Ne kadar ağır değil mi
Bir tüyü kaldırmak
…..
Bir hacıyatmaz noktası var omurgamda
Vuruyorlar savruluyorum
Ama düşmüyorum nispet gibi
sil baştan başlıyor hayat
bir ileri bir geri[1]
Ümit Bektaş’ın 23 Mart akşamı Saraçhane’de çektiği yukarıdaki fotoğrafa baktıkça bakıyorum. Şiir gibi diyorum sürekli, katman katman, her okuduğunda başka hakikat… Bir şiir de dolanıyor içimde, bulamıyorum. Kitaplığa bakmamla hah diyorum, Karin Karakaşlı, Tüy…
Vurulduğumuz onca nokta, savrulduğumuz onca yer. Sonra bir inatla ve sebatla kalkıp bir semazen gibi dönmeye devam edişimiz, aynı eksende, en azından yerimizi kaybetmemek için. Semazenin içinden geçtiğimiz dönemde direnişin simgesi olmasından daha sembolik ne olabilir… Bugünü yaşama kültüründe bencilliği övmeye sıkıştırılan tasavvufun, dayatılan bendi aşıp da biber gazının ve copların ortasında kendini göstermesinden daha anlamlı ne anlatabilir; 19 Mart’ta başlamayan, zaten nicedir devam eden halimizi…
Küresel olarak kurumsallaşmış bir kötülük dönemindeyiz. Gezi’yle şimdiden yapılan benzetmelere ve karşılaştırmalara karşıyım ama bir dönem farkı olarak en azından bunu da koymak gerekir diyorum. O zamanla olan fark kötülük değil elbette, kötülüğün küresel bağlamda kurumsallaşması: yönetimde, yargıda, medyada ve gündelik hayatta. Bu öyle bir kurumsallaşma ki, toplumsal hayatta barışı inşa etmekten bahsettiğimizde, muhaliflerin de önemli bir kısmının yine raflardan eski “şimdi onun sırası mı?” kitaplarını indirdiği. Velvele’deki son postlardan birini gördünüz mü mesela? “Sadece polisten değil, sizden de korkuyorum”.
Kötülük kavramını afaki bir sıfat olarak kullanmıyorum; karşına da tam bu postta açıkça yazılanlar yüzünden “biz çok iyiyiz”i filan da yerleştirmeyeceğim. Üstelik ne iyiliğin ne de kötülüğün ne bireysel ne de kollektif sıfatlar olacağı fikrindeyim. Bahsettiğim kötülük yapısal bir cezasızlık ve yerleşik bir arsızlık. Ve biz bu dönemde bir yandan barışı kurabilir miyiz’i tartışıyoruz, bir yandan en temel haklarımız için sokaklardayız.
Alana inen barışçıl protestolara ya da çatışmanın doğrudan tarafı olan Kürt hareketine “doğru yolu” gösteren bir kibirli parmağa ihtiyaç yok. Eğer kendi kaderini tayin hakkını ilkesel olarak benimsiyorsak, her mücadele kendi duruşumuzun ilkelerini taşımak zorunda değil. Ama her nerede duruyorsak, kurumsal kötülüğe karşı en önemli aracımız olan eleştirel aklımızı muhafaza etmemiz ve korumamız gerekir diye düşünüyorum. Kaybettiğimiz veya ihlal edilen haklarımızı bindirildiğimiz tahterevalli üzerinde değerlendirirsek, mücadele içinde yeniden yükselen “kurtuluş yok tek başına, ya hep beraber ya hiçbirimiz”e eşitliği yerleştir(e)mezsek yolumuz yine kayba çıkar benim endişem.
Toplumsal hayatta dibi tanımlayan bu kurumsal cezasızlık ve arsızlık dönemine denk gelen barış arayışı ve hak mücadelesi belki de tam bu denk gelişi nedeniyle yersiz olmayan bir umudun taşıyıcısı. Daha evvel yapılan “halının altına süpürelim şimdilik”ten vazgeçme olanağı.
Elbette silahların bırakılması toplumsal barışın inşası için müthiş bir zemin, ama otoriter bir rejimde barışı kurarken özneyi aktif kılacak bir yasal ve toplumsal zemine ihtiyacımız olduğunu konuşmazsak, kurmaya çalışmazsak, bir kez daha geçmişten aynı dersi almış olacağız.
Tam da bu nedenle 19 Mart’tan beri elbette anayasal haklarını kullanan halk şahane; lakin bu tepki tam da halk eşitlik üzerinden kurulmadığı için ilk kayyım atandığında verilmedi; o ilk kayyım şimdi Kürtlere parmak sallayanların yok saymasıyla atandı. İlk kaybı yaşadığımız yeri beraber mimlemezsek “kurtuluş yok tek başına” derken toplumsal barışın inşasında kurucu bir gerçeği halının altına süpürmüş olacağız.
Gençler ümit veriyor; elbette. Ama protestoların rengi kırmızı, milliyetçi bir dil hâkim sokaklara; taraflar düşünüldüğünde anlaşılır bir yanı da var; lakin LGBTİ+’lar yukarıdaki postta açıkça ifade edilen tedirginliği yaşıyorsa sokağa çıkarken, milliyetçilik ve toplumsal cinsiyet ilişkisinde LGBTİ+’ların hem geleneksel olarak hem de günümüzde konumlandırıldığı yeri unutmamız yine “hep beraber” kurabileceğimiz toplumsal barışı zedeleyen bir süpürme eyleminden öteye gitmeyecektir.
Bunları söylediğimde yükselen mücadelenin altını oyduğumu değil, mücadele devam ederken gelen eleştirinin yapıcı ve güçlendirici olduğunu, tarafgirliğimizin yoldan çıkmayan esnekliğinin, birbirimize çağrışımlarımızın anlamlılığını, sokakta haklı bir mücadelede eziyete uğrayan, evleri basılan, dayak yiyen, gözaltında çıplak aramaya maruz kalan ve yine de yılmadan yürüyen gençlerin geleceğine borçlu olduğumuzu düşünüyorum.
Ümit Bektaş’ın fotoğrafına geri döneyim ve yazının başına. Nicedir böyleyiz. Kadınlar, lubunyalar, bastırılan her ses, eşitliğin peşinde ömür tüketen tüm “biz”.
Bir semazen gibi sebatla dururken ve bu dünyada varlığımızı var kılmak için dönerken eksenimizde, eşitlikten ne anladığımızı, dönen eteğimizin altında ne sakladığımızı düşünerek, yüzümüze vuran biber gazında parlayan gökkuşağını, kendimize sardığımız kollarımızla bir kılarak…
ne kadar ağır değil mi, bir tüyü kaldırmak…
[1] Karin Karakaşlı, Kenar Süsü, Aras Yayıncılık, s.228.
* Bu yazı ilk olarak 25.03.2025 tarihinde Yıldız Tar İçin Gazetecilik İçin dayanışma kampanyası kapsamında KaosGL haber sitesinde yayınlanmıştır.
GÖRSEL: ÜMİT BEKTAŞ/REUTERS
Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi Uluslararası İlişkiler Bölümü’nden Şubat 2017’de barış imzacısı olması sebebiyle ihraç edildi. İnsan Hakları Okulu Derneği'nde çalışıyor; milliyetçilik, azınlık meseleleri ve barış çalışmaları üzerine araştırmaya, yazmaya devam ediyor.
-
Elçin Aktoprakhttps://blog.insanhaklariokulu.org/yazar/elcinaktoprak/Ekim 8, 2023