Karşılıklı Güven: Totalitarizmin Hedefindeki Yurttaşlık Erdemi

Aristoteles, karşılıklı güveni, gerçek yurttaşın özelliği ve tam da o nedenle bir tiranın egemenliğini başarıyla sürdürebilmek için yok etmek zorunda olduğu erdem olarak tanımlar. (Politika, V. Kitap) Bernard Crick de, “John Rawls’un ‘hakkaniyeti’ne ve Kant’ın ‘karşılıklı saygı’sına ya da ahlak felsefesine denk gelen ‘karşılıklı güven’in, insan olarak kalmak istiyorsak bizden beklenecek asgari şey, ama aynı zamanda da azami bir talep” olduğuna işaret eder (Crick, 1992: 151):

“Yurttaşlarımıza karşılıklı güven, saygı ve dürüstlükten başka bir şey göstermemiz gerekmez. Elbette herkesi aynı şekilde sevmek zorunda değiliz -bu zaten mümkün değildir, ya da sevginin değersizleşmesidir- ancak herkese, sanki biri bir başka amaç için araç değil de kendi içinde amaçmış gibi eşit muamele etmeyi gerektiren kategorik buyruğa uymak zorundayız.”

 

Karşılıklı güven, yurttaşlık kültürünün çok önemli bir öğesi; çünkü o olmadan politik eylem, yani kamusal alanda birlikte hareket etmek mümkün değil. Her türlü totaliter ya da totalitarizm heveslisi rejimin en başta ortadan kaldırmaya çalıştığı şeyin yurttaşlar arası güven olması, işte bu yüzden. Totaliter yönetim ve toplum deyince akla ilk, George Orwell’in 1984’ü geliyor. Orada Orwell, Rawls’un ve Kant’ın da altını çizdiği bu erdemi “dürüstlük” (decency) adı altında toplar. Dürüstlük karşılıklı güveni, hoşgörüyü, başkalarına karşı sorumluluk ve empatiyle davranmayı içeren bir kavramdır, onun kullanımında. Totaliter rejimler insanları birbirlerine düşman ederek, aralarındaki temel güven ilişkisini yok ederek kişinin dürüst olma hakkını elinden alır; ana baba ile çocuk arasındaki, erkek ile erkek arasındaki, kadın ile erkek arasındaki ilişkiyi dinamitler. Artık kimse eşine veya çocuğuna ya da dostuna güvenemez, herhangi bir şey paylaşamaz olur. Oysa Arendt’in dediği gibi, eğer hakikati başkalarıyla paylaşamazsak hakikat bütün anlamını kaybeder.

 

Karşılıklı güvene, anlam ve ortak eylem için muhtaç olduğumuz gibi bireyliğimizi koruyabilmek için de ihtiyacımız vardır. Nitekim 1984’te Winston Smith ilk başta aktivizmle, baş kaldırmayla, rejimin düşmanlarıyla işbirliği yapmaya çalışmakla direnmeye çabalar büyük ağabeyin iktidarına, ama nihai noktada geldiği yer sadece bireyliğini koruyabilmek için çabalamaktır. Hafıza ve karşılıklı güven bireyliği koruyabilmenin de koşulu haline gelir. Orwell bireyliğin ancak tümüyle yalnız kaldığımızda ortadan kalkacağını düşünmekte haksız değildir. Hala güvenebileceğimiz birileri olduğu sürece bireyliğimiz yok edilemez. Çünkü insan toplumsal varlıktır ve kimliğimiz ilişkisellik içinde kurulur, yalıtılmışlık içinde değil (Crick, 2007: 150).

 

Totaliter yönetimler 1984’te anlatıldığı gibi, yeni bir insan tipi yaratmaya çalışırlar; insanlar arasındaki karşılıklı güvenin yok edildiği ve herkesin birbirinden şüphelendiği, korktuğu ve birbirini araçsallaştırmayı hak gördüğü bir insan tipinin yaygınlaştığı toplum, amaca en uygun olandır. Böyle bir toplumda itaat etmek ve “kuşku uyandırıcı” eylemlerden kaçınmak var kalabilmenin ilkesini oluşturur. Bu bağlamda tiranlıklarda korku, bir “eylem ilkesi” haline gelir, tıpkı Montesquieu’de cumhuriyetin ilkesinin erdem, monarşininkinin de şeref olması gibi (Villa, 1999: 182). Ama korku yönetimi daha da ileri gider ve yarattığı radikal yalnızlaşma ve güçsüzlük deneyiminin ötesinde insan varoluşunda hesaplanamaz, tahmin edilemez olanı da yok etmeye çalışır. Bu anlamda sadece kamusal özgürlüğü değil, bizatihi özgürlüğü yok etmek ister. Bunu da sistematik olarak kamusal olanı özelden ayıran hukuki sınırları yok ederek ve böylece hem bireylik hem de eylem için gerekli olan uzamı ortadan kaldırarak yapmaya çalışır (Villa, 1999: 182). Çünkü özgürlük esas olarak yurttaşların birbirleriyle eşit konumda karşılaştıkları ve yeni ilişkiler kurdukları açık kamusal alanlarda tezahür eder. Bu yaratıcı etkileşim, içkin olarak istikrarsız ve önceden tahmin edilemez niteliktedir. Beklenmedik ve öngörülemez olan, kamusal alanda eylem yoluyla ve özgürlük aracılığıyla meydana gelir. Bu alanın korunması ve sürdürülmesi, yurttaşların sözleri ve eylemleriyle gerçekleşir ve bireysel ya da kolektif nitelikteki bir egemenlik, tahakküm ya da denetime indirgenemez. Kamusal alan ortadan kalkarsa, kişinin başka insanlarla ve çevresindeki gerçeklikle bağı da kopar ve sonuç olarak bağımsız düşünme ve eylem yetisini yitirir; dolayısıyla totaliter kurguların ve yalanların çekiciliğine kapılması kolaylaşır.

 

Örgütlü yalanın hedefi: Toplumu direnme olanağından yoksun bırakmak

 

Yurttaşlar arası güveni yok etmek için totaliter rejimler örgütlü yalanlarla birlikte korku ve terörün egemenliğini sağlamaya çalışırlar. Örgütlü yalanı, devletin her zaman başvurabildiği ve genelde “spesifik sırları kapsayan ve acil durumlarla sınırlı olan” geleneksel yalanlarla karıştırmamak gerekir. Kasıtlı yalanlar bir zamanlar dış düşmana yönelik olarak imal edilirken artık örgütlü yalanın muhatabı toplumun kendisidir. Totaliter rejimde bütün olgular liderin arzusuna göre değiştirilebilir ve bütün yalanlar gerçek kılınabilir. Öyle ki insanlar artık deneyimi ve olguları kendi akıllarıyla, bağımsız biçimde anlamlandıramaz olurlar; çünkü yalana dayalı ideolojik propaganda ve düşünme biçimi, olgusal hakikati anlama ve değerlendirme yetisinin kaybedilmesine yol açar. Buysa insanların kamusal alanda direnmek için bir araya gelmelerinin önündeki en büyük engeldir, ve zaten iktidarın amacı da budur. Korku da, insanları birbirlerinden kopararak ve yalıtılmışlığın yarattığı kaygıyı derinleştirerek aynı amaca hizmet eder. Korku yönetimi, kamusal alanı çöle dönüştürür; bu çölde soyutlanmış ve birbirlerine güvenlerini yitirmiş bireyler ortak eylem ve direnme olanağından yoksun kalarak günbegün çaresizlik ve güçsüzlük içinde debelenmeye başlarlar. Korku devletinde her şeye rağmen kendi içimizde özgür olabileceğimiz düşüncesinin kendimizi aldatmaktan başka bir şey olamayacağını da gene 1984 bize hatırlatır.

 

Totaliter liderler kitlelerin duygularını örgütleyip manipüle ederler ve giderek hakikatin yerini yalanın almasını ve insanların buna inanmasını özgür basını yok ederek de sağlamaya çalışırlar. Yarım-hakikatleri, yalanları, ideolojik propaganda ve iftiraları yayan bir medya liberalizmin değil, otoriter yönetimin özelliğidir. Özgür basının olmadığı yerde ahlaki normlar çöküntüye uğrar. Sorun, medyanın birkaç yalan üretmesinden çok daha karmaşıktır. Yalanların sürekli değiştirilmesi, her yeni politik duruma uyarlanması gerekir. Başka bir deyişle yapılmak istenen şey, spesifik bir içeriği kabul ettirmekten çok daha derin ve kalıcı bir zihinsel yapılanmayı yerleştirmektir: Sürekli değişen olaylar ve sloganlar yığınıyla koşullandırmanın ötesinde, bugün doğru diye bilinen şeyin ertesi gün yanlış sayılmasının normal kabul edilmesini sağlamak! Dolayısıyla dün söylenenin yerini göz kırpmadan söylenen yeni yalanlar alır ve genellikle birbiriyle çelişen bu yalanların bombardımanı altında insanlar sonuçta hiçbir şeye inanmaz hale gelirler. Örgütlü yalanla sürekli karşı karşıya olan, olguların her an yok sayıldığına tanıklık eden insanlar bir yerden sonra hakikat ne denli apaçık olursa olsun onun varlığını toptan inkâr etme tutumuna, her şeyden şüphe eden bir tavra girerler. Yalana dayanan bir yönetim sürekli olarak tarihi yeniden yazmak zorunda kalır. Sürekli yalan, ayağımızın altındaki zemini kaydırır ve onun yerine herhangi bir zeminin geçirilmesine de engel olur. Devlet gücünün sahte bir dünya yaratmak ve sürdürmek için kullanılması, dayandığımız her şeyin sarsılmasına ve ayağımızı basacak sağlam bir zeminin kalmamasına yol açar.  Bunun en tehlikeli politik sonucu ise, birlikte yaşamanın ve eylemenin vazgeçilmezi olan diğer insanlara ve gerçeğe duyulan temel güveni yok etmesidir.  Neye inanacağını bilmeyen, neyin doğru neyin yanlış olduğunu anlayamayan insanlar sadece eylem yapma kapasitesinden değil, aynı zamanda düşünme ve yargıda bulunma kapasitesinden de yoksun kalırlar. Ve Arendt’in Totalitarizmin Kaynaklarında söylediği gibi, “bu hale düşürülen insanlarla ne istersen yapabilirsin”. Sadece 20. yüzyılın değil maalesef içinde yaşadığımız yüzyılın bugüne kadarki tarihi de bu tespiti doğruluyor.

 

Örgütlü yalan ile devlet aygıtının giderek daha fazla zora dayandırılması arasındaki içsel bağı örnekleyen bir olgu, küçük ve zayıf düşürülmüş, çaresiz bırakılmış insanları, büyüklenme düşlerine kapılabilecekleri bir gelecek yalanıyla cezbederken her tarafta nefret edilecek ve korkulacak düşmanlar kurgulanması ve “düzen” ve “normallik” sağlanması adına giderek daha fazla şiddete baş vurulması. Her şeyin araçsallaştırılmasını mubah gören insan tipinin yaygınlaştığı bir toplumda, özellikle eğer bu şiddet yabancı bir sığınmacıya, ırksal, etnik veya cinsel bir azınlığa yöneltiliyorsa fazla bir tepkiyle karşılanmaz. Hele hukuk düzeninin tümden bozulduğu, “adalet güçlü olanın istediğidir” algısının var olduğu koşullarda bu daha da geçerlidir. Arendt’in işaret ettiği gibi, hukuk düzeni bozulduğunda, yasalar uygulanmadığında ya da bir günden diğerine değiştirildiğinde kanunsuzlukla karşı karşıyayız demektir. Ona göre bu, anarşinin hüküm sürdüğü anlamına gelmez; çünkü düzen zor aygıtı aracılığıyla ayakta tutulabilir ama sonuç totaliter rejimlerden tanıdığımız gibi devlet aygıtının tümüyle kriminalize edilmesi olur (Arendt, 1997). Bütün dünyanın uyuşturucu mafyasının içinde cirit attığı, her türlü hukuksuzluğun ve her türlü sahteciliğin normal sayıldığı bir ülkede yaşamakta olduğumuz için Arendt’in bu tespitleri hem yakın hem de çok korkutucu geliyor.

 

Üstelik Arendt bugünkü teknolojik ilerlemelerin varlığında geliştirmiyordu düşüncelerini; onun zamanında totaliter rejimler belirli amaçlara ulaşmak için kitle iletişim araçlarını etkin biçimde sansüre uğratıyor, kontrol ve manipüle ediyorlardı, doğru; ama bugün bizlerin yaşadığı durum çok daha karmaşık. Kitle iletişim araçları hem doğrudan hükümetler tarafından hem de daha güçlenen ve tekelleşen korporasyonlar tarafından denetleniyor ve özgür basın giderek tümüyle ortadan kalkıyor. Ama bu, otoriter rejim altında yargı yetimizi kullanma, söz söyleme ve eylemde bulunma sorumluluğumuzun da ortadan kalktığı anlamına gelmiyor. O yüzden Aristoteles’in vurguladığı yurttaşlık erdemini, karşılıklı güveni ve dostlardan oluşan bir kamusal alanı yaşatmak durumundayız. Şairin dediği gibi,

“Dostlar, ki bir kere bile selamlaşmadık,
Aynı ekmek, aynı hürriyet,
Aynı hasret için ölebiliriz.”

122. doğum gününü kutladığımız Nazım Hikmet

 

Bernard Crick, In Defense of Politics,University of Chicago Press, 1992.

Bernard Crick, “Nineteen Eighty Four: Context and Controversy” ,Cambridge Companion to George Orwell, ed. John Rodden, Cambridge UP, 2007.

Dana R. Villa, Politics, Philosophy, Terror,Essays on the Thought of Hannah Arendt, Princeton University Press, 1999.

Hannah Arendt “Diktatörlük Dönemlerinde Kişisel Sorumluluk”, Kamu Vicdanına Çağrı, Sivil İtaatsizlik, der. Yakup Coşar, Ayrıntı, 1997.

Eğitimini Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi ile York Üniversitesi’nde (UK) tamamladı. Tarih Vakfı kurucu üyesi, Kadın Eserleri Kütüphanesi Genel Kurul üyesi. İstanbul Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi'nde “Siyaset Teorisi”, “Siyasal Düşünceler Tarihi”, “Çağdaş Siyasal Teoriler”, “Demokrasi Teorisi”, “Çağdaş Siyasal Kuram ve Tartışmalar”; Kadın Çalışmaları Bölümü’nde ise “Feminizmin Temel Sorunsalları” derslerini verdi. Bir dönem İstanbul Üniversitesi Kadın Sorunları Uygulama ve Araştırma Merkezi Müdürlüğü ve Kadın Eserleri Kütüphanesi ve Bilgi Merkezi Vakfı Yönetim Kurulu Başkanlığı yaptı. Çeşitli uluslararası platformlarda Türkiye’yi temsil etti. ABD, Avrupa ve Avustralya üniversitelerinde de dersler ve konferanslar verdi. Siyaset bilimi ve kadın çalışmaları alanlarında yurtiçinde ve dışında yayımlanmış çok sayıda makalesi ve kitap bölümü bulunuyor. Siyaset bilimi ve kadın çalışmaları alanlarında yurtiçinde ve dışında yayımlanmış çok sayıda makalesi ve kitap bölümü bulunuyor. Yazarın Tek Tanrılı Dinler Karşısında Kadın (Metis, 1996) adlı çalışması Women and Religion adıyla Kanada’da (BlackRose Books, 1998), Tarihin Cinsiyeti (Metis, 2003) adlı kitabı ise El Huviyye en Nisaiye ‘abr et Tarih başlığıyla Lübnan’da yayımlandı ( Dar Kreideh, 2009). Son iki kitabı Politikanın Çağrısı (İstanbul Bilgi Üniversitesi Yayınları, 2010) ve Dünyayı Bugünde Sevmek – Hannah Arendt’in Politika Anlayışı (Metis Yayınları, 2012) adlarını taşıyor.

©2021  blog.insanhaklariokulu.org.
Tüm hakları saklıdır.

web tasarım: mare.design

E-bültenimize abone olarak duyurularımızdan haberdar olabilirsiniz.

Yayınlanan yazıların içerikleri sadece yazarların sorumluluğu altındadır ve Hollanda Büyükelçiliği ve /veya KAGED’in görüşlerini yansıtmak zorunda değildir.