İlk kez 1996 yılında siyasi partiler hukuku-parti yasaklarını çalışmaya başladım. Kısa süre sonra RP (Refah Partisi) hakkında kapatma davası açıldı ve parti kapatıldı.[1] Sonrasında, dönemin İslamcı ve Kürt siyasal hareketini temsil eden partileri de kapatma davalarıyla yüz yüze kaldı. İktidar partisi AKP (Adalet ve Kalkınma Partisi) 2008’de kapatılmaktan kıl payı kurtuldu, ona farklı bir yaptırım uygulandı.[2] HDP (Halkların Demokratik Partisi) davası ise bu satırların yazıldığı 2022 yazında devam ediyor.
Yıllar içinde konu hakkındaki gelişmeleri aynı istekle takip etmeyi bıraksam da yasaklar ya da yasaklama ihtimali ülke gündeminden hiç düşmedi. Türkiye, çağdaşı olan demokrasilerle karşılaştırılmayacak ölçüde yasakçı ve kıyıcı bir deneyim yaşadı ve on yıllar içinde ülke kapatılmış parti mezarlığına dönüştü. Partilerle ilgili birtakım sınırlayıcı düzenleme, yasak ve yaptırımlar Türkiye’ye özgü değil kuşkusuz, ancak hiçbir demokratik ülkenin hukuku ve yargısı böyle yok edici bir yol izlemedi. Çünkü hiçbir ülke, siyasi açmazlarının çözümünü Türkiye’de alışılageldiği ölçüde yargıya havale etmedi, Almanya ve İspanya gibi kendilerini bazı siyasi hareketler karşısında zaman zaman çaresiz hisseden ülkeler dahi bu denli yasakçı bir tutum benimsemedi.
Hukuk ve siyaset (hem pratik ve güncel anlamıyla hem de bir bilim dalı olarak) çoğu zaman ve nitelikleri gereğince iç içe geçen, birini layıkıyla kavrayabilmek için diğerinden haberdar olunması gereken disiplinler. Hukukun ya da onun görünürdeki/kâğıt üzerindeki formu olan ‘normun’ tarihle, toplumsal gelişmelerle, güncel siyasi çekişmelerle bir ilişkisi var, ancak ikisinin özgül yanları da söz konusu. Bu nedenle hukuksal bir tartışmayı bir yandan o özgül nitelikleri yok saymadan kendi kavram seti içinde, diğer yandan muhtelif değişkenlerin belirlediği bir olgu ve bir bütünün parçası olarak görüp ele almak gerekiyor. İşte siyasi partiler hukuku ve parti yasakları, hukuk-siyaset ilişkisinin gerek teorik gerekse güncel boyutuyla hemhal. Bir parti hakkında açılan davayı, içinde siyaset ve toplum olan diğer dava konuları gibi salt teknik hukuksal bir sorunmuş gibi ele almak mümkün değil. Ortada bir anayasal ve yasal ilke, birilerinin delil olarak sunulan söz ve eylemi varsa, hâkim adı verilen ve önündeki vaka karşısında bağımsız-yansız olduğu varsayılan bir yurttaş, umulur ki birden çok kaynaktan-içtihattan yararlanıp o konuşma ya da eylemin ilgili ilke-kurala aykırılık teşkil edip etmeyeceğine karar verecekse, bu durum yalnızca bir hukuksal yorum faaliyeti olarak değerlendirilemez. Hal böyleyken kapatma davaları hem geniş hem dar anlamıyla hukukun ve sonunda siyasetin konusudur. Eğer bu denli somut bir gerçek ihmal edilirse, nedeni siyasal-toplumsal olan tarihsel düğümlerin çözümü mahkemelere havale edilmiş olur, Türkiye’de sık yaşandığı ve ne yazık ki yaygın biçimde benimsendiği gibi. Oysa herhangi bir yerde herhangi bir siyasal sorun, hâkimler tarafından çözülemez, ötelenebilir; sorunun taraflarına çeşitli yaptırımlar uygulanabilir, sorunun bir süre üzeri örtülebilir, ancak o sorun orada var olmaya devam eder.[3]
Kapatma davaları ve HDP hakkında açılan dava üzerine bir yazıda konunun tarihinden söz etmek iyi olur, çünkü asıl mesele davaların anlam ve işlevini kavrayabilmekte. Bunun için de “Siyasi parti nedir?”, “Yasaklar neden gündeme geldi?” gibi temel bazı sorulara kısa yanıtlar vermek gerekiyor.[4]
Siyasi partiler 18. yüzyıl sonu 19. yüzyılın başlarında parlamentolardaki bölgesel (1789 Devrimi’nin ardından bir kahvede toplanmaya başlayan Breton milletvekillerinin sonrasında Breton Kulübü’nü oluşturmaları gibi) ve bir siyasi görüş çevresinde yandaş üye toplulukları (İngiltere’deki Whigler ve Toryler gibi) biçiminde doğup 19.yüzyıldaki işçi hareketlerinin (örneğin Chartist Hareket gibi), genel oyun yaygınlaşmasının ve dolaylı da olsa sosyalist düşüncenin etkisiyle günümüzdeki örgütlenme yapısına kavuştu. Sosyalist düşünce ve eylemin en önemli katkısı örgütlenme bilincini yeşertmesi ve sosyalist parti örgütlenmesini yaratması oldu. Sendikaları ihmal etmemeli kuşkusuz; bazı sosyalist partiler (en klasik örneği İngiliz İşçi Partisi’dir) sendikalarca yaratılmıştı.[5]
Yaşadığımız toprakta siyasi parti nüvesi sayılacak gruplaşmalar Osmanlı İmparatorluğu’nda 1830’larda gayrimüslim uyruklarca “siyasi nitelikte dernekler” şeklinde kurulmuştu ve başat amaçları bağımsızlıktı. Müslüman Türkler tarafından kurulan ilk gizli dernek ise 1859’da faaliyete başlayıp kısa süre yaşayabilmiş Fedailer Cemiyeti’ydi. 1860’larda tohumları atılıp 1895’te ismine kavuşan, 19. ve 20. yüzyılın ilk çeyreğine damgasını vurmuş İttihat ve Terakki ise hiç kuşkusuz İmparatorluk’taki en etkili cemiyet oldu. 1900’lerle birlikte muhalif cemiyet ve fırkalar kurulmuş olsa da İmparatorluk’ta dernek kurma özgürlüğü II. Meşrutiyet’in ardından yapılan kapsamlı anayasa değişiklikleri ve 1909’da çıkarılan Cemiyetler Kanunu ile tanınmış, asıl canlanma bu tarihten sonra görülmüştür.[6]
Siyasal partiler 20. yüzyıl başlarında günümüzdeki örgütlenme biçimi ve işlevlerine büyük ölçüde kavuşmuştu. Bugün tartışılan biçimiyle yasaklarla tanışmalarıysa II. Dünya Savaşı’nın ardından gerçekleşti. Yaklaşık bir yüzyılda demokratik siyasal sistem için giderek daha vazgeçilmez hale gelen partilerin, belli koşullarda yasaklanmalarının da gerekebileceğinin kabulü, faşizmin, özellikle Almanya’daki Nasyonal Sosyalist Parti (Nazi) deneyiminin sonucu. İtalya’da Mussolini’nin iktidara gelişi her ne kadar Almanya’daki gibi seçimle olmasa da faşistler iktidara gelince Almanya’da olduğu gibi diğer partileri yasaklamıştı.
II. Dünya Savaşı ardından demokratik sistemlerin partilere anayasal-yasal düzeyde yer vermelerinin kökeninde bu deneyimler var. Federal Almanya, Fransa, İtalya, Portekiz, Yunanistan gibi ülkeler partilere kurumsal düzeyde anayasal güvence sağlamayı tercih etti. Partiler Anglo-Sakson gelenekte seçim sürecinin ve parlamento hukukunun konusu olurken; Belçika, Danimarka, Lüksemburg, Hollanda gibi ülkeler, anayasalarında yer vermedikleri partilere tamamen ilgisiz kalmayarak partileri yasa düzeyinde hukuk sistemlerine dâhil ettiler. Rusya ve eski Doğu Bloku ülkeleri de yeni anayasal düzenlerine geçerken siyasi partilerin siyasal rejim için önemlerini vurgulamayı ihmal etmedi.
Görüldüğü gibi çoğu ülke siyasi partilere anayasal-yasal düzeyde yer veriyor. Buna mukabil yasaklama konusunda (Türkiye’yi de ilgilendirmesi açısından) anlamlı örnekler, özellikle Almanya ve İspanya’dan verilebilir. Yukarıda da belirtildiği gibi özellikle Nazi deneyimi, Anayasası’nda yalnızca “faşist partinin yeniden kurulamayacağını” (Geçici 12. madde) hükme bağlayan İtalya’dan farklı olarak Almanya’yı, sınırlamada daha belirgin bir düzenlemeye yöneltti. Alman Anayasası’nın (Temel Yasa) 21. maddesi, ilk fıkrasında partilerin demokratik siyasal yaşam açısından önemini vurgulayıp maddi kaynak bakımından açıklıklarını sağladıktan sonra, ikinci fıkrasında ‘demokratik rejimi ve Federal Alman Cumhuriyeti’nin varlığını’ tehlikeye düşürmeye yönelen partilerin Anayasa’ya aykırı olacağını ve bu aykırılığa Federal Anayasa Mahkemesi’nin karar vereceğini hükme bağladı. Almanya’da bu açık yasağa dayanarak iki parti kapatıldı. Irkçı Sosyalist Devlet Partisi ve Alman Komünist Partisi hakkında 1951 yılında dava açıldı. Irkçı Sosyalist Devlet Partisi hiç duraksamadan 1952, Alman Komünist Partisi ise dört yıl sonra kapatıldı. Alman Komünist Partisi’nin kapatılmasına gerekçe olan “proletarya diktatörlüğü” kavramı/hedefine ilişkin sorun 1959 Bad Godesberg’te ve sonrasındaki yıllar boyunca Avrupa’da yaygınlaşan yeni komünizm anlayışıyla çözüme kavuştu ve o gün bu gündür bir başka parti kapatılmadı.
Alman Anayasa Mahkemesi bu davalarda, bir yorum ilkesi olarak “mücadeleci/militan demokrasi” kavramına başvurmuştu. Buna göre, hiçbir demokratik siyasal düzen demokrasiyi yıkmak için girişilen faaliyetlere izin vermez; ortadan kaldırılmaya yönelik somut bir tehlikenin varlığı bir partinin kapatılması için gerekli ve yeterlidir.[7] Söz konusu kavram, 1950’lerin sonuyla birlikte, partilerin kapatılması konusundaki temel tartışma konularından biri haline geldi. Partilerin II. Dünya Savaşı sonrasında Batı Avrupa’da, 1961 Anayasası ile Türkiye’de, kamu hukuku konusu olmalarının temel gerekçesi de budur. Bir parti, demokrasinin varlığı için yaşamsal değerdedir, ancak gün gelip o rejimi yıkmaya kalkışırsa buna engel olmak da yine demokrasinin gereğidir. Dolayısıyla, Türkiye’de partilerin 1961 Anayasası ile kamu hukuku konusu oluşu bir yandan “sınırlanıp” diğer yandan “güvenceye kavuşmaları”, gerek Batı’daki eğilime gerekse Demokrat Parti’nin özellikle 1957 seçimlerinin ardından sergilediği baskıcı yönetiminden yılan muhalefet partisi CHP’nin 1950’lerin sonundaki taleplerine uygundu.
Ancak dizginleme/yasaklama konusu Türkiye’de, örnek alınan demokratik düzenlerden farklı bir gelişim çizgisi izledi. Türkiye güvenceden çok yasaklamaya ağırlık verdi ve 1961 Anayasası’ndan (o dönemki 648 sayılı SPK 1965 tarihli) bugüne çok sayıda parti kapatıldı. İddianamelerin, partiler tarafından yapılan savunmaların, AYM kararlarının içeriği, delillerin değerlendirilmesi, kararların sonuçları konusundaki ayrıntılı hukuki değerlendirme ve tartışmalar bir yana, hemen tüm kapatma kararlarının gerekçesi az ya da çok siyasi saiklere dayanıyordu. Dolayısıyla, zaman zaman anlaşılması güç hukuki/teknik tartışmaların konusu olsa da dert hukuksal olmaktan çok siyasiydi. Biraz kabaca genelleme yapmak gerekirse, Türkiye’de devlet yönetimine hâkim olan ideoloji özellikle iki siyasi akımı tehdit olarak algıladı ve neredeyse tüm partilerini kapattı. Tahmin edilebileceği gibi ilki Kürt siyasi hareketinin temsilcileri, ikincisi siyasal İslamcılar. Bu kapsamda olmayan bir-iki sol parti kapatılmış olsa da asıl devlet refleksinin söz konusu iki akıma karşı geliştiğini iddia etmek yanlış olmaz. Örneğin Türkiye İşçi Partisi (TİP) ve Milli Nizam Partisi’nin (MNP) kapatılmaları, hemen 12 Mart Muhtırası’nın ardından gerçekleşmişti. TİP, hayli ironik bir biçimde “bölünmez bütünlük” (Türkçesi, Kürtçülük), MNP ise “laiklik” ilkesine aykırılıktan kapatıldı.[8] İronik olan sosyalist bir partinin, kongresinde Kürt Sorunu’nu gündeme getirdiği için kapatılmasıydı.
1982 Anayasası’nın konuyu düzenleyen 68. ve 69. maddeleri ile bu dönemde çıkarılan ve 2001 anayasa değişikliğine dek (2001 ve 2010’da aşamalı biçimde kaldırılan Geçici 15. Madde nedeniyle) anayasaya aykırılığı ileri sürülemeyen 2820 sayılı Siyasi Partiler Kanunu (SPK) hükümleri, 1961 Anayasası’nın ve 648 sayılı SPK’nin düzenlemelerinden daha yasakçı ve baskıcıdır. Özellikle 68. ve 69. maddelerin değiştirildiği 1995 yılına dek kapatılan partilerin sayısının artmasında, antidemokratik hükümleri şevkle sahiplenen, onları olabildiğince yasakçı bir eğilimle yorumlayan başsavcı ve AYM üyelerinin (karşı oy yazan bir iki üye haricinde) payı görmezden gelinemez. Siyasi partilere siyaseti çok gören bu tutum, 1995 anayasa değişikliklerine dek benzer ve neredeyse kes-yapıştır gerekçelerle çok sayıda partinin kapatılmasına yol açtı.[9]
1995’te Anayasa’nın 68. ve 69. maddeleri değiştirildi (23.7.1995- 4121) ve karmaşık kapatma nedenleri sistematik hale getirilip üç temel kapatma gerekçesi sayılarak tüketildi. Dolayısıyla bu tarihten sonra söz konusu gerekçeler dışında bir partinin kapatılması olanaksız hale geldi.
2001 yılındaki kapsamlı (ve 1982 Anayasası’nda yapılan en demokratik) değişikliklerle, partilere uygulanabilecek yaptırımlara bir ek yapıldı. 69. maddeye yedinci fıkra olarak yapılan ekle Mahkeme’ye, “bir partiye kapatılma gerekçelerinden ilk ikisi nedeniyle, dava konusu fiillerin ağırlığına göre kapatma dışında devlet yardımından kısmen ya da tamamen mahrum bırakma yaptırımı” uygulama yetkisi verilerek, kapatma tek yaptırım türü olmaktan çıkarıldı. Tabii bu durumda “Yabancı devletlerden, uluslararası kuruluşlardan ve Türk uyrukluğunda olmayan gerçek ve tüzel kişilerden maddi yardım alma” (md.69/10) yasağının yaptırımı da kaçınılmaz biçimde “kapatılma” haline geldi. Bir sonraki fıkradaki “Temelli kapatılan bir parti bir başka ad altında kurulamaz” hükmünün içerdiği yasağa aykırı hareket eden partilerin akıbetiyse belirsiz bırakıldı.
1995 değişikliğinin ardından açılan ilk önemli dava dönemin koalisyon ortağı Refah Partisi (RP) hakkındaydı. Bu dava sırasında, davaya bakan mahkeme konumundaki AYM SPK’nin “odak olma” durumunu tanımlayan 103. maddesinin ikinci fıkrasını anayasaya aykırı bularak iptal etmiş ve Parti, laikliğe aykırı eylemleri nedeniyle kapatılmıştı.[10] Ardından aynı siyasi görüşün temsilcisi Fazilet Partisi (FP) benzer gerekçelerle (ve SPK’ye önceki Mahkeme kararının gerekçelerini göz önünde bulundurarak eklenen yeni “odak haline gelme” tanımının da bir kez daha iptal edilmesiyle) kapatıldı.[11]
Bu kapatma davalarında AYM’nin asıl davaya ara vererek inceleyip iki kez iptal ettiği SPK’nin 103/2 maddesinde yer alan “odak hali” kavramı, 2001 yılında Anayasa’nın 69. maddesinde yapılan değişikliklerden birine konu oldu. Odak tanımı, belli ki AYM tarafından bir kez daha iptal edilmesin diye bu kez Anayasa’nın 69. maddesinin altıncı fıkrasına eklendi (3.10.2001- 4709/25). Buna göre, “[b]ir siyasi parti, bu nitelikteki fiiller o partinin üyelerince yoğun bir şekilde işlendiği ve bu durum o partinin büyük kongre veya genel başkan veya merkez karar veya yönetim organları veya Türkiye Büyük Millet Meclisindeki grup genel kurulu veya grup yönetim kurulunca zımnen veya açıkça benimsendiği yahut bu fiiller doğrudan doğruya anılan parti organlarınca kararlılık içinde işlendiği takdirde, söz konusu fiillerin odağı haline gelmiş sayılır.” Ek’in amacı partilerin kapatılmasını daha da zorlaştırmaktı.
1990’lardaki kapatma davaları ve değişikliklerin ardından büyük ilgi toplayan iki dava, 2007 yılında DTP (Demokratik Toplum Partisi) ve 2008’de iktidardaki AKP (Adalet ve Kalkınma Partisi) hakkında açılan davalardır. DTP hakkında dava açan Yargıtay Cumhuriyet Başsavcısı (YCB) Abdurrahman Yalçınkaya’nın iddianamesinde ürkütücü olan, kapatma talebinden çok partililer için tedbir kararları başlığı altında istediği yasaklardı. YCB, DTP’nin bölünmez bütünlüğe aykırı eylemlerin odağı olduğu gerekçesiyle (alışık olunduğu üzere) kapatılmasını, bazı milletvekillerinin üyeliklerinin düşürülmesini ve kapatmaya gerekçe gösterdiği 221 Parti yöneticisiyle yaklaşık 150 bin üyenin başka partiye geçişini, ayrıca dava süresince seçimlere girmelerinin ve partiye üye kayıtlarının engellenmesini talep etti. Neyse ki AYM belli bir siyasal görüş çevresinde toplanmış hemen herkesi hedef alan bu istemi reddetti.[12] Ancak DTP de hemen tümü konuşma ve basın açıklamalarından oluşan “delillerin” değerlendirilmesiyle kapatılmaktan kurtulamadı.[13] Aynı kes-yapıştır hükümle:
Devletin ülkesi ve milletiyle bölünmez bütünlüğünü bozmaya ve PKK terör örgütüne yardım ve destek sağlamaya yönelik eylemlerin işlendiği bir odak haline geldiği sabit olan Demokratik Toplum Partisi’nin Anayasa’nın 68. ve 69. maddeleriyle, 2820 sayılı Siyasi Partiler Yasası’nın 101. ve 103. maddelerine göre kapatılması gerektiği sonucuna varılmıştır.
Şunu da hatırlatmak gerekiyor: 1995 değişikliklerine dek kapatılan partinin milletvekilleri vekilliklerini kaybediyordu. Değişiklikle (84/son) “partisinin temelli kapatılmasına beyan ve eylemleriyle sebep olduğu Anayasa Mahkemesi’nin temelli kapatmaya ilişkin kesin kararında belirtilen milletvekilinin milletvekilliğinin, bu kararın Resmî Gazete’de gerekçeli olarak yayımlandığı tarihte sona ereceği” kabul edildi. İki DTP’li’nin, Ahmet Türk ile Aysel Tuğluk’un milletvekillikleri, gerekçeli karar Resmî Gazete’de yayımlanınca sona erdi. Çok sayıda isimse (md.69/8 gereğince) beş yıl sürecek “parti ile bağ kurma” yaptırımıyla yüz yüze kaldı. Kamuoyunda genellikle ve yanlış olarak “siyaset yasağı” ifadesiyle adlandırılan bu yaptırımın kapsamından ikinci kısımda söz edeceğim.
[1] E.1998/2, K.1998/1, K.G. 09.01.1998, R.G. 22.02.1998-23266.
[2] E.2008/1, K.2008/2, K.G. 30.07.2008, R.G. 24.10.2008-27034.
[3] Yakın tarihli başka ve popüler bir örnek türban yasakları olabilir. Ne Danıştay ve AYM kararları ne üniversitelerin yayınladığı yönetmelikler çare olabildi yasak tartışmasına ve sorun, olması gerektiği düzeyde, siyasetçilerin uzlaşmasıyla, toplumun bu tür yasakları anlamsız bulmasıyla çözülebildi. Sevgili hocam Cem Eroğul derslerinde, düzeyleri birbirinden ayırmanın önemini anlatabilmek için çok güzel örnekler verirdi. Örneğin derdi ki kadın-erkek ilişkisi belli bir aşamadan sonra Medeni Kanun’un konusudur, ancak kadın ve erkek evde tartışırken birbirine kanun okumaz!
[4] Yazının bu kısmı, yıllar önce kaleme aldığım Kronik’ten -bazı değişiklerle- yapacağım uzunca bir alıntıdan oluşacak. Zira konunun tarihine ilişkin söyleyecek pek farklı bir sözüm yok. “Kronik: Devletin Siyasal Partilerle Sınavı: AKP’nin Kapatılma Davası.” A.Ü. SBF Dergisi, 63/2, s. 251 vd.
[5] Siyasal partilerin doğuşu ve parti tipleri açısından en yetkin kaynaklardan biri Duverger’dir: Maurice Duverger (1974) Siyasi Partiler (Ankara: Bilgi Yayınevi, İkinci Baskı, Çeviren: Ergun Özbudun).
[6] Osmanlı ve Türkiye’de siyasal partilerin tarihçesi için başvurulması gereken temel kaynak T. Z. Tunaya’nın eseridir: T. Z. Tunaya (1952), Türkiye’de Siyasi Partiler (İstanbul: Arba Yayınları). Yazarın aynı başlık altında çok kapsamlı çalışması için ayrıca bakınız T. Z. Tunaya (1984), Türkiye’de Siyasal Partiler, C. I İkinci Meşrutiyet Dönemi (İstanbul: Hürriyet Vakfı Yayınları); (1986), Türkiye’de Siyasal Partiler, C. II Mütareke Dönemi (İstanbul: Hürriyet Vakfı Yayınları); (1989), Türkiye’de Siyasal Partiler, C. III İttihat ve Terakki (İstanbul: Hürriyet Vakfı Yayınları).
[7] Konuya ilişkin en değerli kaynak Fazıl Sağlam’ın kitabı: Fazıl Sağlam (1999) Siyasal Partiler Hukukunun Güncel Sorunları (İstanbul: Beta).
[8] TİP Davası: E.1971/3, K.71/3, K.G. 20.7.1971, R.G. 6.1.1972-14064; MNP Davası: 1971/1, K.71/1, K.G. 20.5.1975, R.G. 14.1.1972- 14072.
[9] Örneğin TBKP (Türkiye Birleşik Komünist Partisi) E.1990/1, K.91/1, K.G. 16.7.1991, R.G. 28.1.1992-21125; SP (Sosyalist Parti) E. 1991/2, K. 92/1, K.G. 20.7.1992, R.G. 25.10.1992- 21386; HEP (Halkın Emek Partisi) E. E.1992/1, K.93/1, K.G. 14.7.1993, R.G. 10.8.1993- 21672; DEP (Demokrasi Partisi) E. 1993/3, K.94/2, K.G. 16.6.1994, R.G. 30.6.1994- 21976 gibi…
[10] E.1997/1, K.1998/1, K.G. 16.1.1998, R.G. 22.2.1998-23266.
[11] E.1999/2, K.2001/2, K.G. 22.6.2001, R.G. 5.1.2002- 24631 (Mükerrer).
[12] 28.12.2007 tarihli gazeteler.
[13] E.2007/1, K.2009/4, K.G.11.12.2009, RG. 31.12.2009-27449.
1970’te İstanbul’da doğdu. 1988’de Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi’ne girdi. Yüksek lisans yaparken, 1995 Aralık ayı sonunda Anayasa Kürsüsü asistanı oldu. Yüksek lisans ve doktorasını aynı fakültede, siyaset bilimi alanında yaptı. SBF Anayasa Kürsüsü öğretim üyesiyken 2017 Şubatı’nda Olağanüstü Hal Kanun Hükmünde Kararnamesi’yle görevine son verildi.
-
Murat Sevinçhttps://blog.insanhaklariokulu.org/yazar/muratsevinc/Ağustos 30, 2022