Tanımadığımız Yurttaşlar: Kolektif Sempati Olarak Tanınma

KONDA’nın iki sene önce sonuçlarını kamuoyuyla paylaştığı, “Siyaset ve Toplumsal Araştırmalar” dizisi kapsamındaki “Gündelik Yaşamda Küçük Etkileşimler” başlıklı araştırması geçtiğimiz aylarda yeniden dolaşıma girdiğinde oldukça dikkatimi çekmişti. Araştırma, Türkiye’de tanımadığı kişilere selam veren veya onlarla konuşma başlatanlara dair istatistiki verileri yaşam biçimleri ve politik görüşlerle ilişkilendirerek ortaya koyuyordu (2022). Buna göre “muhafazakâr” yaşam biçimine sahip olanların, kadınların ve gençlerin tanımadıklarıyla etkileşimi gündelik yaşamda belirgin şekilde azken; “modern” yaşam biçimine sahip olanlar, erkekler ve orta yaş üstü gruptakiler ise tam tersine sık sık tanımadıklarıyla ilişkileniyordu. Araştırmanın sonucundaki değerlendirmeler arasında söz konusu grupların oy verme tercihlerinin ve seçmen davranışlarının birbiriyle karşılaştırılması da, yardımlaşmaya bakışları da yer alıyordu. Böylesi minimal bir düzeye, gündelik yaşamdaki selamlaşma ve yardımlaşma pratiklerine kadar inmesi bakımından takdire şayan olan, Charles Taylor’ın “modern toplumsal tahayyülleri”nden Rahel Jaeggi’nin “yaşam biçimlerinin eleştirisi”ne, politika felsefesi bakımından bir çok düşünüre ve probleme çağrışım yaptıran araştırma kafamı uzun süre meşgul etti: Farklı toplumsal kesimlere uygulanan bu anketin asıl olarak araştırdığını, yani tanımadığımız yurttaşlarla karşılaşma biçimlerimizi değil de karşılaşamama biçimlerimizi sorgulasak nasıl olur? Soruyu biraz daha inceltirsek, politik görüşlerimiz kimi tanıdığımızdan ziyade kimi tanımadığımız üzerinden ve tanımadıklarımızla karşılaşmalarımız yoluyla şekilleniyor olabilir mi? Peki tanımadıklarımızla gerçekten karşılaşabilir miyiz? Tanıdık veya tanımadık, karşılaştığımız bu “herkes” kim? Oy verme hakkına sahip “yurttaş”lar mı, “halk” mı? Kısaca totolojik görünen fakat yanıtlaması zor bir soru soruyorum: “Tanımadıklarımız kimlerdir?”

 

“Tanımadıklarımız” kümesi elbette çok geniş, o halde adım adım onlarla nasıl karşılaştığımızı düşünerek kümeyi daraltmaya çalışalım. İlkin, bu kümenin, söz konusu araştırmanın örneklemi olan, 18 yaş üstü yurttaşlarla -zira araştırmada oy verme davranışları karşılaştırılıyor- nerede karşılaştığımı düşündüğümde pasaport kontrolü sırasında, nüfus dairesinde, hastanede, seçimlerde ve benzeri resmi yerlerde birbirinin arkasına dizilmiş veya T.C. kimlik numaralarının ekrandaki belirişini takip ederken bekleme salonunda oturmakta olan, kısaca denetlenmek, hizmet görmek veya oy vermek üzere işlem sırasını bekleyen kişiler aklıma geliyor. Onların yurttaş olduğu kesin. Fakat sokakta yürürken, markette alışveriş yaparken, otobüse binerken, hatta sosyal medyada takipleşirken, gönüllü veya tesadüfen muhatap olduğumuz ama tanımadığımız herkesin yurttaş olup olmadığı belirsiz. Buna rağmen her günkü etkileşimlerimizde söz konusu belirsizliği sürekli sorguluyor değiliz, aksine hep yurttaşlar arasında olduğumuzu verili kabul ediyoruz. Sadece bazen dış görünüşü veya konuştuğu dil üzerinden tanımadıklarımız arasından istisnai olarak hangilerinin yurttaş olmadığını veya pejoratif ifadeyle “hak etmediği halde” yurttaşlık almış olabileceğini tahmin etmeye çalışıyoruz. Amacımız kendimizi bilinmeyenin tehlikelerinden korumak, söz konusu “bilinmeyen”, küçük bir çocuk, örneğin bir mülteci çocuk olsa bile! Kişilere, hangi tanımadıklarımız kategorisinin üyesi olduklarına göre muamele ediyoruz. Yine de şurası kesin ki, tanımadıklarımızın çoğu yurttaş, azı ise yurttaş değil. Bu alelade bilgiyle ne yapacağımız sorusunu şimdilik bir kenara bırakıp biraz teoriye bakalım.

 

Hegel’in tanınma mücadelesi (Kampf um Anerkennung) kavramsallaştırmasından hareketle etikte ve modern politika felsefesinde tanınma biçimlerini yeniden ele alan, Eleştirel Teori’nin günümüzdeki temsilcilerinden Honneth’e göre kişiler arası ilişkiler söz konusu olduğunda tanıma bilişten önce gelir. “Önsel tanıma” olarak adlandırılabilecek bu tutum, diğer insanları bilişsel süreçlere ve dile önsel olarak, sempatiyle hissederek tanımamız olarak tanımlanır (Honneth, 2015: 48). Bu, bebeğin kendisine bakım veren kişi veya kişilerle ilişkilenmesinin de ilk modelini sunar. Ne var ki önsel tanıma, kurumlar ve pratikler, yani belli bilişsel ve normatif dolayımlar devreye girdiğinde unutulmaya başlanır. Kişi-kişi ilişkisindeki sevgi ve sempati, yurttaş-yurttaş ve yurttaş-devlet ilişkisinde hukuk alanındaki hak sahibi öznelerin saygı ilişkisine dönüşür. Her ne kadar Honneth doğrudan bu şekilde dile getirmiyor olsa da yurttaşlık alanının önsel tanınmanın hukuki tanınma yoluyla geride bırakıldığı formel bir tanınma biçimi olduğunu söyleyebiliriz. Bu alanda sahip olunan haklar, bir devletin yurttaşı olmak bakımından anayasa yoluyla herkese eşit şekilde verilir. Yönetime katılma hakkı da bir temel hak olarak seçme ve seçilme hakkına indirgenir. Ne var ki Honneth’in de kabul ettiği gibi hem yönetime katılma hakkının hem de diğer sosyal hakların gerçekleşip gerçekleşmemesi koşullara bağlı olduğundan yurttaşların birbirleri arasındaki ve yurttaş ile devlet arasındaki hukuki tanınma ilişkisi her zaman varsayımsaldır. Hatta düşünürün görüşlerini biraz yorumlayarak söylersek; önsel tanınmanın unutulmasıyla ortaya çıkan ve hukuki alanı, yasanın ve zorun kamusallığı üzerinden var eden şeyleşme, başka insanların ve toplumsal varlığın her ne kadar öznelermiş gibi kayda geçirilseler de aslında nesneler gibi düzenlenmesi/yönetilmesi anlamına gelir. Hukuki ilişkinin formelliği şeyleşmeye dayalı saygıyı, sayılabilirliği, mesafeyi ve soğukluğu gerektirir. Dolayısıyla bu alanda içeriksel bir amaca uygunluğu da, hakların gerçekleşip gerçekleşmediğinin teyidini de, önsel tanınmada olduğu gibi kişilerarası bir sıcaklık ve yakınlığı da beklemek yersizdir. Herhangi bir resmi dairede numaratörden aldığım sıramı beklerken ekranda T.C. kimlik numaramla ve baş harfleri dışında noktalarla gizlenmiş adım soyadımla çağrılırken gerçekte kim olduğum, nasıl bir yaşam hikayem olduğu doğal olarak önemsizdir. Sıranın işlemesi, işlemlerin ve sayımın vakitlice bitmesi, sadece yurttaş olarak tanındığım yerlerin esas amacıdır. Sözgelimi seçimlerde oylarımızla hızlıca sayılır ve akşam ekranlara bir yüzdelik olarak veya ülkenin oy yoğunluğuna göre renklendirilmiş haritasındaki bir renge dahil edilerek yansıtılırız. Kendi rengimiz, “oyumuzun rengi”ne dönüştürüldüğünde somut yaşamımızdaki deneyimlerimiz de geride bırakılmış sayılır. Hesap tamamlandığında defterde “temiz” bir sayfa açılır. Tıpkı pandemi boyunca en çok ölü sayısını gördüğümüz eşikten sonra azalan ölümlere sevindiğimiz ve yüzlerle ifade edilen ölü sayılarının artık kimseyi etkilemediği, o uzun kayıtsızlık günlerinde olduğu gibi…Her akşam ekranda gördüğümüz, ölmüş olan veya iyileşen, yoğun bakımda yatan veya yeni enfekte olan kişilerin sayıları bizler için salt bir çokluk veya azlık oranı ifade ettiğinde, ölen kişilerin yaşam hikayeleri yakınlarının anılarında kalmaya başlar. Depremde ölenlerin sayısı geride kalanların acılarını temsil edemez. Gazze’de öldürülen çocukların sayısı isimlerini unutturamaz. Ne de kadın cinayetlerinin çetelesini tutan Anıt Sayaç’taki (https://anitsayac.com/) sayıların sürekli artışı bizler için sarsıcıdır. Bizi gerçekten etkileyen orda listelenen isimlere tıkladığımızda karşımıza çıkan gerçek yaşam hikayeleridir, yüzlerdir, yani tanınmış olanların kaybıdır.  Hukuki tanıma ise derimizi incelteni, derimizin altına işleyeni, tüyleri diken diken eden duyguları askıya almak zorundadır; tüm bu cümlelerde kullandığım birinci çoğul şahsı da, andığım acıların mağdurlarını da faillerini de formelleştirir.

 

Hukuki ilişkinin formelliğinin ve kasıtlı soğukluğunun ötesine geçebilen onur ve değer verme gibi tanınma biçimleri ise Honneth’e göre her kişinin kendi özgün yapıp etmelerini açığa çıkarabilen, kolektif bir ilişkilenme biçimi olarak dayanışma ile mümkün olur. Burada artık ne önsel tanınmanın irrasyonelliği ne de hukuki tanınmanın formelliği vardır. Dayanışma hem duygusal hem rasyonel bir kolektif kurar. Artık kim olduğum önemlidir ama o kadar da önemli değildir. Çünkü kendimi, yapıp etmelerimle, kolektifle ilişkilenme yordamımla ifade ederken kim olduğumu belli ölçüde dönüştürmeye başlarım. Dayanışmada kişisel etkilenmelerim yadsınmaz ama tek başına belirleyici de olmaz. Onları bir süzgeçten geçirerek başkasına yaklaşımımın özeni olarak imal ederim, ham duygumu işlerim. O halde yakın ilişkilerimdeki, nedensiz sempatiye dayalı tanıma biçiminden farklı olarak sokaktaki tanımadıklarımla, ya onları yurttaş olarak varsaydığımda haklar üzerinden ve saygı ile -gerçek anlamda sayarak ve sayılarak[1]– ilişkilenirken, onlarla dayanışma ilişkisine girdiğim zaman ise onları onur ve değer sahibi kişiler olarak muhatap alırım, sadece bağış verip geçmem. Ölmekte olanla veya ölenin yakınıyla, yüz yüze fakat bire bir değil, toplumsal varlığım adına ilişkilenirim. Ne var ki dayanışma sadece acılar dolayımıyla var olmak zorunda değildir, aksine pozitif olarak, acının yerine geçirilen yeni yaşam olanaklarına omuz vermeyi de gerektirir. Neşeyi paylaşabilmek de tanımadıklarımızı onur ve değer sahibi olarak görerek tanımaya dahildir.

 

Oysa yaşam gailesi ve yabancılara karşı duyduğumuz güvensizlik söz konusu olduğunda sokakta karşılaştıklarımla dayanışma ilişkisi içine girmenin hem zahmetli hem de riskli olduğu su götürmez. Zahmetlidir çünkü çalışma koşulları dayanışmanın gereksindiği enerji ve vakit için bakiye bırakmaz. Risklidir çünkü hukuki ilişkinin formelliğinden çıkıp tanımadıklarımızla yakınlaşmak talep ve arzuların belirsizliği yüzünden bizi bir tekinsizlik alanına sokabilir. Haberler tanımadıklarına güvenerek dolandırılan, hatta öldürülen onlarca ibretlik hikaye ile dolu; bunların bir kısmı da tanımadıklarına yardım eden kişilerin başına gelen kötülükleri içeriyor. O halde bu denli güvensizlik ve kaygı içindeyken tanımadıklarımla sadece yurttaş olarak ve hukuksal dolayımla mı ilişkileneceğim? Onlarla dayanışmam nasıl mümkün olacak? Tanımadıklarıma selam verdiğimde hangi çemberin kapısını aralamış olacağım?

 

Tanımadıklarıma selam verdiğimde veya onlarla ayak üstü sohbet ettiğimde önsel bir tanınma ve sempatiyle davranıyor görünsem de bu aşamada kalırım. Dolayısıyla başta sorduğumuz soruya dönersek KONDA’nın araştırmasındaki verilerin ve sayıların politik görüşlerimizin altındaki nedenlerle ilişkilendirilip ilişkilendirilemeyeceği konusunda şüpheliyim. Zira yaşam biçimlerinin bu denli homojen ve statik olduğunu da düşünmüyorum. Yine de kimi tanımadığımızın ve tanımak istemediğimizin bizleri, kolektif sempatiye dayalı yeni bir toplumsallık ve yeni bir politika fikrine götürebileceği kanısındayım.

 

Kolektif bir sempati ilişkisi olarak dayanışma, kişisel duygu çemberini ve hukuki çemberi aşar, dolayısıyla bizi gerçek anlamda tanımadıklarımızla ilişkilendirir. Fakat onun da pratikte nasıl işleyeceği belirsizdir. Çünkü dayanışmanın ilk basamağı olan, kişinin başka kişilerle yüz yüzeliğini şart koşan etik tanınma belli ölçüde duygusal yakınlığı gerektirirken irrasyonel tekillikler alanının kestirilemez karşılaşmalarına da bulaşmış olur. Burada birbirimizle kar taneleri gibi karşılaşırız, nereden gelip nereye gittiğimizi bilmezken birbirimize denk gelir, duygulanırız. Bu karşılaşma ile başkalarının karşılaşmalarını da etkileriz. Hareketli kar taneleri olarak rotamızı olumsallıktan başka belirleyen bir şey yoktur. Hukuki tanınma ise statik kimlik ve rolleri, mekansal ve zamansal bölünmeyi baz alır. Temsili demokrasinin yurttaşı bu yüzden matruşka bebeklerine benzer. Dışardan bakıldığında birbiriyle şekil ve renk olarak aynı olsa da büyüklük olarak eşit olmamak zorunda olan matruşka bebekleri, önce sıraya geçer, sonra en büyükten en küçüğe doğru iç içe geçer. Böylece hukuki ve siyasal otoritenin, popülist siyasal propagandanın içine alınır. Tanımadıklarımla kuracağım kolektif sempati[2] ilişkisi olarak dayanışma ise hareketli saat mekanizmasına benzer. Farklı büyüklüklerdeki ve yatay olarak birbiriyle ilişkilenen her çarkın her bir oyuğu başka bir çarkın bir oyuğuyla ilişkilenir. Böylece sadece “çarkın dişlisi” değil, kendi çapında dönen ve kendi büyüklüğünde var olan “çarkın kendisi” bizler oluruz. Özgün pratiklerimiz ve sürekli yeniden icat edilen rollerimiz üzerinden başka çarkların oyuklarıyla eklemleniriz. Kulağa soğuk gelse de bu mekaniklik bir bakıma kaçınılmazdır çünkü kurumları, sürekliliği ve ilişkiyi gerektirir. Fakat bu resmi olmayan kurumlar her zaman kişilerin kendi istek ve duygularıyla oluşturulur, organiktir ve yukardan işletilemez. O halde tanınma bağlamında dayanışma; I) tanımadıklarımla karşılaşmaya dair önsel bir istekten, tüm tanınma biçimlerine önsel bir duygudan kaynağını alır, II) tanımadıklarımla hukuki kimliklerinin, yurttaşlıklarının ve onlara yüklediğim irrasyonel önyargıların ötesinde ilişkilenebileceğim gönüllü mekanizmalarla var olur, III) bu oluşumların kendilerinin ve bu oluşumlardaki rollerin ve pratiklerin sürekli değişimiyle süreğen hale gelir.

 

Kişisel sempati ve hukuki tanımanın ötesindeki politikada, kimi tanımak istediğim dayanışma ile –kolektif sempati-, kimleri tanımadığım ve asla tanımak istemediğim ise kaygı ve güvensizlikten, düşmanlık ve şiddetten beslenen, Adorno’nun ifadesiyle kolektif narsisizm ile belirlenir. Kendimi statik bir kimliğe hapsetmek suretiyle, tanımak istemediklerimle selamlaşmak şöyle dursun onlarla karşılaşacağım mekanlara bile girmem, hatta bazen istesem de giremem. Ekonomik ve toplumsal eşitsizlik bizi aslen kaderimizin birbirine sıkı sıkıya bağlı olduğu, o tanımadıklarımızdan, “uzaktakiler”den koparır. Oysa tanımadıklarımla karşılaşmam bir başlangıçtır ve bu başlangıçtan günümüz koşullarında çoğumuz zorunlu olarak mahrum kalırız. Gündelik yaşamın olumsallığından çekilerek kısa çalışma molalarında ve dinlenme zamanında gözümüzü ayırmadığımız sosyal medya etkileşimlerine ise gönüllü olarak maruz kalırız. Dijital mesafe azalırken toplumsal mesafe artar. Honneth’in tanınma kuramından hareketle kişiler arası ilişkilerdeki krizi inceleyen Eva Illouz’un tabiriyle “duygusal kapitalizm” bu “soğuk yakınlık”la işler (2021). Nihai olarak şeyleşme, demokrasiyi seçimlere, dayanışmayı tekinsizlik alanına hapsederek insanlar arası gerçek tanınmayı imkansızlaştırır.

 

Tanımadığım kişileri tehdit olarak görmem onlara dair önsel tanımamı unuttuğum ve sosyal olarak mesafelendiğim anlamına gelir. Fakat daha önce karşılaşmadığım, hiçbir deneyimi paylaşmadığım ve haklarında hiçbir şey bilmediğim kişileri yargılayarak onlardan neden kaçınırım? Neden onları sadece ya yurttaş olarak ya yakınım olarak tanırım, bunların dışında tuttuklarımla, yani tanımak istemediğim yurttaşlarla ve tanımadığım yurttaş olmayanlarla, dijital olarak veya rastgele selamlaşmalarla, yalıtık bağış ve yardımlarla değil, sahici olarak nasıl karşılaşabilirim ve ilişkilenebilirim? Sayıların tespit edemediği, toplumsal kriz içindeki öznelerin gereksinimini duyduğu tanınma, kaygı, güvensizlik ve kayıtsızlığı ortadan kaldırmayı da ortak neşeyi var etmeyi de kendine görev bilecek, tanımadıklarımıza dokunacak, kolektif sempatiye dayalı, gerçek anlamda eşit bir toplumsallıkla gerçekleşebilir.

 

Politik tercihlerimizi temsil etmeyi isteyen istatistikler ve seçim akşamlarındaki oy oranları homojen olduğu varsayılan yaşam biçimlerine hapsolmuş matruşkalar olarak sayıldığımız yerlerdir. Oysa “biz”, matruşkaları istesek de tanıyamayız.

 

[1] Hukuki olanın ve Honneth’çi anlamda saygının sayılmayla ilişkisi üzerinden Rancière akla geliyor. Duygu Türk’ün Rancière’i yorumlarken çok güzel ifade ettiği gibi; saymanın dışında sayılmayana yönelen “…demokrasi, topluluğu kaynaşmış bir bütün olarak ‘doğru saymak’ ve böylece kendine özdeş kılmak anlamına gelmez.” (Türk, 2023: 205) .

[2] Buradaki “sempati”, gündelik kullanımda çağrıştırdığı gibi salt bir hoşlanma duygusu olarak değil “birlikte hissediş” anlamında kullanılmıştır.

 

Kaynakça

Axel Honneth, Şeyleşme, çev. Cem Sili, Fol Yayınları: Ankara, 2023

Duygu Türk, “Rancière: Demokrasinin Tekilliği”, Kapitalizm ve Demokrasi, Bir Zıtlığın Anatomisi içinde, der. Can Cemgil&Ömer Turan, Metis Yayınları: İstanbul, 2023.

Eva Illouz, Soğuk Yakınlıklar, Duygusal Kapitalizmin Şekillenmesi, çev. Özge Çağlar Aksoy, İletişim Yayınları: Ankara, 2021.

Gündelik Hayatta Küçük Etkileşimleri KONDA Barometresi, Mart 2022,

<https://konda.com.tr/uploads/2203-martbarometre-129-gundelikhayattakucuketkilesimler-33290937a5dc6e90186408261abb42b24ad14fb32997f113ed15dc8c8d25beea.pdf>

Şiddetten ölen kadınlar için dijital anıt, <https://anitsayac.com/>

 

Hacettepe Üniversitesi Felsefe Bölümünde Doç. Dr. olarak görev yapmaktadır. 2010 yılında “Carl Schmitt ve Siyasal Kuramların Antropolojik Temelleri” üzerine yazdığı tezle yüksek lisans derecesini, 2016 yılında “Otoriteden Otonomiye: Yasa ve Özgürlük” başlıklı teziyle doktora derecesini aldı. Doktora öğrenimi sırasında 2011 yılında İsviçre Hükümet Bursuyla Basel Üniversitesi’nin “İnsan Yaşamı/Otonom Yaşam” başlıklı projesinde misafir araştırmacı olarak bulundu. Temel çalışma alanları çağdaş felsefe, eleştirel teori, siyaset felsefesi ve sanat felsefesi olan Esgün, ViraVerita’nın kurucularından ve yayın kurulu üyelerindendir.

©2021  blog.insanhaklariokulu.org.
Tüm hakları saklıdır.

web tasarım: mare.design

E-bültenimize abone olarak duyurularımızdan haberdar olabilirsiniz.

Yayınlanan yazıların içerikleri sadece yazarların sorumluluğu altındadır ve Hollanda Büyükelçiliği ve /veya KAGED’in görüşlerini yansıtmak zorunda değildir.