ‘misafir işçilerin’ artık misafir olmadıkları anlaşıldıkça ve kamusal hayata dahil olma talepleri arttıkça, vatandaş olabilmek için bir ülkede doğma ve/veya bir soy bağı arama yerine bir ülkede ikamet etme ilkesi giderek gündeme girecekti. Almanya 1999’da ikinci kuşak işçi çocuklarına vatandaşlığı açtığında, Brubaker’in vatandaşlık kategorileştirmesi de artık sona ermişti. 1990’lardan itibaren artık ulusal azınlıklardan çok göçmenlerin bir statü olarak vatandaşlığa nasıl ulaşacakları ve hangi kimlik bağlamında vatandaşlığın istediği dayanışma ve sadakati kime sunacakları tartışılıyordu.

 

Lakin neoliberal dönüşüm bir statü olarak vatandaşlığın yollarını kolaylaştırırken, bir hak olarak vatandaşlığı budamaya başladı. Devlet, sağlık ve eğitim gibi etkin rol oynadığı alanları özelleştirmelerle devrederken, sosyal haklar da vatandaşlığın bir parçası olmaktan çıkıyordu. Avrupa’da egemenliğin dönüşümü tartışılıyor, entegrasyon, çokkültürcülük, birlik içinde farklılık gibi politikalar ve sloganlar gündemi kaplıyordu. Her ne kadar bu dönemde de vatandaşlığı sadece devlet ve vatandaşlık hukuku üzerinden düşünenler için cinsel, kentsel ya da ekolojik vatandaşlık anlaşılmaz olmaya devam etse de 2000’lerde artık tartışmaya açılmışlardı (Joppke, 2007). Elbette kapitalist sermaye birikim modelindeki değişimle birlikte açılan bu kapının eleştiriye açık pek çok boyutu var; ama konumuz bağlamında baktığımızda eleştirel yurttaşlık çalışmaları da bu dönemde, devletin kimliğin temel belirleyeni olma rolünde geri adım atmasıyla birlikte, kendine daha fazla yer buldu. Şerden bir hayır çıkma ihtimaliyle demokrasinin müzakereci, kapsayıcı ve diğer pek çok ‘yeni’ modeli tartışmaya açıldı. Ama şer giderek ağır basacaktı.

 

Denkleme Sarılma

 

Neoliberal dönem tüm dünyada refahta büyük eşitsizlikleri, kitlesel göç dalgasını ve bunlara eşlik eden demokratik erozyonu beraberinde getirdi. Büyük küreselleşme söylemi 2008 kriziyle birlikte çöktü. Bu kriz ortamında ulus-devlet, sınırlar, merkezî ekonomiler, ulusal hukuk, vatandaşlık gibi milliyetçiliğin can simitleri sıradan insanın önüne atıldı (Aktoprak 2022); ama sıradan insan da bu kriz ortamında en bildiği limanlara devlete ve ulusal kimliklere sığındı. Bu ortamda ‘makbul vatandaş’ kimdir sorusu ekonomik kriz ve artan göçle birlikte yeniden ilgi çekmeye başladı (Horst, Erdal 2020). Ulus bağlamında ‘biz’ hem yukarıdan devlet tarafından hem de aşağıdan halk tarafından yeniden tanımlanırken, vatandaşlık da tabanını genişleten aşırı sağ hareketlerle birlikte yeniden tartışmaya açıldı ve göçmen karşıtlığı vatandaşlığın yeniden ulusla özdeşleşmesi talebini beraberinde getirdi.

 

Bugün küreselleşme sonrası çöküşün hayal kırıklığının beslediği popülizmin ve özellikle de aşırı sağ’ın kendisini 1960’ların ve 1970’lerin ‘altın çağ’ına dönüş arzusu üzerinden kurmaya başladığını görüyoruz (Ketola, Nordensvard, 2018). Ama bu arzu bizim yukarıda çok kısaca özetlediğimiz sosyal vatandaşlığın sadece statü ve haklar kısmına dair. Bir kimlik olarak vatandaşlık bağlamında bu dönemin sarsmaya başladığı ulus-vatandaşlık denklemini yeniden kurmak, eleştirel yurttaşlık çalışmalarının devletin sınırından ve kontrolünden kurtarmak istediği yurttaşlığı daraltmak, vatandaşı ‘vatan’ındaki ulusla özdeş kılmak istiyorlar. Demokrasinin sandığa indirgendiği ve neredeyse her yerde milliyetçiler ile daha milliyetçiler arasında geçen seçimlerde ortanın sağı ve solu aşırı sağ’a yaklaşırken bu talep vatandaşlığın bir statü, bir hak ve bir kimlik olarak yeniden ve tabandan güçlü bir destek alan devlet milliyetçiliğiyle belirlenmesine çok rahat kapı açabilir. Vatandaşlığın bir hak olarak zaten zayıfladığı bir dönemde bu içe kapanma vatandaşlığa sahip olma kriterlerinin yeniden dar bir egemenlik-devlet-ulus üçgeninde tanımlanmaya başlamasını getirecektir, ki yapılan çalışmalar göçmen karşıtlığının yüksek olduğu örneklerde vatandaş olma kurallarının daha kısıtlayıcı olma eğiliminde olmaya başladığını göstermeye başladı bile (Hansen, Clemens, 2018).

 

Çoğulluğa karşı tekliği, toplumsal hayatın her alanına dair söz üreten katılımcı bir demokrasiye karşı sadece çoğunluğa dayalı sandığı, kendi ‘yerlilikleri’ni ‘makbul’ olmanın kriteri sayarak her türlü melezliğe direnmeyi karşımıza koyarak ‘vatan’ı tüm milliyetçi referanslarıyla bir kez daha sadece belli bir kimliğe sahip olanlara hak görenlere karşı, inatla dar alandan kaçan bir yurttaşlığı her boyutuyla tartışmaya devam etmek tam da bu yüzden son derece önemli. Demokrasi mücadelesini sadece seçime indirgememek de her zaman yeni bir başlangıç.

 

Kaynakça

 

Aktoprak, Elçin, “Yine Yeniden Milliyetçilik: ‘Kim olduğunu bilirsin sen’”, Birikim, Sayı 398-399, Haziran-Temmuz 2022, 37-47.

Brubaker, Rogers, Citizenship and Nationhood in France and Germany, Harvard University Press, 1992.

Çakıralp, Kadircan Berkay, “Fransız İnsan ve Yurttaş Hakları Bildirgesi, Yurttaş ve Mülteci Üzerine”, İnsan Hakları Okulu: Blog, 3 Temmuz 2023, <https://blog.insanhaklariokulu.org/fransiz-insan-ve-yurttas-haklari-bildirgesi-yurttas-ve-multeci-uzerine/>

Hansen, Michael A., Clemens, Jennifer L., “What to Expect When You’re Electing: The relationship between far-right strength and citizenship policy in Europe”, Comparative European Politics, 17, 2018, 673-695.

Horst, Cindy, Erdal, Marta Bivand, “The ‘good citizen’: asserting and contesting norms of participation and belonging in Oslo”, Ethnic and Racial Studies, 43 (16), 2020, 76-95.

Joppke, Christian, “Transformation of Citizenship: Status, Rights, Identity”, Citizenship Studies, 11:1, 2007, 37-48.

Ketola, M., & Nordensvard, J., “Reviewing the relationship between social policy and the contemporary dical right: welfare chauvinism, welfare nation state and social citizenship”, Journal of International and Comparative Social Policy, 2018, 172-187.

Kohn, H. (1956), The Idea of Nationalism, MacMillan Company, New York.

Üstel, F. (2004), “Makbul Vatandaşın” Peşinde: İkinci Meşrutiyet’ten Bugüne Vatandaşlık Eğitimi, İletişim Yayınları, İstanbul.

Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi Uluslararası İlişkiler Bölümü’nden Şubat 2017’de barış imzacısı olması sebebiyle ihraç edildi. İnsan Hakları Okulu Derneği'nde çalışıyor; milliyetçilik, azınlık meseleleri ve barış çalışmaları üzerine araştırmaya, yazmaya devam ediyor.

©2021  blog.insanhaklariokulu.org.
Tüm hakları saklıdır.

web tasarım: mare.design

E-bültenimize abone olarak duyurularımızdan haberdar olabilirsiniz.

Yayınlanan yazıların içerikleri sadece yazarların sorumluluğu altındadır ve Hollanda Büyükelçiliği ve /veya KAGED’in görüşlerini yansıtmak zorunda değildir.