Yuvarlak Masa: Türkiye’de Hak Mücadelesi Pratikleri – III

İnsan Hakları Okulu: Blog’un Türkiye’de Hak Mücadelesi Pratikleri başlıklı dördüncü Yuvarlak Masa Toplantısı Canberk Gürer moderatörlüğünde Yasin Serindere, Janset Kalan ve Abdullah Aysu’nun katılımı ile gerçekleştirildi. Farklı hak mücadelelerinin birbirleri ile ilişkisinin altını çizen tartışmanın üçüncü kısmını yayımlıyoruz.

 

Canberk Gürer: Son bölümde öngörü ve önerileri konuşacağız. Son turumuz biraz daha hızlı yol alacağımız bölüm olacak herhalde. Yine Yasin’le başlayalım. Burada iki şeyi birlikte soracağım. Bir mahallenizde ne olur sizin mücadeleniz, sizin direnişiniz, nereye yol alır? Bir sorum bu. Diğer sorum da son dönemde Türkiye’deki ekonomik kriz ve buna bağlı olarak derinleşen yoksullaşma büyük bir barınma sorununu, mevcut olandan daha büyük bir barınma sorununu getirdi. “Barınamıyoruz Hareketi” diye bir hareket ortaya çıktı örneğin. Genel olarak barınma hakkı mücadelesi nereye evrilir, nereye gider ve bu mücadele ne gibi kazanımlar elde etmeli? Bu mücadelenin önerileri nedir barınma hakkının sağlıklı bir biçimde tesisi için?

 

Yasin Serindere: Evet. Teşekkür ederim. Şimdi Blog’da yayımlanacak olan bu yuvarlak masa toplantısı… Doğrusunu söyleyeyim, daha önceden böyle bir barınma hakkına ilişkin -diğer grupların da içinde olduğu- bir blog yazısıyla karşılaşsaydım okurdum mutlaka. Çünkü biz burada bir sürecin içine dahil olduk yılın başında. Daha öncesinde belgeselci kimliğimizle, başka yerlerde işler yapıyorduk ama artık kendi mahallemizde özne olunca, “hak sahibi” olunca… Bu hak sahipliği üzerine de bir laf söylemek isterim, yani kenti savunmak için, canlıları savunabilmek için, kadınları, LGBT hareketini savunabilmek için, çiftçileri savunabilmek için hak sahibi olmaya gerek yok. Biz ortak bir yaşamı oluşturmaya çalışıyoruz. Bunun için böyle bir belleği bir karıştırdık, biz belgeselci kimliğe de sahip olduğumuz için; benle Özgür arkadaşım özellikle, aynı mahalledeyiz. Birlikte işler üretiyoruz. O belleği karıştırdığımızda daha çok, az önce de bahsettim, Ayazma süreci, Sulukule süreci hep önümüzdeydi ama böyle bir disipline edilmiş, böyle insanlara aktarılabilecek bir kaynak yoktu önümüzde. Biz Şahintepe’deki sürece başladığımızda kendimize şunu da söyledik, dedik ki burada öyle bir mücadele örelim ki hep beraber, Diyarbakır’daki Benusen Mahallesi de Ankara’daki Dikmen Mahallesi de Muğla’daki köylerde, İkizköy’de çevre adaletiyle alakalı direnen köylülere de hem umut verecek hem onlara da rehberlik edebilecek bir mücadele verelim. Çünkü oradaki mücadeleler de bize benzer şeyleri veriyor. Biz bu amaçla daha çok kendimizi motive edip hareket ediyoruz. Ve Tozkoparanlılar’ı da örnek alıyoruz kendimize açıkçası. Çünkü Tozkoparanlılar’ın birçoğu dağıldı ama yine de o mücadelelerini farklı yöntemlerle devam ettiriyorlar. Bir araya gelmeye devam ediyorlar. Biz de benzer bir süreç örmeye çalışıyoruz.

 

Burada özellikle şuna dikkat etmek gerekiyor: mücadelenin içerisinde kimseyi sınırlandırmamak… Mesela geçen gün yaptığımız toplantıda, buraya gelmeden önce, arkadaşlar “Çıkalım otobanı kapatalım.” dediler. Ya bu bir öfkedir aslında, bir enerji. O insanın dayanamadığı, bir şey yapma ihtiyacı içinde olduğu bir durum, “Kalkın bir şey yapalım” ihtiyacı, burada bunu dinlemek gerekiyor ve bunun üzerine tartışmak gerekiyor. Yani “Ya sen daha yeni dahil oldun sürece, sen daha yeni mağdur oldun, ne oluyor” falan dememek gerekiyor. Bu sana kaynak oluyor. Biz de mesela süreç boyunca şunu fark ettik. Gerçekten berrak bir şekilde, saf bir şekilde yaklaşım sergileyenler hep bize yol gösterdi, o abilerimiz, ablalarımız. Daha karmaşık bakanlar, “Şöyle mi etsek, böyle mi etsek?” diyenler… Söylemeye çalıştığım kimseyi sınırlandırmadan bu mücadelede sorumluluk almalarını sağlamak gerekiyor. Sorumluluk da ne kadar dağılırsa mücadele o kadar büyüyebiliyor…

 

Şahintepe gerçekten mega projelere karşı direniyor. Belediyenin rantsal dönüşüm uygulamalarına direniyor. Aynı şekilde birlik beraberliğini de sağlamlaştırmaya başladı. Burada video, fotoğraf, ondan sonra basın ayağı ve broşür ve benzeri çalışmalar çok önemli. Hak mücadelelerini sürdüren bütün kesimlerin burada yoğun bir şekilde çalışması lazım. Mesela ben Abdullah Abi’yle çıkışta konuşacağım. Bizim bir danışman hocamız vardı üniversiteden. Çok değerli bir belgesel üretmişti. Yine tarımla alakalı. Bir vatandaşın -köyü unuttum, Antalya’nın neresiydi hatırlamıyorum- tek başına sürdürdüğü bir mücadeleyle alakalı. Bu 30 dakikalık belgesel çalışması, mutlaka insanlar izleyince konuya uzak olanlara bile bir umut veriyor. Bir harekete geçirme işlevi görüyor. Ya da bir iki sayfalık bir broşür yazısını okuduğunda kendi yaşadığın on yıllık, yirmi yıllık barınma hakkı ihlalinin farkına varıyorsun. Başta şu açıdan bakabiliyorsun mesela… Birçok komşumuzla konuştuğumuzda sürecin başında, “Ya arkadaş bize yüzde altmış versin belediye, biz satarız, gideriz.” diyorlardı. Bunu tartışmaya açıyoruz. Aslında bu da aşağıdan yukarıya doğru bir rant beklentisi. Yukarıdan aşağıya var ama aşağıdan yukarıya da rant beklentisi var. Mesela Arnavutköy civarında birçok köy halkı Kanal İstanbul projesine çok sevindi ilk başlarda. “Değerlenecek yerimiz” dedi halk. Ya ben az önce de söyledim ilk turda. Rant için yaşam alanını da maddiyat üzerinden, mülkiyet üzerinden belirleyemezsin. Yaşam alanı senin kimliğinin oluştuğu bir yerdir. Sen oradan satıp gidebilirsin ama bu sefer gidebileceğin başka bir yer yok. Yani örneğin ben ailemle, İstanbul’da yaşıyorum. Şimdi diyelim ki orada 6306 sayılı Yasa bizi yerimizden etti. Van’a mı gideceğiz? Ben kurt görsem köpek zannedip sevmeye çalışırım. Ben burada yaşadım. Bütün hayatım burada, iş hayatım burada, arkadaşlarım burada. Orada sosyalleştim, kimliğim oluştu. Başka bir yerde kendi rızamla yaşamam lazım, tercih etmem lazım. Nitekim de insanlar kopamıyorlar. Ayazmalılar’ı konutlara yerleştirdiler. Konutlara uyum sağlayamadılar. Oradaki site sakinleriyle problemler yaşadılar. Site sakinleri sürekli polis şikayetiyle bu insanları taciz ettiler. Neymiş? Çok gürültü yapıyorlarmış. Ya hayatları boyunca bu insanlar kalabalık bir ev içerisinde yaşamış. Neymiş? Gecenin on ikisinde kapının önünde sohbet ediyorlarmış. Gecenin ikisine, üçüne kadar bu insanlar sokakta birlikte çay içip kahve içip muhabbet eden bir topluluktu. Onlar için dört duvar arasında bir yaşam tarzı yoktu. Bu insanın yaşam tarzını işgal ettin, ona dokundun. Yaşamına dokundun. Örneğin bizim yan taraftaki konutların olduğu bölge. Hayvancılık yapılıyordu burada. Hâlâ yapılıyor. Bunların Facebook sayfalarını, mahalle halkının Facebook sayfalarını takip ettiğimde sürekli belediyeyi etiketliyorlar: “Şu hayvanları temizleyin. Bunlar nedir? Sokak köpeklerinin gürültüsü bizi rahatsız ediyor. İnekler her yeri pisletiyor.” Onun alanıydı, sen geldin. Sen geldin, onun alanına dokundun. “Şuraları tarım alanı, oralara dokunalım. Buraları bir AVM olsa iyi olmaz mı?” Böyle talepler geliyor o insanlardan. Çünkü onlar daha sonradan oraya yerleşmiş. Hayatı daha çok sistemin dayattığı şekilde yaşamaya çalışan topluluklar. Biz bu nedenle, yaşam alanımızı savunmaya çalışıyoruz. Ev de bizim diyoruz, semt de bizim diyoruz.

 

Barınamayanlar Hareketi… Evet doğru, özellikle İstanbul’da gerçekten çok feci bir konut krizi yaşanıyor. Mülkiyet krizi yaşanıyor, barınma krizi yaşanıyor. İlk turda da söylemiştim; artık İstanbul’da yoksul emekçi insanlara, kendi oluşturmaya çalıştıkları yaşam tarzına sahip toplulukların dışındaki kesime yer yok. Yani kendilerinin çizgisinde devam edebilecek, hareket edebilecek topluluklar istiyorlar. Fatih, Başakşehir bölgesindeki insanları örnek verelim. Ya Başakşehir’de Kayabaşı diye bir semt kuruldu 2005’lerden sonra. Özellikle de dönemin Başbakanı Recep Tayyip Erdoğan oraya çok önem verdi. Kendi kitlesini oluşturmaya çalışıyordu orada.

 

Bu tür yerlerde insanlar konut alırlar krediyle. Ve hayatları boyunca o krediyi ödemeye çalışırlar. Şimdi sürekli hayatın boyunca sırtında bir kredi kırbacı var. Bir fabrikada işçi olduğunda, bir hak talebinde bulunan bir topluluğun içerisine girdiğinde, o kırbacı hissedersin. Dersin ki ya bir şey olursa burada, hakkımdan olursam. “Tamam greve çıkalım da kredi borcum var, işten atarlarsa yandım, bittim. Tamam 8 Mart eylemine katılalım da ya beni o akşam gözaltına alırlarsa ne olacak? Kredim var. İşimden olacağım.” Ne oluyor? İnsanlar daha bireyselleşiyor. Topluluklardan daha uzak kalıyorlar. Yani sermayeyle barınma krizinin ilişkisini görebiliyoruz burada. Daha çok hani insanları bireyselleştiren bir politika benimseniyor. Ve burada öğrenciye de yer yok. Öğrenci mesela daha önce Kadıköy, Üsküdar, Beşiktaş çevresinde biraz daha rahat yaşayabiliyorken artık ona deniliyor ki “Sen çeperde yaşa, İstanbul’un çeperinde yaşa; İstanbul’un çeperinden iki saatlik trafikle, yolculukla gel eğitimini gör.” Çepere de bu sefer mega projeler uyguluyor. Sosyal konut projeleri yapılacak, sosyal konut projelerinin büyük bir bölümü Arnavutköy’e doğru olan o tarım arazilerinin olduğu yere yapılacak. 8000 yıl boyunca İstanbul’da hiçbir topluluk, hiçbir medeniyet o bölgeye karışmamış. Niye? İstanbul’un sürdürülebilirliği oradan sağlanıyor. Su kaynakları orada, mera alanları orada, tarım arazileri orada. Sen geliyorsun oraya. Ne için? Sıkışmış işte inşaat sermayesi. Ona alan açmamız lazım. Gold Smart diye bir emlak şirketi keşfettik. YouTube hesabını takip ediyoruz. Arap emlak şirketi, Ortadoğu piyasasına yönelik burada aracılık yapıyor. Ya bizim belgeselci olarak giremediğimiz bölgelere dronlarla, büyük prodüksiyonlarla girip reklamlar yapıyorlar. İşte Kanal İstanbul’un imar uygulaması açıklandı. Bunu Arapça anlatıyor. Altyazı da geçiriyor “Müjde, artık burası imara açıldı.” diye. Geçen günlerde yine paylaşmış: “Baklalı Köyü imara açıldı, on yıldır bekleyen müşterilerimize müjde!” Şimdi genişten görüyorsun yani. Kimin için bunlar? Bizim gibi emekçi halk için değil ya da gerçekten deprem için…

 

20 yıldır deprem için böyle bir şey yapmamışsın ki. Senin en önemli müteahhitlerinden birisi açık açık kabul ediyor, diyor ki “Biz İstanbul’da yaptığımız konutların büyük bölümünde deniz kumu kullandık. Yarın bir gün başımıza patlayacak bu.” Deprem gerekçe gösterilse sen oranın zemin testini, incelemesini yaparsın, betonunu, tuğlasını, çimentosunu şeffaf bir şekilde açıklarsın, verilerle gösterirsin. Dersin ki “Bak böyle güvenli yapılar yapıyorum. Oranın yaşam tarzına uygun yapılar yapıyorum.” 35 katlı kimsenin birbirini tanımadığı hücre evleri. Ondan sonra gerçekten depremi gerekçe gösteriyorsan Avcılar bölgesinde bir dönüşüm sağla. Gölcük depremiyle Gölcük’te başlayan Marmara depremi Avcılar’ı etkilemiş. Arada müthiş bir mesafe var. Avcılar’ı öyle bir etkilenmiş ki Avcılar hala dökük. E, demek ki deprem değil. Sen orada sermayeye bir kaynak yaratıyorsun. Onlara bir nefes aldırmaya çalışıyorsun.

 

Bizim de bu tür barınma hakkı mücadelesi veren mahalleler olarak, bizim de yaşam alanlarımızı koruyabilmek için, nefes alabilmek için birleşmemiz gerekiyor, örgütlenmemiz gerekiyor. Öğrenci, emekçi, yoksul, orta sınıf, bir sürü farklı sınıf ve gruptan bahsediyorum; kadındır, kadın hareketidir. Ayrım yapmadan hepimizin İstanbul’u -sadece İstanbul’la sınırlı değil tabii ki-, Türkiye’deki yaşam alanlarımızı korumamız gerekiyor. Bunun yolu da birbirimizle bu örgütlenme deneyimlerini paylaşmamız, dayanışma içerisinde olmamız ve bunu daha da büyütebilecek bir yapı, bir örgüt, bir hareket başlatmamız. On yıl önce 2011 sıralarında kent hareketleri diye bir oluşum kuruldu. Mahallelerin birleşmesi için bir çaba sarf edildi. Kısmen başarılı oldu. Gezi’de müthiş bir hareket doğurmuştu bu, kentsel dönüşüm mahallelerinde. Ama daha sonra rehavet ya da başka birçok problemle birlikte o hareketin biraz sönümlendiğini fark ettim. Ama biz bu yaz Fetihtepe’de, Beykoz’da, Hacıhüsrev’de Tokatköy’de, Tozkoparan’da yıkımları seyrettik uzaktan. Ha, bütün bu mahalleler belki bir anda şok bir baskıyla karşılaştılar. Hiç beklemedikleri bir anda evlerinden yerlerinden edildiler. Gözyaşlarıyla, çığlıklarla, beddualarla farklı farklı ilçelere, uzak diyarlara göç etmek zorunda kaldılar. Ve biz Şahintepeliler olarak ürktük. Ürktük, yani dedik “Sıradaki biziz.” Şu anda kentsel dönüşüm mahalleleri arasında potansiyel olarak yerinden edilme ihtimali en yüksek mahalle bizim mahalle. O zaman ne yapmamız lazım? Daha çok bir araya gelmemiz, daha çok ses çıkartmamız lazım, daha çok kişinin sorumluluk alması lazım. Burada, yine aynı sizin de dediğiniz gibi, bu barınamayanlar hareketini daha da genişletmemiz lazım. Çevre adaleti üzerinden, kadın hareketi, LGBT hareketi, işçi hareketi, gençlik hareketi, bütün bunlar üzerinden daha geniş bir söz söylememiz gerekiyor. Birlikte olmamız lazım. Ancak bu şekilde şehri de mahalleyi de evimizi de koruyabileceğimize inanıyoruz. Kendi şahsi fikrim de Şahintepe’yi rantçılara meze etmeyiz. Yani ondan eminim ben. Çünkü bizim mahallede şu söyleniyor: Bir girişi var, bir çıkışı var mahallenin. Kolay olmaz yani.

 

Janset Kalan: Gaziosmanpaşa için de öyle diyorlardı.

 

Yasin Serindere: İyi mücadele verdiler orada.

 

Janset Kalan: Belediye otobüsleri falan giremiyordu zamanında.

 

Yasin Serindere: Tozkoparan’dan bir örnek daha vereyim. Tozkoparan aslında sosyal konut projelerinin olduğu bir yerdi. ‘80’lerde işte belediye memurlarının yerleştirildiği bir bölgeydi. Bu insanlar hayatları boyunca devlet kademelerinde çalışmış insanlardı. Onların çocuklarıydı, oğulları, evlatları falan. Devletle, polisle belki ilk defa muhatap olmak zorunda kaldılar. O yüzden sürekli daha temkinli yaklaşıldı. Daha çok “Hakkımızı hukuki olarak koruyalım.” denildi. Geçenlerde yıkımların olduğu gün oraya uğradık kameralarımızla, çekim yapalım, konuşalım insanlarla diye. Kaos… Herkes büyük bir panik halinde. İnsanlar kombilerini sökmeye çalışıyorlar, eşyalarını söküp gözyaşıyla kamyonlara yerleştiriyorlar. Bir yerde yıkımlar var. Amcanın teki, daha önceden sıklıkla sohbet ettiğimiz, belgesel yaptığımız süreçte muhabbet ettiğimiz amca birden gözyaşı döktü, dedi ki “İçim yanıyor, yanıyor, -biraz da eski… ‘80’lerin devrimci insanlarından- bunlar evimi yıkarken bir tane taş atmadım; bir tane taş… Nasıl evimi yıkarken atmadım bir tane taş…” Ve Tozkoparan’ın o hemen yanında Küba Mahallesi diye adlandırılan bir gecekondu mahallesi var, 50-60 ailenin yaşadığı. O 50-60 hanenin neredeyse tamamı akrabalar. Küba’ya biz belgeselci olarak giremiyoruz. O derece korunaklı kendi içinde. Çünkü Küba, Tozkoparan’dan önce bu saldırılarla karşı karşıya kaldı. Ama Küba’ya onlar da giremiyor. Küba mücadeleyi farklı bir yöntemle yürütüyor.

 

Ha şu var. Ben açıkçası şunu söylüyorum. Halkın menfaatine bir şey yaparsan, halk zaten orada menfaati için… Sana niye karşı dursun ki? Kentsel dönüşüm, yerinde dönüşüm, biz de istiyoruz. Benim kardeşim geçen hafta evlendi. Babam isterdi ki onunla altlı üstlü otursun. Mecburen farklı bir bölgede kiralık bir eve çıkmak zorunda kaldı ama arsamız var. Dönüştürebilme potansiyelimiz var. Yapabiliriz bunu. Ya da bir müteahhitle anlaşılabilir. Fakat yok izin verilmiyor. Yerinde dönüşüm istiyoruz, mahalledeki o yaşam tarzının bozulmamasını istiyoruz. Yani bunun için de mimarlar, akademisyenler müthiş bir şekilde çalışmalar yapıyorlar diğer mahallelerde. Deniliyor ki buradaki birlikteliğin bozulmaması için nasıl bir yapı kurulmalı? İşte dört duvarlı hücre evlerinin olduğu, 20-30 katlı binalar mı buradaki insanları geleceğe taşır, daha sağlıklı çocuklar yetiştirmesini sağlar, yoksa daha çok bu mahalle birliğinin sağlanabileceği, birlikteliğin, sosyalleşmenin kurulduğu bir yapı mı? Batı’ya baktığımızda o 20-30 katlı binaların ‘90’ların sonuna doğru -Doğu Almanya da dahil olmak üzere- yıkıldığını görüyoruz. E, burada da aynısı olacak. Biz bu insanların da yerinden edileceğini şu anda öngörebiliyoruz. Bu, yani. Teşekkür ederim.

 

Canberk Gürer: Çok teşekkürler. Yaşam hakkı başta olmak üzere barınma hakkı, çalışma hakkı, mülkiyet hakkı, bunların tamamının kısıtlanması ve ihlal edilmesinden bahsetmiş olduk. Bir yandan hem tüm dünyada hem de Türkiye’de LGBTİ+ görünürlüğünün ve mücadelesinin yükseldiğini söyleyebiliriz -bu hem kültür sanat endüstrisi vasıtasıyla yapılıyor hem de mücadelenin kendisi bunu yükseltiyor- ama bir yandan da yine hem uluslararası alanda hem de Türkiye’de karşı hareket de büyüyor aslında. İşte çok yakınlarda LGBT karşıtı “Büyük Aile Buluşması” gibi mitingler gördük örneğin. Bu iki hareketi de göz önünde bulundurduğumuzda, yani hem hareketin kendisinin büyüyor olmasını ama hem de karşısındaki hareketin de büyüyor olmasını göz önünde bulundurduğumuzda bundan sonra ne bekliyor mücadeleyi? Acaba mücadelenin önünde neler var?

 

Janset Kalan: Şöyle, barınma hakkının sosyo-ekonomik haklardan, yaşam hakkından bağımsız olduğunu düşünmek zaten mümkün değil. Dolayısıyla tam bu noktada kent hakkından bahsetmek gerekiyor. Peki, kent hakkı kimin hakkı? Kim erişebiliyor kentin tamamına? Hangi vasıflara sahip, hangi imkanlara sahip insanlar kentten faydalanabiliyor. Oraya bakmak gerekiyor. Şimdi, LGBT+’lar için genel olarak konuşmayayım, translar özelinde konuşmayı tercih ediyorum… Translar özelinde, kent hakkından faydalanabilmemiz için toplumsal cinsiyet normlarına uygun bir görüntüye sahip olmamız bekleniyor. Eğer aykırı bir görüntümüz varsa ya da beğenmedikleri çirkin addettikleri, ucube addettikleri bir görüntüye sahipsek, zaten kent hakkından faydalanamıyoruz. Çünkü yaşadığımız yerden, o dört duvarın içinden çıkmamıza engel oluyor. Çünkü oradan şiddete maruz kalmama ihtimali yok. İkincisi ekonomik gelirle alakalı. Kentin belli bölgelerinde yaşamak zorundayız kendimizi güvende hissetmek için. Ama bugün geldiğimiz noktada, kentin o güvenli dediğimiz bölgelerinde, semtlerinde de yaşayamıyoruz artık. Çünkü çok yüksek kiralar, çok yüksek fiyatlar… Oralarda bu kadar yükselen fiyatlardan dolayı bir kent soylulaştırma politikası da güdülüyor. Orada oturanlar da bunu güdüyor, oranın muhtarı da bunu güdüyor, belediyeler de bunu güdüyor; hükümet zaten güdüyor. Dolayısıyla orayı soylulaştırmak için sana paran olsa da kiralamıyor ya da satmıyor oradaki evi. Seni orada istemiyor. Gitmen için her türlü çirkinliği yapıyor. Üçüncüsü de dâhil olunan sosyal sınıfla alakalı sanırım. Bu sosyal sınıfı belirleyen şey de aile oluyor. Ailedeki o destek mekanizmalarından, dayanışma kültüründen ne kadar faydalanıp faydalanamadığımıza bakmak gerekiyor. Evet birçoğumuz, hatta hemen hemen hepimiz ailelerimizle görüşüyoruz. İyi kötü bağlarımız da var ama nedense aile kurumu denilen şeyin oluşturduğu dayanışma kültüründen doğrudan faydalanamıyoruz. Ne bileyim başka bir trans olmayan bir kardeşinin ihtiyacı olduğunda, evlenecekse düğünü yapılıyorsa, düğünü yapıldıysa ev tutuluyorsa, yeni eşya diziliyorsa, sen kendi başına yaşadığın evin ihtiyaçlarını karşılamak için o imkândan faydalanamıyorsun. Dönüp annene, babana ya da ailedeki diğer insanlara “Benimle dayanışma gösterin, işte evimi dizin, bana yer tutun” diyemiyorsun. Çünkü mantıklı gelmiyor. Ya da senin partnerin geçerli sayılmıyor, meşru sayılmıyor ya da aile evine dönmeyle ilgili bir sürü kaygı taşıyorlar. Yani aile evine dönmen bir sürü şarta bağlı oluyor. Dışarıda gece geç saatlere kadar sosyalleşmemen, eve çok fazla arkadaş getirememen. Harcadığın parayı nereye harcadın? Ne aldın? Ne sattın? Her şeye karışan bir hale geliyor… Dolayısıyla aile denilen şeyin kendisi başlı başına sınırlayan ve yaşamı da zorlaştıran bir şeye dönüyor. Biraz oradan da kent hakkını sorgulamak gerekiyor belki.

 

Diğer bir şey de doğrudan kent hakkıyla ilişkili… Sağlığa erişim. Türkiye’de belli başlı şehirlerde cinsiyet uyum süreci tıbbi olarak sağlanıyor. Bunların başında da İstanbul ve Ankara geliyor. Dolayısıyla Hakkari’de, Rize’de ya da ne bileyim Mardin’de yaşıyorsanız Ankara’ya, İstanbul’a, İzmir’e ya da işte Adana’ya seyahat etmek zorundasınız. Oradaki sağlık kurumlarına gitmek zorundasınız ve bu sadece bir kere gidip yaptığınız, bir kere de hallettiğiniz ve döndüğünüz bir şey değil. Sürekli olarak bunu yapmak zorundasınız. Ekonomik külfet, psikolojik külfet; aynı zamanda hizmet alımına dair de bir engel söz konusu. Çünkü beden uyumlama süreci, cinsiyet uyumunda, beden uyumlama süreci dediğimiz şey sadece doktora gidip görünmek ve psikiyatristin size “A, evet sen transseksüel yapıdasın” demesiyle bitmiyor. Bunun arkasından bir sürü başka şeyler de geliyor.

 

Onun haricinde siyasetle de doğrudan ilişkisi var. Siyasette karar vericiler ve karar verici pozisyonda olan kişilerin söylemleri ve uygulamaları ve aynı zamanda devlet memurlarının mevcut yasaları uygulama halleri doğrudan hayatını etkiliyor, kent hakkından faydalanmanı etkiliyor. Sana o hizmeti sunmayı reddettiğinde ya da onu zorlaştırdığında ya da karar vericiler söylemlerinde seni terörle ilişkilendirdiğinde, seni ucube olarak adlandırdığında, sapkın olarak adlandırdığında, bunu basın medya kuruluşları yoluyla da pompaladığında zaten alacağın hizmeti verecek olan kişi seninle herhangi bir sorunu olmasa bile, seni herhangi bir yurttaş olarak görüyor olsa bile tam o noktada o empoze edilmiş düşünce yapısıyla sana bir sürü engeller çıkarabiliyor. TOKİ, kura ile ev sahibi olmaya dair bir şeyler açtı. Millet e-Devlet’e girdi, başvurdu. Yani bizimkilerden bir kişiye bile çıkmadı. Öyle söyleyeyim. Ya da şu pandemi döneminde işte Aile Sosyal Politikalar Bakanlığı dahilinde pandemi yardımı pompaladılar. Çok az bir miktar gerçi 1000 lira falan gibi bir şeydi. Birçoğumuza çıkmadı. Çünkü ya ikametgahımızla ilgili sorun çıkardılar ya yaşadığımız ikametlerin geliriyle, hanehalkı geliri dedikleri şeyle alakalı sorun çıkardılar ya da bizi soyadımıza bağlı olarak aile evimizin, ailemizin ikamet ettiği hane gelirinin içine dâhil edip çıkarmadılar vesaire. Bir şekilde dışlamış oldular.

 

Bunun haricinde tabii şu da var… Az önce bahsettim, mücadelenin önünde bir sürü engeller var. O engellerden bir tanesi zaten uyuşturucu meselesi. Ve insanların aslında geçimlerini sağlayamıyor olmaları, ekonomik engeller… Tam bu noktada belki işte alternatif ekonomi modellerini geliştirmek, istihdam alanları yaratmak, bunları yaratmak için de belki özel şirketlerle görüşüyor olmak, onlara sürekli eğitim veriyor olmak ve şart koşuyor olmak “İstihdam edeceksiniz ve uygun çalışmalarını sağlayacaksınız” diye, diğer STK’lerle de benzer şekilde çalışıyor olmak. Aynı zamanda sosyalleşebilecekleri, evin dışında hayatlarını sürdürebilecekleri, hayatın olağan akışına dâhil olabilecekleri imkânları yaratmak. Ve her birisi için, her birinin hikayesinin görünür olacağı, kendilerini önemli hissedecekleri, önemsendiklerini hissedecekleri platformlar yaratabiliyor olmak ve bunu da belki medya aracılığıyla yapıyor olmak gerekiyor diye düşünüyorum.

 

Canberk Gürer: Çok teşekkürler. Abdullah Aysu, şuradan başlayarak öngörü ve önerilerinizi sorayım. Türkiye bir geçiş sürecinde. Bu sadece seçimle ilişkili değil. Hakikaten birçok kurumun, kuralın kalmadığı ve yerine tam olarak yenisinin de konamadığı bir durumdayız. Bir yandan alternatif modeller var. İşte büyükşehir belediyelerinin bir bölümünün CHP’ye geçmiş olması, alternatif politika uygulamalarının tatbik edilebilmesini, böyle bir alanın yaratılmasını sağladı. Ama bir yandan da büyük bir ekonomik kriz var. Konuşmanızın bir yerinde de dediniz ki “Sosyal demokratların iktidar olduğu her dönem çok büyük darbeler aldı tarım.” Şimdi, bir yandan seçimden sonra ya mevcut iktidar devam edecek ya da sosyal demokratların da içinde yer aldığı bir blok iktidarı devralacak. Her iki durumda da geçmiş pratikler çok vaadkâr, çok umut verici değil aslında. Buradan doğru hem öngörülerinizi hem de bir nevi artık son iki senedir bir politika yapıcı olarak ya da yapılan politikalara etki edebilecek biri olarak önerilerinizi soruyorum.

 

Abdullah Aysu: Başlangıçta anahtarı kaybettiğimiz yerden söz etmiştim. Anlattıklarımızdan da anlaşılacağı gibi artık anahtarı bulduk, bu anahtarla kapı açıp içeriye girip o tahrip edilmiş olan evin yeniden düzenlenmesi gerekiyor. O zaman ne yapmak gerekiyor? Bir, Ziraat Odaları Birliği’nin yasasının yeniden ele alınıp düzenlenmesi ve onun bir meslek kuruluşu haline getirilmesi ve mesleği gerçek anlamda savunacak argümanlarla beslenmesi ve yasal olarak donatılması gerekiyor. Neden bunu söylüyorum? Çünkü tarımda üç tane ana unsur, örgüt var. Biri meslek kuruluşu olan Ziraat Odaları Birliği, diğeri çiftçilerin ekonomik örgütleri ve sosyal örgütleri olan kooperatifler, üçüncüsü de hak arama örgütleri olan sendikalar. Bunların birbirleriyle rekabet eden değil, damarlarını açıp birbirlerine beslemesi ve güçlendirmesi, ortak bir biçimde çiftçilik mesleğini, küçük çiftçiliği özellikle yeniden var edip kırsalın bekçilerini yeniden ekolojiye kazandırılması gerekiyor. Bunun için de kooperatif yasasındaki çiftçilere yönelik engelleyici bütün maddelerin ayıklanıp üretimden pazarlamaya zincirin tamamen çiftçilerin kontrolünde, egemenliğinde olacak biçimde yeniden dizayn edilmesi gerekiyor ve kooperatiflerin mutlak surette yönetimlerinin demokratikleştirilmesi gerekiyor. Demokratikleştirilmiş olan yönetimleriyle de tahrip edilmiş olan, özelleştirilen o kurumların yeniden bu kez devlete devredilmesi gerekir. O ulusalcıların çok savunduğu şey var ya, “Bunu yeniden devlete verelim”… “Devlet kimin devleti?” sorusunu ele aldığımızda, bu kurumları devlete verdiğimizde yarın bir gün kimin için kullanacağı ve hangi politika için kullanacağı belli olmaz. Bunun için de esas itibariyle demokratik yapılara kavuşturulmuş ve demokratik bir işleyişin hâkim kılınmış olduğu ve üretimden pazarlamaya, bütün zincire de egemen kılınmış olan bu kooperatiflere, yeniden kamulaştırılan bu iktisadi teşebbüsü olarak ifade ettiğimiz KİT’lerin buralara devredilmesi, mülkiyetinin devlette tasarruf hakkının çiftçilerin öz örgütleri kooperatiflerde olduğu ama buraya devletin karışmadığı, yanlış da yapsa, eksik de yapsa, yani adaletsizlik yapmadığı, çalıp çırpmadığı sürece devletin müdahale etmediği ve orada yönetme kabiliyetini kazanacağı kooperatiflere devredilmeli.

 

Çiftçiler yeni bir müttefik sınıf olarak ortaya çıkarılıp inşa edilmeli ve ülkenin yönetiminde söz ve karar sahibi kılınmalı. Bu amaçla kurumlar oluşturulmalı ve bu kurumlar kooperatiflere devredilmeli. Her şey çok iyi gidiyor olsa bile çiftçiler adına hem kooperatiflere karşı hem meslek kuruluşlarına karşı hem kamuoyuna karşı hem halka karşı sorumluluğunu yerine getirecek hak arama örgütleri olan sendikaların da mutlak surette bütün bu saydığım işleri de yapabilecek biçimde yasal olarak donatılması ve özgürleştirilmesi, bağımsızlaştırılması gerekiyor. Bu minvalde de Ziraat Bankası’nın yeniden sahiplerine devredilmesi gerekir. Ziraat Bankası devletin değildi. Ziraat Bankası Osmanlı döneminde cuma günleri Müslümanların, pazar günleri de Gayrimüslimlerin hazine arazilerinde çalışarak kazandıkları her 200 lira için bir pay elde etmelerinden sonra, o paylarla kurulmuş olan memleket sandıklarının devralınmasının sonucudur. Yani çiftçinin bizatihi kendi emeğidir. Kendi kredi sorununu çözebilmek için oluşturduğu bir kurumdu. Daha sonra Cumhuriyet sonrasında bu işte Celal Bayarlar falan yönetime getirildi geçici bir süre çiftçiler adına yönetsinler diye. Hayır, çiftçiler adına da kimse yönetmesin. Doğrudan çiftçilerin kendisinin yöneteceği, 1930’lardan sonraki devletleştirme sürecinin uygulandığı dönemde de el koyulan hakkının yeniden teslim edilmesi biçimiyle Ziraat Bankalarının da çiftçi örgütlerine devredilmesi gerekiyor.

 

Bugün konuştuğumuz bu konulara belki bir örnek teşkil eder diye izninizle izlediğim bir süreci aktarmak isterim. Brezilya’da MST örgütü, Topraksız Köy İşçileri Hareketi diye ifade edilen örgütün etkinliklerine ben 2004’ten 2016’ya dek düzenli bir biçimde gittim, katıldım, aralarında bulundum. Onların kooperatifleşme süreçlerini izledim ve Brezilya’daki diğer mücadele örgütleriyle olan bağlarını da izledim. Ve yaptıkları birçok ortak eylemlere de yakından tanıklık ettim. Şimdi MST toprak işgal eder. Bu, şirketlerindir veya kamunundur. Fark etmez, toprağı işgal eder. İşgal etmeden önce çadırını kurar işgal edeceği toprağın önüne. Hemen oraya tırlar gelir ve o tırlarda seyyar okullar ve devletin atadığı öğretmenler gelir. Orada eğitim başlar, eğitim aksamaz. Ama orada mücadele başlar. Ve bu süreçte mücadele kazanıldığında bu sefer şöyle ikinci bir mücadele başlar: “Bu toprağı ben hak ettim. Ben işleteceğim ve toplumsal bir yarar sağlayacağım. Ben senin vatandaşınım. Evimi yap.” O arazinin üzerine evini yapma talebinde bulunuyor. Arkasından evini tam yapacağı zaman “Hayır, öyle yapamazsın. Nasıl yapılacağına birlikte karar vereceğiz, planlamasına ve buradaki çalışmanın işlevine uygun bir biçimde nasıl yapabiliriz? Benim ihtiyaçlarıma da yanıt üretmeli. Ambarından bilmem nesine kadar, ortak sosyal alanlarına kadar hepsinin olması gerekir.” Aynı şekilde orada bir Baraj Hareketi var. Tucurui diye bir baraj var. Dünyanın ikinci büyük barajı. Tanklarla korunuyor hâlâ. Her yıl bir milyona yakın insan yıkılsın diye eylem yapıyor orada. Şimdi, bu Baraj Hareketi’yle MST ilişkili. Ortak hareket ediyorlar. Mesela bir eylemde tesadüfen ben oradaydım. “Buraya gitmek ister misin?” dediler, “Olur” dedim. Oradaki ortak davranışlarını gördüm gecekonducularla. Onları izledik, gittik. Sao Paulo’daki gecekondu mıntıkasına girdik. Orada mücadeleyi kazanmışlar, tamam, gecekondularını yapmışlar. Kazandılar. Kazandıktan sonra da işte “Yapın” deniyor; “Hayır, sen yapacaksın.” diyorlar. Ama nasıl yapılacağı üzerinde iki senedir tartışıyorlar. Onun için başlanamıyor. Devlet başka bir şey öneriyor, onlar başka bir şey öneriyor. Fakat burada mesela MST var, diğer sendikalar destekçi olarak var. Hep birlikte, ortak hareket ediyorlar. En son Lula’nın bu son seçimi de en radikalinden en liberaline kadar 54 örgütün ortak davranışıyla seçim kazanıldı. Böyle bir ittifak manzumesi, kültürü var orada. Dolayısıyla burada çiftçiler ve bütün hareketler, toplumsal muhalefet hareketlerinin tamamının ortak davranması halinde başarılı olunur diye düşünüyorum.

 

Belediyelere gelince, kısaca izninizle ondan da söz edeyim. Şimdi Büyükşehir Belediyesi Kanunu çok tehlikeli bir kanundur. Bu kanun son derece tehlikeli bir kanundur. Türkiye’deki son demokratik yapıyı ortadan kaldırdı. Çünkü köyler demokratikti. Köyde yapılacak bir şey hakkında verilecek karar için muhtar ve ihtiyar heyeti bir araya gelir, belirlerdi ve işin içinden çıkamadıkları zaman da köyü toplar ortak karar alırlardı. Dolayısıyla demokratik bir yapıydı. Otoriter yapıyı tam inşa etmek için bu demokratik yapıyı kırması gerekiyordu. Bunu kırması gerekiyordu. İki, bir kültürü yok etmesi gerekiyordu. Bu kültür neydi? Müşterekleriydi, bu köyün müşterekleriydi. Müşterekleri neydi? Meralarıydı, harman yerleriydi, yaylalarıydı, otlaklarıydı ve kışlaklarıydı. Bunlar, müşterekleriydi. Bunların ortadan kaldırılması halinde ve bütün her şeyin merkezde toplandığı zaman gerçek anlamda bir tek adamlık inşa edilecekti. Bu kanun bunu yaptı. Fakat burada garip bir biçimde bir madde eklenmişti: 7/e maddesi. Orada da deniyor ki “Tarım ve hayvancılığı destekler.” Şimdi bundan hareketle bütün olumsuz yanlarını, panellerde, forumlarda, çeşitli yerlerde konuşuyoruz, konuştuk. “Böyle de iyi bir yanı var”. Tarım Bakanlığı var, Tarım Bakanlığı il ve ilçe müdürlükleri var. Büyükşehir belediyelerinin kazanıldıkça Bakanlığın il ve ilçe müdürlüklerinin paraleli kurulabilir. Bunun gerçekleşmesi halinde alternatif bir tarım modeli ile ne yapmak istiyorsan orada kendini ifade edebilirsin. Odalarla, sendikalarla, çeşitli yerlerle konuşula konuşula, kazanılan belediyelerde konuşula konuşula büyükşehir belediyeleri yavaş yavaş tarım daireleri, ilçelerde tarım müdürlükleri kurdular ve bunun üzerinden birtakım faaliyetler yürütüyorlar. Bu iki şeyi getiriyor. Bir, iktidarın yolunu açar. Eğer sen iyi bir uygulama yaparsan, “Ben iktidara geldiğimde bunları bunları yapacağım” dersin. İkincisi, seni sorumlu kılar. Sen de Tarım Bakanlığı, merkezi devlet kadar çiftçilikten sorumlusun artık. Kanunen sorumlusun. Bunu yerine getirmen gerekir. Bunun için de biz toplumsal muhalefet güçleri olarak pozisyon tutup bunu talep etmeliyiz.

 

Şimdi burada İstanbul’daki durumdan da kısaca söz etmem gerekir. İstanbul’da neler yapılıyor? İstanbul’da merkezi devletin yaptığı desteklerin tersine para verilmiyor. Tamamen üretim girdisi veriliyor. Üretim girdileri de zamanında ve ihtiyaç olduğu dönemde veriliyor. Ayçiçeği ekilecektir, ayçiçeği tohumu dağıtılıyor bedelsiz. Buğday ekilecektir, buğday ekim zamanıdır, buğday tohumu dağıtılıyor. Buğdayı toprakla buluşturmak için mazota ihtiyaç var, traktörlere 100 litre mazot veriliyor. Tohumu alırken tohumu gidip şirketlerden almıyor, tarım kredi kooperatifinden alıyor. Ayçiçeği tohumunu Trakya Birlik’ten alıyor. Ondan sonra yem dağıtacak; yemi, Tekirdağ Belediyesi’yle, oradaki fabrikayla anlaştı, oradan alıyor. Rasyonu kendisi hazırlıyor. İçinde neler olacak? “GDO’lu ürün olmayacak. Proteini en yüksek düzeyde olacak. Karışımı böyle böyle olacak. Bu şekilde olursa senden alırım” diyor. Bu şekilde belediyeden alıyor. Çiftçilere dağıtıyor. Bu yemlerle beslenen hayvanlardan çiftçilerin elde edilen sütü Sığır Yetiştiricileri Birliği Kooperatifi’ne veriyorlar, şirketlere değil. Oradan da paketletip 2-6 yaş arası çocuklara sahip olan yoksul ailelerin kapısına her gün birer litre süt bırakılıyor. Her sabah birer litre öyle süt bırakılıyor. D çiftçilere dağıtılacak üretim girdilerinin hemen hepsi kooperatiften doğrudan alınıyor. Belediyenin kendisinin yetiştirdiği fideleri çiftçilere dağıtıyor. Onu da kısaca söyleyeyim. Fideyi Kemerburgaz’daki serada üretiyor. Orada ürettiği fideleri çiftçilere bedelsiz olarak dağıtıyor. Fidelerin toprakla buluşturma aşamasında eğitim veriliyor: “Bunu nasıl yetiştireceksin, sağlıklı nasıl yetiştirebilirsin?” Orada elde ettiği ürünü de getiriyor, satıyor. İki tane pazar yeri gösterilmiş. Ücretsiz ve aracısız bir biçimde tüketici ile buluşturuyor çiftçiler.  Ve Türkiye genelinde üretim yapan kooperatifler de gelip ürünlerini burada satabiliyor. Bu amaçla Türkiye genelinden gelen kooperatiflere depo yardımı sağlanıyor. Onun dışında 16 tane göleti var İstanbul’un. Dokuz tanesini ıslah edildi. Sular tarla başına kadar; herkesin tarlasının başına kadar getirilmiş, 14 bin dekar araziye. Ve su bedeli alınmıyor. Arazinin içerisinde damlama sulama sistemi bedelsiz olarak yapılmış. Dolayısıyla su kaybı da olmuyor. Yine 1600 tane kıyı ve olta balıkçısına kıyafet ve kayıklarının malzemelerini, ihtiyaç duydukları malzemeleri, bakım malzemelerini sağlanmış. Yani aklıma gelebilen bunlar, daha çok tabii yapılan işler. Mesela bu sene 235 bin aileye birer kiloluk konserve kavurma dağıtıldı. Evlerine hiç et girmeyenlere konserve kavurma dağıtıldı. En son tohum Bankası denilen aslında yerel tohum toplama ve muhafaza merkezi denilen kurumun temeli atıldı. İstenirse o kötü yasanın iyi tarafından yakalanıp örnek teşkil edecek işler yapılması, bunun üzerine yeni politikalar geliştirilmesi mümkün. Onun için açıkladım bunu.

 

Canberk Gürer: Bunun tüm Türkiye’de yapılması da mümkün.

 

Abdullah Aysu: Mümkün tabii. Büyükşehirlerin hepsinde bunu yapmak mümkün. Tabii bu tercih meselesi, politik tercih meselesi.

1988 yılında Ankara’da doğdu. Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi Maliye Bölümü’nden 2011 yılında mezun oldu. Ankara Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Maliye (Kamu Ekonomisi) Anabilim Dalı’ndan 2017 yılında yüksek lisans derecesini aldı; doktora eğitimine devam etmektedir. SBF’de araştırma görevlisi olarak görev yapmakta iken 7 Şubat 2017’de barış imzacısı olması gerekçesiyle kamu görevinden ihraç edildi. Mülkiyeliler Birliği Vakfı Yönetim Kurulu üyesi ve Ankara Üniversitesi İletişim Fakültesi Radyo, Televizyon ve Sinema bölümü öğrencisidir.

1995 yılında Türkiye’nin Van kentinde doğdu. İstanbul’da yaşamakta. Erciyes Üniversitesi Radyo TV ve Sinema Bölümü 2020 mezunu. İşçi hareketi ve kent sorunları hakkında fotoğraf, video ve belgesel alanında üretimler yapmakta. Bu sorunlara dair çözüm önerileri üretmeye çalışmakta.

Ankara’da yaşayan, insan hakları aktivisti bir trans kadın. Marmara Üniversitesi Siyaset Bilimi ve Uluslararası İlişkiler Bölümü’nden mezun olduktan sonra İtalya’da, Bologna Üniversitesi’nde Doğu Avrupa Etütleri yüksek lisans programına devam etti. 2005 yılından bu yana LGBTİ+ hareketi içerisinde yer alıyor. Seks işçiliği yaparak ve şu anda Pembe Hayat Derneği’nde Genel Koordinatör olarak çalışarak geçimini sağlıyor. Uluslararası savunuculuk alanında, özellikle Batı Balkanlar’da tanınan bir aktivist.

1954 yılında Ankara’da doğmuştur. Çiftçilik ile uğraşan bir ailenin sekiz çocuğundan birisidir. 5 yıllık eğitimini aldığı zirai öğrenim de dâhil 45 yıldır tarımla uğraşmaktadır. Tarım Bakanlığı’nda yedi yılı aşkın süre çalışmış, 12 Eylül 1980’den sonra bakanlıktan ayrılmak durumunda kalmıştır. Türkiye Ziraatçılar Derneği İstanbul Şube Başkanlığı, Türkiye Tarımcılar Vakfı Genel Başkanlığı yaptı. Hububat Üreticileri Sendikası (HUBUBAT-SEN) Genel Başkanlığı, Çiftçi Sendikaları Konfederasyonu (ÇİFTÇİ-SEN) kurucu genel başkanlığı yaptı. İktisat fakültesi mezunudur. Çeşitli uluslararası konferanslarda tarım, gıda ve ekoloji üzerine sunumlar yaptı. Türkiye’de Tarım Politikaları (2001), Tarladan Sofraya Tarım (2002), Avrupa Birliği ve Tarım (2006), Küreselleşme ve Tarım (2008), Topraksızlar 25 Yaşında (2010) Modern Dünya’da Tarım ve Özgürlük (2018) adlı kitapların yazarıdır. Birgün gazetesi, Bianet, Özgür Gündem ve karasaban.net’te tarım, gıda ve ekoloji üzerine yazıları yayımlanmıştır. Halen Yeni Yaşam gazetesinde haftalık tarım ve ekoloji yazıları yazmaktadır.

©2021  blog.insanhaklariokulu.org.
Tüm hakları saklıdır.

web tasarım: mare.design

E-bültenimize abone olarak duyurularımızdan haberdar olabilirsiniz.

Yayınlanan yazıların içerikleri sadece yazarların sorumluluğu altındadır ve Hollanda Büyükelçiliği ve /veya KAGED’in görüşlerini yansıtmak zorunda değildir.