Kriz, Şiddet, İstisna (ve Hukuk)

Gewalt

W. Benjamin’in meşhur makalelerinden olan “Şiddetin Eleştirisi Üzerine”nin Almanca aslının ismi “Zur Kritik der Gewalt”tir. Ve Derrida hemen “Benjaminin Önadı”ndan bahsediyorken hazır, mevzuyu hukuka getirmişti ki zaten mevzu tam da buydu: “Gewalt”. Evet, mesele “Gewalt”se hukuktan bahsediyoruz artık. İngilizce, Fransızca ve de Türkçe çevirilerindeki kullanımının aksine “Gewalt” şiddet demek olduğu kadar da yetkilendirilmiş/meşru iktidar demek, yani yasa gücü. Hâliyle mevzu şiddetin eleştirisi, fakat esasında devleti meşrulaştıran, bu bahisle hukukun menşeindeki şiddet. Nitekim Benjamin de makalesine şöyle başlıyor: “Bir şiddet eleştirisinin görevi, şiddetin hukuk ve adaletle ilişkisini ortaya koymaktır.”[1]

 

Eleştirel hukukçular bir tarafa bırakılırsa klasik söylem malum: Hukuk bırakalım şiddetle hemhâl olmayı, şiddete karşı çözüm olarak tecessüm etmiş, şiddeti yok etmek, hadi olmadı azaltmak için, insanları hani şu birbirinin kurdu olan insanları “öteki”nden korumak için gündeme gelmiş. Ancak ziyadesiyle hukuki şiddet fiillerinin, mesela Holocaust’un, gözümüze soktuğu üzere, olup biten (veya sürüp giden) hiç de böyle değil. Bilakis Benjamin’in veciz şekilde ifade ettiği üzere: “(…) hukuk, şiddetin icrası yoluyla hayata ve ölüme hükmederek, başka hiçbir alanda olmadığı kadar kendisini onaylamış olacaktır.”[2] Hukuk (şedit bir şekilde) yapıp ederken, hatta yapıp etmeyip var olurken muradının ne olduğunun altı burada Benjamin tarafından aşikâr şekilde ifade edilmekte: “kendini tasdik”.

 

“Kendini tasdik” denilenin bizi götürdüğü yer ister istemez kriz. Bir şey, bir kimse, bir topluluk neden kendini tasdik etme ihtiyacı duyar? Belki tam da krizle, kendi kriziyle malul olduğu, hatta doğduğu için. Buradan devamla, bir kriz bağlamında hukuk (veyahut hukuk bağlamında kriz) tartışmasında hukuk ve şiddet ilişkisi ister istemez gündeme gelmekte. Zira her mutabakatın bizi götürdüğü yer barışçıl maksatlar, “güvenlik” ve “huzur” gibi dursa da öbür taraftan bakınca, her mutabakat nihai olarak cebri niteliği haiz: Sözleşme ihlal edildiğinde, yani kriz çıktığında, “öteki”nin, mesela devletin, artık şiddet uygulama yetkisi var demek: “devletin olağanüstü tasarruf yetkisi”[3]. O hâlde “güç kullanılarak uygulanma imkânını ima etmeyen hukuk yoktur”,[4] hâliyle bir yasa uygulanmıyor olsa bile uygulanabilir olarak doğar ve yaşar. O hukuka daha en başından mündemiç, kökensel şiddet tehlike hissettiği an bu kez istisnai fakat yine de hukuki bir biçimde de kendini gösterir.

 

 

Necessitas

Bu kendini gösteriş hukuki fakat gayri hukuki. Uygulanabilirlik zorlayıcılığı davet eder, zorlayıcılık da yasanın kendi kendisini askıya aldığı hâli. Yasa tam burada, kriz hâlinde askıya alınır, zira “necessitas legem non habet”, yani “zorunluluğun yasası yoktur”.[5] Buna binaen muktedir hakkı ilan ederken esasen bu hakkı ihlal etme yetkisini de inhisarına almış olur ve bu yetkisini “zorunluluk” varsa kullanır. Z. Bauman’ın C. Schmitt’e atıfla ifade ettiği üzere, Tanrı’nın mucizesi varsa, Akıl Tanrı’sının/modern devletin de “zorunlu” hâllerde, mesela beka tehlikeye düşünce teyakkuz hâline geçecek istisna hâli var: Meşhur “siyasi ilahiyat”. Meşhur Olimpia Garajı, meşhur Guantanamo, Türkiye’nin meşhur olağanüstü hâl icraatları, sonra meşhur kamplar; Holocaust’tan günümüz mülteci kamplarına… Ve hepsi “meşru/hukuki”…

 

İstisna ve norm arasındaki ayrımların ortadan kalktığı, hâliyle istisnanın ve kuralın nerede başlayıp bittiğinin bilinemediği bir sahada, artık yasaya dayanan bir “istisna hâli”nden bahsedilemez. Burada hâkim olan yalnızca saf fakat saf olmayanla/hukukla ilişkili şiddet. İstisna olarak dışlanan şey, hukukla olan ilişkisini hukukun askıya alınışı biçiminde devam ettirir. Bir başka ifadeyle hukukun geri çekilmek ya da askıya alınmak suretiyle kurduğu bir ilişki mevcut. G. Agamben’in ifadesiyle:

Ve eğer olağanüstü hâli niteleyen istisnai önlemler siyasal kriz dönemlerinin bir ürünüyse ve tam da bu nedenle yasal ya da anayasal alandan ziyade siyasal alan aracılığıyla anlaşılması gerekiyorsa, bu önlemler gerçekten de yasal bir bakış açısından anlaşılmayan paradoksal bir yasal önlemler statüsüne itilirler ve olağanüstü hâl de kendisini yasal biçimi olamayacak bir şeyin yasal biçimi olarak sunar.[6]

 

Bu diyalektik bağlantı ve hâliyle paradoksal vaziyet “performatif bir şiddet edimi” şeklinde ilan ve icra edilen yasanın kurucu hasleti. Adeta “istisna hâli” olmaksızın olağan hâl, istisna olmaksızın kural oluşamaz. Harici ve dahili olan burada birbirini dışlamaz, aksine birbirini belirlemekte, bir başka ifadeyle, harici ve dahili arasında asli bir bağlantı daima bulunmakta. Yasa(nın) gücü yasal olmayanı ve illaki “zorunluluğu” öne sürerekyasal hâle getirmekte ya da yasanın ihlalini belli bir “istisnai zorunluluk” hasıl olduğu için haklı göstermekte. “Zorunluluk” bu hukuki mıntıkada hiçbir yasa tanımayan ve tam bu vesileyle kendi yasasını yaratan, “yasadışı” olanı “hukuki ve anayasal” niteliğe büründüren niteliğinde: “Kadir-i mutlak Tanrı’dan, kadir-i mutlak kanun koyucuya”[7]

 

 

Hak

Agamben’e kalırsa Batı’nın nomosu iki zıt görünen gücü, Bia ve Dike’yi, yani şiddet ve adaleti ayırma konusunda değil, aksine, kendi bünyesinde bir araya getirme hususunda muvaffak olur. Yerel veya “evrensel” hukuk metin ve teamüllerinin muhtevası bize ne söylerse söylesin menşeinde performatif/şedit bir edim mevcut ve bu edim hakkı verenin her an aynı hakları askıya alabilmesini de ihtiva eder. Bu öyle tabii bir ihtiva ediş ki, Douzinas’ın dediği gibi, aslında yasayı, bu bahisle kendi kendisini askıya alma, feda etme hakkını bir anayasanın düzenlemesine bile lüzum yok. Zira, zaten “belli bir hukuk düzeninin ve belli bir mekân diliminin belirlenmesinin mümkün olduğu alanı yaratan tek şey, istisnai durumdur.”[8]

 

“İnsan hakları bunun dışında olmalı” diye seslenebiliriz elbette ya da “hukuk devleti anlayışının bu askıya almayı belli ilkeler çerçevesinde hakiki bir istisna hâline getireceğini, hakların en geniş şekilde tanınmasına yol açmaya ehil olduğunu” iddia edebiliriz. Fakat hukukun “istisna hâli” tam da zaten her şeyin askıya alınabilmesi derken insan hak ve özgürlüklerine işaret etmiyor mu? Zira karşı cepheden seslenenler, en çok hak ve özgürlüklerin askıya alınamayacağını iddia etmiyor mu? Daha da mühimi, insan hakları hukuku da “istisna”sı içerisinde gömülü hâlde, kendi tuzağına düşerek tecessüm etmiyor mu? Evet haklar mevcut, hatta bugün listesi bir hayli genişledi ve gelişti fakat “hakka sahip olma hakkı” herkes için eşit bir biçimde temin ediliyor mu, edilebilir mi?

 

Haklar orada, o metinlerde dursun, artsın, gelişsin elbette (ki tam ta ihtiyacı olanların mücadeleleriyle durmakta, artmakta, gelişmekte zaten) ancak bariz kriz anlarında istisnai idari tedbirler, kararnameler, somut, spesifik şiddet vakalarıyla bariz hâle gelen, ismiyle pek de müsemma olmayan, daimî bir yönetim tekniği olarak istisna hâli, o hukukun şedit oluşundan neşet eden zorunluluğun yasası(zlığı) çoktan orda durmakta. Mesela polis(in biri) İstiklal Caddesi’nde hazır beklemekte. Sadece silahıyla, copuyla, panzeriyle değil, hayaletimsi mevcudiyetiyle, yasayı askıya alabilme, Benjamin’in ifadesiyle yeni baştan hukuki maksatlar belirleme yetkisiyle orada durmakta. Ve “burası benim bölgem, Kürtçe şarkı söyleyemezsin” dediği anda şiddet tecessüm etmekte ve hatta kendisine yetki veren polis vazife ve salahiyetlerine dair yasalardan, anayasalara, hatta insan hakları metinlerine kadar yasanın deklare edilişi/ilanıyla şiddet tecessüm etmekte. Kriz anında, devletin ulaşmaya çalıştığı ampirik amaçlarına bir biçimde hukuk düzeniyle ulaşamadığı noktadaysa kolluk gücü aktif olarak devreye girmekte. Açıkça yasal düzenleme olmayan pek çok olaya “güvenlik sebebiyle” müdahale edip, ele avuca sığmaz, hukuk korumayla beraber hukuk kurma, yeni baştan –mesela “Bu dilde şarkı söyleyemezsin” diye- bir yasayı baştan yazma yetkisini kullanarak şiddet icra etmekte, hukuki şekilde.

 

 

Bitirirken: Adalet

Orpheus’un hikayesi bazılarımızın malumudur, ancak yine de anlatayım, yer yettiğince: Meşhur ozan Orpheus’un çok sevdiği karısı Eurydike’yi çimenlerin arasındaki bir yılan sokar ve Eurydike ölüler dünyasına göçer. Ardından Orpheus ve cümle dağ perileri bu kayıp için yas tutar, ağıtlar yakar. Ozan sazıyla avutur durur “yaşlı sevgisi”ni ve sonunda ölüler diyarında tanrıların karşısına dikilir. Onun elemini gören tanrılar dayanamaz ve karısını geri verirler, fakat tanrıların bir şartı vardır: Orpheus gün ışığına çıkana kadar Eurydike’ye asla dönüp bakmayacak. Orpheus önden karısı peşi sıra arkadan giderken tam aydınlığa çıkacakları sırada Orpheus boş bulunup arkasına döner ve karısına bakar. Yeraltı dünyasına geri dönen karısını Orpheus bir daha göremeyecektir.[9]

 

Mesele J. Derrida’nın davetiyle baştan başlayayım: Adaletin icra edilebilme, etkili olma belirlenme koşulu, ister istemez, kendisini kesen hukuki bir karar. Bir başka ifadeyle adalet hukuk olmadan gelmez. Ancak bir uzlaşım faraziyesi üzerine bina edilmiş, hesaplamayla, bir programı yürütmek, bir hesabı işleme koymakla alakalı, varsay(may)an, tahmin eden hatta emin olayazan, önceden plan yapmış olan hukuk tam da bu hasletleri sebebiyle adaleti aynı zamanda kesintiye uğratır. Zira adalet her şeyden evvel ötekinin tekilliğine, toplayıp çıkaran, çarpıp bölen yasaya bir türlü giremeyen, ötekinin tekilliğine hitap edendir: İmkansızın deneyimi, yapıbozum, müstakbel ve/veya sonsuz, hep peşinden gidilesi adalet… Adalet hep müstakbel olarak kalır, hep ufku var, ancak asla acelesi yok; tam bu noktada hukuku ve siyaseti istikbale açar, belki de. belki de açar.

 

Ezcümle adalet/yapısöküm, yine de hesaplamayı emrederken mevcut temellerin yeniden yorumunu gerektirir; umutsuzluğun umuduyla, imkânsızlığın imkânının peşinde koşmaya bizi davet eder. Her seferinde başka bir kriz ihtimalini bize musallat eden “öteki”ne borcumuz var.

 

[1] Walter Benjamin, “Şiddetin Eleştirisi Üzerine”, Çev. Ece Göztepe, Şiddetin Eleştirisi Üzerine, Haz. Aykut Çelebi, Metis Yay., İstanbul, 2010, s. 19.

[2] A.g.e., s. 28.

[3] A.g.e., s. 24.

[4] Jacques Derrida, “Yasanın Gücü, Otoritenin Mistik Temeli”, Çev. Zeynep Direk, Şiddetin Eleştirisi Üzerine, Haz. Aykut Çelebi, Metis Yay., İstanbul, 2010, s. 47.

[5] Giorgio Agamben, İstisna Hâli, Çev. Kemal Atakay, Ayrıntı Yay., İstanbul, 2018, s. 36.

[6] Giorgio Agamben, “Olağanüstü Hâl”, Çev. Ferit Burak Aydar, Şiddetin Eleştirisi Üzerine, Haz. Aykut Çelebi, Metis Yay., İstanbul, 2010, s. 165.

[7] Carl Schmitt, Siyasi İlahiyat- Egemenlik Kuramı Üzerine Dört Bölüm, çev. A. Emre Zeybekoğlu, Dost Kitabevi, Ankara, 2016, s. 43.

[8] Agamben, İstisna Hâli, s. 30.

[9] Azra Erhat, Mitoloji Sözlüğü, Remzi Kitabevi, İstanbul, 2018, s. 230.

Lisans öğrenimini Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesi’nde tamamladı. Ankara Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü’nde genel kamu hukuku- insan hakları alanında yüksek lisans yaptı. Şu anda aynı program kapsamında doktora çalışmalarına devam etmektedir. 2011 yılından beri İstanbul Barosu’na bağlı olarak avukatlık mesleğini icra etmektedir. Çeşitli sivil toplum kuruluşlarında, hapishaneler, ayrımcılık, kadın, LGBTİ+ ve mülteci hakları üzerine gönüllü ve profesyonel çalışmaları olmuştur. “Leviathan’dan Neoleviathan’a Suç Ceza Hapsetme” isimli bir kitabı bulunan ve çeşitli dergilerde ve kitap derlemelerinde yazıları yayınlanmış olan Duman’ın temel ilgi alanları eleştirel hukuk felsefesi, devlet kuramları, psikanaliz, suç ve ceza politikaları, feminizm ve queer teoridir.

©2021  blog.insanhaklariokulu.org.
Tüm hakları saklıdır.

web tasarım: mare.design

E-bültenimize abone olarak duyurularımızdan haberdar olabilirsiniz.

Yayınlanan yazıların içerikleri sadece yazarların sorumluluğu altındadır ve Hollanda Büyükelçiliği ve /veya KAGED’in görüşlerini yansıtmak zorunda değildir.