Yurttaştan Sonra Kim Gelecek?*

Bildiğimiz anlamda yurttaşlık tanımlarını, dönemselleştirmelerini, kavramsal çerçevelerini aynı anda hem hoşgörüyle içerir gibi görünen hem hiçbir şey olmamış gibi aşan, hem de hoşgörüsüzlükle daraltan bir iklimde yaşıyoruz. İçerir gibi görünen; çünkü bazı yurttaşlık pratiklerine belki de onları halâ bir simülasyon gibi deneyimleyecek şekilde sahip gibiyiz. Aşan; çünkü yurttaşlık, girişimciliğin başarısına indirgenerek geleneksel sınırları aşındırmakta. Daraltan; çünkü, girişimcilik ve insanın siyasal varlığı arasındaki gerilim, kavramı her geçen gün daha fazla zorlamakta. Günün sonunda yurttaş olarak mevcut durumda neye sahipsek, bunun her açıdan oldukça paradoksal ve yeni, hatta sürekli yeni bir deneyim olduğunu, anlaşılmaya muhtaç olduğunu söyleyebiliriz. Peki yurttaşlığı bugün hangi duygu ve düşüncelerle ilişkilendiriyoruz?

 

Siyaset felsefesine sorsak, Antik Yunan’dan neoliberalizme doğru insanın siyasal varlığı (homo politicus) ve ekonomik varlığı (homo oeconomicus) arasında tersine bir gidişat olduğunu bize söyler. Antik Yunan’da bir yurttaşı yurttaş yapan siyasal varlığıydı; Sokrates polis dışında bir varoluş imkânı görmediği için ölüm cezasını kabul etmişti ve bu varlık Aristoteles’ten öğrendiğimiz şekliyle insanın ekonomik varlığından her açıdan daha esas ve üstün olarak konumlandırılmaktaydı. Örneğin, polise baktığımızda, başlangıçta başat olan biçimin homo-politicus olduğunu görüyoruz, çünkü poliste insan, Aristoteles’in meşhur sözünün de belirttiği gibi, doğası gereği polis içinde yaşamaya yazgılı bir hayvandı. Varoluşunu polis dışında görmeyen insan, siyasi doğasının kaynağı olan insana özgü kapasiteleri, bir araya gelme, konuşma, yasa, eylem, ahlaki yargı ve etik kapasiteleri polis içinde gerçekleştirirdi. Aristoteles, Politika’nın daha ilk kitabında servet edinmeyi siyasetle değil de, hane ile ilişkilendirmiş, siyaset ve servetin hiçbir şekilde beraber düşünülemeyeceğini belirlemiş ve sınırsız servet edinimini oldukça sert bir şekilde eleştirerek homo-oeconomicus’u sapkın ilan etmişti (Aristoteles, 2019: 7-36). Gel zaman git zaman, Antik Yunan’dan Roma’ya doğru, Aristoteles’ten Cicero’ya doğru, homo politicus, homo legalis’e dönüştü, modern siyasi düşüncede homo legalis egemenlik ile donatıldı, liberalizm bu yasal insanı sonsuz çıkar etrafında tasarlamaya çalışırken yine de insanın siyasal varlığına özerk bir alan bıraktı, yeni-liberalizm/sosyal-liberalizm çıkarın neden olduğu adaletsizliğe şifa sağlamaya çalıştı, neoliberalizm ise liberalizmi tamamen başka koordinatlara sahip olacak şekilde yeniden icat etti. (Dardot ve Laval, 2018: 126-138). Antik Yunan’ın tam tersi bir istikamette, neoliberalizmde insanın ekonomik varlığının siyasal varlığını alt ettiğini söyleyebiliriz – her ne kadar bu siyasal varlık hiçbir zaman tam olarak sönümlenmese de. Artık homo-oeconomicus her şeyken, homo politicus kayıp bir kıta gibi ya da nostaljik bir kavrammışçasına anımsanmakta, bir görünüp bir kaybolmaktadır.

 

Neoliberalizm ve yurttaşlık ikilisini beraber düşünmek, siyasallık ve şirket mantığını yan yana düşünmek ne kadar zorsa o kadar zor. İki kavram birbirini menteşelerinden sökmek için tasarlanmış sanki. Neoliberalizm, piyasa mantığı derken, yurttaşlık siyasallığı zorluyor; yurttaşlık, özgürlükleri siyasal zeminde kurmaya çalışırken, neoliberalizm özgürlüğü siyasallıktan azade kılmaya çalışıyor. Yurttaş-özne siyasi bir varlıktan ekonomik bir varlığa dönüştüğünde, “özgürlüğün egemenlikte yatan temelleri sökülüp atılmakta”, “yurttaşlık ayırt edici siyasi morfolojisini” kaybetmektedir (Brown, 2018: 126-127). Neoliberalizmin insanının hayatının her alanı, piyasa değerleriyle doldurulmuş ve anlamlandırılmıştır. Neoliberal rasyonalite, piyasa modelini “tüm saha ve faaliyetlere –paranın mevzu olmadığı bölgelere dahi– dağıtıp, insanları en ince ayrıntısına kadar piyasa aktörleri biçiminde” (Brown, 2018: 37) her zaman ve her yerde yapılandırmaktadır. Neoliberalizmin sabit koordinatları yoktur, kaygan bir imleyendir ve bu şekliyle de “kendine özgü bir akıl tarzı, özne üretme tarzı, bir “davranış yönetimi” ve değerlendirme sistemine sahiptir (Brown, 2018: 22). Neoliberalizmde söz konusu olan basitçe her şeyin parasal bir dile tercüme edilmesi değil, piyasa ve şirket rasyonalitesinin hayatın tüm alanlarını, paranın mevzubahis olmadığı alanları dahi bir “girişimci”, “yatırımcı” gözünden görmeye zorlamasıdır (Brown, 2018: 37). Neoliberal rejimin öznesi “kendini optimize etme buyruğuyla, sürekli olarak daha fazla performans gösterme baskısıyla harap olur” (Chul-Han, 2019: 39). Dahası artık “herkes kendinin panoptikonudur” (Chul-Han, 2019: 47); “psikopolitik bir yönlendirmeye” durmaksızın maruz kalır ve yalnızca “kendini sömüren bir kendilik girişimcisidir” (Chul-Han, 2019: 35).

 

Mevcut günlük hayat deneyimimiz, hepimiz hakkında oluşturulan bir yığın halindeki veriye veri eklenmesi süreciyle akıp gidiyor. Hem bizler bu yığına kendimiz hakkında bilgi vererek katkıda bulunuyoruz, hem de uygulamaların seçimlerimiz üzerinden yaptığı veri analizi sayesinde gelecekteki tüketim seçimlerimizi belirleyecek ve yönlendirecek veriler bu veri yığınını büyütüyor ama asla tamamlanmıyor; durmaksızın değişiyor, değişiyor, değişiyor… Biz özgür seçimler yaptığımızı zannederken aslında bir şekilde geçmiş tercihlerimizin hesaplanması sonucunda yönlendiriliyoruz. Örneğin, güya kendi seçtiğimiz şarkıları dinlemek için kullandığımız aplikasyonlar, bir şekilde aslında yönlendirmeden kaçamadığımız, “insanların aynılaşmasının arttığı” (Chul-Han, 2019: 81), bir veri madenciliği ürünüdür. Her zaman bizim seçimimize “önerilen” bir şeyler bulunur. Olaylar ve tekillik ihtimalinin ortadan kalktığı, her türden özneleştirme tekniğine ve psikolojileştirmeye maruz kaldığımız bu neoliberal düzende, siyasal varlığımıza ne olduğunu sorduğumuzda, kendi kendinin etrafında dönen bir çeşit patinaja yakalanmış olduğumuzu söyleyebiliyoruz (Salman, 2021).

 

Bu patinaj hali bizi yurttaşlık kavramını tam da şimdi yeniden düşünmeye çağırıyor. Bugünün bir görünüp bir kaybolan yurttaşlık deneyimi hakkında nasıl bir duruş sergileyeceğiz? İlk akla gelen tavır, önceye dönmeye yönelik güçlü bir çağrı yapmak olabilir mesela. İnsanın hayatının her alanının bir girişimci gibi yaşamaya zorlandığı bir evrede, portföylerinizi bir kenara bırakın ve siyasal eylem kapasitenizi yeniden hatırlayın gibi bir çağrı ne kadar etkili olabilir? Aristotelesvari bir tavırla “siyasal varlık her şeyden üstündür, her ne kadar hayat finansallaşsa da buna direnerek, yurttaşlığım/siyasal varlığım onurumdur” tavrını sergilemeye çağrı, bugünün dünyasında ne kadar gerçekçi olabilir ki? Liberalizm içerisinden düşünsek dahi gerçekçi olamaz. Çünkü liberalizmde devletin insanın refahını ve esenliğini dikkate alan ve önceleyen bir tavrı en azından Locke gibi klasik düşünürler cephesinde hâlâ iş başındaydı. Oysa ki neoliberalizm Foucault’nun daha şafağındayken tespit ettiği ve mevcut düşünürler için ilham olan derslerinde söylediği gibi tamamen yeni bir yönetim rasyonalitesidir (Foucault: 2015).

 

İkinci bir tavır, geriye dönüşe çağrı değil de, yurttaşlığa alan açmayan mevcut durumun toptan reddi olabilir. Bütün bu hayat deneyimini reddetmeyi, sessizleşmeyi, dışarıda kalmayı mı önermeliyiz? Her ne kadar neoliberalizmde özgürlük bir çeşit kendine mahkûmiyet gibi yaşansa da, yine özgürlük deneyiminin kendisi bir simülasyon olsa da, tahakkümün Janus yüzü olarak var olsa da hâlâ var. “Bu deneyimden feragat etmeliyiz ve mutlak bir reddediş içerisinde mevcut toplum düzeninin çeperinde ve hatta dışında yaşamalıyız” gibi bir tavır alınarak insanın siyasal varlığının yeniden kazanılacağına dair inanç yeni bir paradoksu işaret etmeyecek midir? Siyasallığın imkânı muhtelif bir kolektivite ile ancak düşünülebilecekken, zaten kendi kendine efendi olarak kendini köleleştirmiş insan, böylelikle bu sefer de kendi kendini yalnızlıkla cezalandırmış olmaz mı?

 

Üçüncü bir tavır tam da bu mevcut durum içerisinde, mevcut durumun koordinatlarını ve zayıf halkalarını hedef alacak bir tavır olabilir. Bu tavrı nasıl seferber edebiliriz? Belki de deneyimin ortaklığının altını çizerek. İçinde bulunduğumuz durum, yurttaşlığın bir siyasal imkân alanı olarak artık çok daha fazla bir şey vaat etmeyen bir krizde olduğuna işaret ediyor. Ama bu kriz halinin kendisinin deneyimi, herkes için ve her yerde ortak bir deneyim değil midir? Geleceğin dahi veri hesaplamalarıyla zapturapt altına alınmaya çalıştığı bir momentte, geleceği yaratma gücünün kendisinin bu deneyimde ortaklaşanların elinde hâlâ mevcut olduğunu hatırlamak, tek tek deneyimlerin aslında ortak bir deneyime karşılık geldiğini fark etmek bir başlangıç noktası sunabilir. Balibar’ın etraflıca gösterdiği gibi, yurttaşlık konusunda zaten tarihin hiçbir evresinde statu quo diye bir şey mevzubahis olmamıştır (Balibar, 2016: 139). Yurttaşlık her zaman tanımı dahilinde “başka türden olma imkânını” uzaklarda değil, tam da içsel geriliminin orta yerinde barındırmaktadır.

 

Yurttaştan sonra kim gelecek? Yurttaş. Başka bir veçhesiyle ama tarih boyu nasıl dönüştüyse o şekilde dönüşerek ve hem tanıdık hem de yepyeni bir kavram olarak. Sadece henüz tam olarak bu yurttaşı tanımıyoruz ama geleceği şekillendirme gücüne sahip olduğumuzu biliyoruz ve daha da önemlisi deneyimliyoruz.

 

*Bu başlık Jean-Luc Nancy, Eduardo Cadava ve Peter Conor’ın editörlüğünü yaptığı Who Comes After the Subject [Özneden Sonra Kim Gelecek] kitabına referansla seçilmiştir. Öznelliğin krizde olduğu bir zamanda, zamanının önemli düşünürlerini özne üzerine yeniden düşünmeye davet eden bu derleme, yurttaşlığın derin bir krizde olduğu ve siyasal olanaklarıyla bu duruma direnmeye çalıştığı günümüz ikliminde yurttaşlığın yeniden düşünülmesi ihtiyacına selam durur gibi görünmektedir.
 

Kaynakça

Aristoteles, Politika, çev. Mete Tunçay, İstanbul: Remzi Kitabevi, 2019, 21. Baskı.

Balibar, Etienne, Yurttaşlık, çev. Murat Erşen. İstanbul: Monokl, 2016.

Brown, Wendy, Halkın Çözülüşü: Neoliberalizmin Sinsi Devrimi, çev. Barış Engin Aksoy, İstanbul:Metis, 2018.

Chul Han, Byong, Psikopolitika: Neoliberalizm ve Yeni İktidar Teknikleri, çev. Haluk Barışcan. İstanbul: Metis, 2019.

Dardot, Pierre ve Laval, Christian, Dünyanın Yeni Aklı: Neoliberal Toplum Üzerine Deneme, çev. Işık Ergüden, İstanbul: İstanbul Bilgi Üniversitesi Yayınları, 2018, 2. Baskı.

Foucault, Michel, Biyopolitikanın Doğuşu: Collège de France Dersleri: 1978-1979, çev. Alican Tayla, İstanbul: İstanbul Bilgi Üniversitesi Yayınları, 2015.

Nancy, Jean-Luc, Cadava Eduardo & Conor Peter, Who Comes After the Subject, London: Routledge, 1991.

Salman, Gülben, “Eşit Şahitlik/ Özgür Tanıklık: Gelmekte Olan Yurttaşlık”, Cogito, Sayı 102, Yaz 2021. s. 74-87.

ODTÜ Felsefe Bölümü’nden Lisans, Leuven Üniversitesi Felsefe Enstitüsü’nden Yüksek Lisans, Ankara Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Felsefe Tarihi Anabilim Dalı’ndan Doktora derecelerini almıştır. Araştırma görevlisi olarak çalışmaya başladığı DTCF Felsefe Tarihi Kürsüsü’nde halen öğretim üyesi olarak görev yapmaya devam etmektedir. Fenomenoloji, Siyaset Felsefesi, Çağdaş Fransız Felsefesi alanlarında yayınlanmış makaleleri bulunmaktadır. Tanıdık ve Yeni: Nietzsche’de Aşırılık, Yaşam, Kendilik kitabınının ediyörlüğünü Toros Güneş Esgün ile birlikle yapmıştır. Jacques Derrida’nın Ses ve Fenomen: Husserl Fenomenolojisinde Gösterge Problemine Giriş isimli kitabının çevirmenlerinden biridir.

©2021  blog.insanhaklariokulu.org.
Tüm hakları saklıdır.

web tasarım: mare.design

E-bültenimize abone olarak duyurularımızdan haberdar olabilirsiniz.

Yayınlanan yazıların içerikleri sadece yazarların sorumluluğu altındadır ve Hollanda Büyükelçiliği ve /veya KAGED’in görüşlerini yansıtmak zorunda değildir.