Fransız İnsan ve Yurttaş Hakları Bildirgesi, Yurttaş ve Mülteci Üzerine

Egemenlik ve İnsan Hakları

Egemenlik ve insan hakları ilişkisi tarih boyunca gerilimli bir ilişki olmuştur. Bu ilişkiyi ana hatlarıyla kavramak için Jean Bodin bir başlangıç noktası teşkil edebilir. Bodin’e göre egemen sınırsızdır ve kendi koyduğu kurallara aykırı hareket edebilme yetisine sahiptir. Egemenliğin bu özelliği, egemenin karşısında ve onu sınırlayacak bir biçimde, başka bir güce ihtiyaç duyulmasına da yol açmıştır. Denilir ki modern devletler için bu güç, insan hakları ve anayasalar olmuştur. Ancak bu sınırlayıcı gücün insan haklarının özneleriyle olan ilişkisi sorgulanmaya açıktır. Bu bağlamda insan haklarının kurucu belgesi olarak gösterilen 1789 tarihli Fransız İnsan ve Yurttaş Hakları Bildirgesi’ne bakılabilir.

 

Bildirge Üzerine

Sameul Moyn’a göre Bildirge’nin amacı hakları dile getirmekten çok bir siyasi yapı oluşturmak olarak gözükmektedir, dolayısıyla metin yeni bir yönetim biçimi önerme işlevi görmektedir.[1] Nitekim Costas Douzinas da[2] benzer şekilde, ilan edilen hakların kendi başına amaç olmadığını, fakat meclisin siyasi yapıyı yeniden inşasında bir araç işlevi gördüğünü söylemiştir.[3] Nitekim Bildirge’nin üçüncü maddesine göre “Egemenliğin temeli, esas olarak ulustadır. Hiçbir kuruluş, hiçbir kimse açıkça ulustan kaynaklanmayan bir iktidarı kullanamaz.”. Bu hüküm ile oluşan yeni düzenin siyasal öznesi halk ve buna koşut olarak egemenlik biçimi de halk egemenliği olarak karşımıza çıkar. Bildirge bir yandan bu anlamda yeni olanı bildirirken bir yandan da evrensel olduğu iddia edilen insan ile fiilî yurttaş, hatta beyaz ve zengin erkek olan yurttaş arasındaki gerilimin başlangıç noktasını oluşturmuştur.

 

Douzinas’a göre:

Haklar evrensel ‘insan’ adına ilan edilir ama bildirme eylemi egemen yasa yapıcı güç olarak politik toplumun, devlet ve onun ulusunun belirli bir tipinin iktidarını ve ikinci olarak, haklardan yararlanacak belirli bir insan tipini, ulusal yurttaşı saptar. Birincisi, ulusal egemenliktir. Bildirgeler hakların evrenselliğini ilan eder ancak onların dolaysız etkisi devletin ve devletin hukukunun sınırsız iktidarını tesis etmektir. Kurucu meclislere yasa yapma hakkı veren şey, hakların bildirilmesiydi. Paradoksal bir biçimde, bu evrensel ilke bildirgeleri, yerel egemenliğin kurulmasını ‘gerçekleştirdiler’. Çocuk kendi atasını doğurdu ve onu kendi suretinde yarattı. [4]

Karl Marx da “droits de l’homme” ve “droits de citoyen” kavramları arasındaki farka açıklık getirmiş ve insan hakları anlamına gelen ilk kavramın, sivil toplum üyesi egoist insanın, öteki insanlardan ve topluluktan koparılmış insanın haklarından başka bir şey olmayan haklar olduğunu söylemiştir. [5]

 

Devredilemez olarak dile getirilen hakların, Fransız Meclisi’nin iradesine muhtaç oluşu gösterir ki Bildirge bireyin hakları ile ulusal egemenliği aynı anda ilan ederek hakları tanımakla birlikte aynı anda hakların ihlal edilebilirliğinin koşullarını da belirlemiştir.[6]

 

Hatta Moyn’a göre, Bildirge’nin ortaya çıkması gibi 1945’e kadarki gelişmelerin tümü[7] yurttaşlık alanı içerisinde görülmelidir.[8] Ona göre Bildirge’de yer alan hakların gelişimi, bugünkü anlamıyla insan hakları hareketinin öncüsü olarak değil devletin ve egemenin gelişimi olarak okunmalıdır ve yine bunun somut bir göstergesi de devlet ihlallerine karşı temel haklar adına suçlamada bulunabilecek bir yargı denetiminin veya anayasa yargısının akla dahi gelmemiş olmasıdır.[9] Bu bakımdan Bildirge egemenliği belli bir biçimde yaratırken evrensel olma iddiasını kaybetmiş ve yine belli tarihsel koşullar içindeki bir yasama faaliyeti olarak anlamlanırken içerdiği haklar da kaçınılmaz olarak devleti yüceltme görevini üstlenmiştir.[10]

 

Yurttaş, Yurttaş Olmayan ve Modern Devlet

Moyn haklı olsun veya olmasın tüm bu gelişmelerin merkezinde durduğu modern çağ, ulus devletin ve onun hukukunun ön planda olması nedeniyle yurttaş olanlara yabancıların karşısında ayrıcalıklar tanındığı bir dönemdir. Buradaki yurttaş, ancak belli bir topluluğun üyesi olmak bakımından haklara sahiptir ve insan hakları kuramının korunacak özneleri yurttaşlık sıfatına muhtaçtır. Hannah Arendt’in deyimiyle, kendi ulusal yönetiminden yoksun bir halkın insan haklarından da yoksun kalacağı yolundaki düşünce dayanağını Fransız Devrimi’nin, İnsan Hakları Bildirgesi ile ulusal egemenliği birleştirmiş olması gerçeğinde bulmaktadır.[11] Nitekim azınlıkların korunması işi anlaşmalar aracılığıyla Milletler Cemiyeti’ne bırakılmışsa da görülmüştür ki insanlar siyasi iktidarların korumasına muhtaç kaldığı zaman, insan haklarını koruyacak hiçbir otorite bulunamamıştır.[12] Arendt ayrıca insanın, Bildirge ile kazandığı yeni insan onurunu, her türlü bağdan kurtulmuş olma konumunu, halkın unsuruna dönüşmesiyle kaybettiğini de belirtir ki bu paradoks Bildirge’nin soyut insanı temel almasından ileri gelmektedir. [13] Bu durum, modern devletin yapısıyla da uyum içindedir. Carl Schmitt’in devletlerin var olabilmek için dost-düşman ikiliğini kullandığı söyleminde[14] ve devletlerin mültecileri iade veya uyruğa geçirme yollarından birine başvurmasında[15] da ifade bulduğu üzere, modern devlet, sınır ve meşru şiddet tekeli unsurlarını haiz, ötekileştirme üzerine kurulu bir mekanizmadır.

 

“Çocuklarını Yiyen Satürn”

İnsan ve yurttaş kavramlarına dair kökensel bu şizofreni hâli, Francisco Goya’nın “Çocuklarını Yiyen Satürn” tablosunda da hissedilir. Goya’nın Fransız Devrimi’nden yaklaşık 30 yıl sonra resmettiği ve “Kara Resimler” diye bilinen seri resimlerinden biri olan tablo, Roma mitolojisindeki bir hikâyeye dayanmaktadır. Hikâyeye göre babası Caelus’u[16] devirerek onun yerine geçen Satürn,[17] çocuklarından birinin de ileride kendisini devireceğini öğrenir ve bunu engellemek için çocuklarını yemeye başlar. Geriye sadece Jüpiter[18] kaldığında annesi Jüpiter’i kaçırır ve yerine bir kaya parçası koyar. Kehanetin korkusuna teslim olan Satürn kendi oğlu zannettiği kaya parçasını yer, Jüpiter ise babasını devirerek onun yerine geçer. Satürn, daha baştan babasını devirerek kendi kimliğini bir öteki ile var etmiş ve egemenliği boyunca da bu kez inandığı kehanet üzerinden ve kendi çocuklarına karşı öteki düşüncesini hiç elden bırakmamıştır. Satürn’ün yarattığı, yaşadığı dehşetin büyüklüğü Goya’nın fırçasından yansımaktadır ancak o, yaşadığı dehşete rağmen egemenliğinden vazgeçmemek için kendi çocuklarını yemekten geri durmamıştır.

 

Günümüz mültecilerinin durumu Goya’nın çocuklarından pek farklı değildir.  “Yeryüzünün posası, hak-sızlar”[19], “çıplak hayat, homo sacer”[20] gibi adlandırmalar dahi tek başlarına mültecilerin insan haklarıyla olan ilişkilerine dair fikir verebilir. Bu ilişkinin kurucu belgesi olan Fransız İnsan ve Yurttaş Hakları Bildirgesi, ilanından bugüne dek yurttaş olmayan statüsünü hem yaratır hem de yemeye çalışır. Dolayısıyla Satürn gibi bir şizofrenik bir hâl içerisindedir. Satürn, ölümünün kendi çocuklarının elinden olacağına nasıl inanmışsa modern yurttaş insan da başına gelen kötülüklerin mültecilerden kaynaklandığına inanmıştır. Ona göre mülteci, ötekidir ve istenmeyendir. Burada son olarak denilebilir ki artık Bildirge’nin tarihsel dayanaklarından (kehanetin büyüsünden) uzaklaşıp mültecinin insan haklarıyla ilişkisindeki problemleri görebilmek[21]  ve devrimin hakiki değerleri olan özgürlük, eşitlik ve kardeşliği herkes için düşünmek gerekir. Bugün için hakiki bir insan hakları anlayışı, ancak bu problemi aşarak kendini var edebilir.

 

GÖRSEL: Banksy, Les Misérables

 

[1] Samuel Moyn, Son Ütopya: Tarihte İnsan Hakları, Çev. Firdevs Ev (Koç Üniversitesi Yayınları, 2017). s. 25-30.

[2] Esasında atıf yapılan yazarlar hem Amerikan Devrimi hem Fransız Devrimi bildirgelerini ele alır ancak burada yalnızca Fransız Devrimi bildirgesine odaklanılacaktır.

[3] Costas Douzinas, İnsan Haklarının Sonu- Yeni Binyılda Eleştirel Hukuk Kuramı, çev. Kasım Akbaş ve Umre Deniz Tuna (Dipnot Yayınları, 2018). s. 108.

[4] Douzinas. s. 120.

[5] Karl Marx, Yahudi Sorunu, Çev. Sol Yayınları Yayın Kurulu, (Ankara: Sol Yayınları, 1997). s. 32.

[6] Douzinas, İnsan Haklarının Sonu Yeni Binyılda Eleştirel Hukuk Kuramı. s. 119-125.

[7] Yazar bu tarihten sonraki gelişmeleri ani ve şok edici bir dip dalgası olarak tanımlar: Moyn, Son Ütopya. s. 40.

[8] Moyn. s. 16-17.

[9] Moyn. s. 28. Anayasa yargısından yoksun bir sistemin insan haklarını korumak bakımından başarısız olacağı düşüncesine alışık olan biz çağdaş insanlar için Moyn’a hak vermek kolay gözükse de sanıyorum bu, tarihsel koşulları göz ardı eden bir düşünce olacaktır zira anayasa yargısını kendi tarihselliği içinde dikkate almak gerekir. Nitekim Moyn’un kendisi de devamında “o zamanlar devrim, insan hakları için akla gelebilecek tek çareydi” diyerek böyle bir yargı denetiminin o gün için imkân dâhilinde olmadığını itiraf etmiştir.

[10] Moyn. s. 30.

[11] Hannah Arendt, Totalitarizmin Kaynakları 2 / Emperyalizm, Çev. Bahadır Sina Şener (İstanbul: İletişim Yayınları, 2009). s. 263-264.

[12] Arendt. s. 264.

[13] Arendt. s. 295.

[14] “Siyasal kavramının varoluşsal objektifliği ve özerkliği kendisini dost-düşman gibi özgül bir ayrımı diğer ikiliklerden farklılaştırmasında ve özerk bir kavram olarak ele almasında gösterir.” Carl Schmitt, Siyasal Kavramı, çev. Ece Göztepe (İstanbul: Metis Yayınları, 2012). s. 58.

[15] Arendt, Totalitarizmin Kaynakları 2 / Emperyalizm. s. 281.

[16] Yunan mitolojisinde Uranüs olarak bilinir.

[17] Yunan mitolojisinde Kronos olarak bilinir.

[18] Yunan mitolojisinde Zeus olarak bilinir.

[19] “Anayurtlarından ayrıldıklarında artık yurtsuzdular, devletlerini bıraktıklarında artık devletsizdiler, insan haklarından yoksun bırakıldıklarında artık haksızdılar, yeryüzünün posasıydılar.”; Arendt, Totalitarizmin Kaynakları 2 / Emperyalizm. s. 256.

[20] “Kutsal insan, bir suçtan dolayı halk tarafından yargılanan kişidir. Bu kişinin kurban edilmesine izin verilmez. Fakat bu kişiyi öldüren birisi cinayet işlemiş sayılmaz. Gerçekten de tribuna hukukunun ilk yasasında şöyle denmektedir: ‘Birisinin plebisite kamuoylamasına göre kutsal olan bir insan öldürmesi cinayet sayılmaz’. Bundan dolayı da kötü ya da murdar (impure) bir adama kutsal demek âdettendir”: Giorgio Agamben, Kutsal İnsan Egemen İktidar ve Çıplak Hayat, Çev. İsmail Türkmen (Ayrıntı Yayınları, 2020), s. 90.

[21] Görmek kavramı için bkz. Gülriz Uygur, Hukukta Adaletsizliği Görmek (Türkiye Felsefe Kurumu Yayınları, 2020).

2021 yılında Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesi’nde lisans eğitimini tamamladı. Hâlihazırda Ankara Barosuna bağlı olarak avukatlık yapmakta. Temel ilgi alanları arasında ifade özgürlüğü, toplumsal cinsiyet ve çevre hukuku bulunmakta.

©2021  blog.insanhaklariokulu.org.
Tüm hakları saklıdır.

web tasarım: mare.design

E-bültenimize abone olarak duyurularımızdan haberdar olabilirsiniz.

Yayınlanan yazıların içerikleri sadece yazarların sorumluluğu altındadır ve Hollanda Büyükelçiliği ve /veya KAGED’in görüşlerini yansıtmak zorunda değildir.