Hukuk ve Siyasi Rejim I

Türkiye’nin son yıllarda yaşadığı otoriter dönüşüm karşısında, bir yandan bu dönüşümü kavramaya dair kuramsal çabalarda, diğer yandan otoriterleşmeyle mücadelenin yöntemlerine dair arayışlarda, hukuk önemli bir referans noktası haline gelmiş durumda. Bunu besleyen pek çok neden var kuşkusuz. Örneğin siyasi iktidar, ardı ardına hukuki düzenlemeler yürürlüğe koyuyor ve hatta bugünlerde yine, yeni bir anayasadan söz ediliyor. Yargı ise, denetleyen değil, siyasi iktidara alan açan, iktidarın önündeki engelleri ortadan kaldıran en önemli araçlardan biri olarak işlev görüyor. Buna karşın muhalefetin de mücadele hattını hukuki alanda ve hukuki bir çerçevede yürütmesine tanık oluyoruz çoğu kez. Zeynep Kıvılcım’ın bu dönüşümü yorumlamaya dönük çabalara katkı sunmak amacıyla Fehmiye Ceren Akçabay ve Berke Özenç ile yaptığı söyleşinin ilk kısmını yayınlıyoruz.

 

Zeynep Kıvılcım: Bugün Türkiye’de siyasi rejimle ilgili meseleleri tartışırken sadece liberal çevreler değil ancak kendisini solda konumlayan hemen herkes de giderek artan şekilde ve hatta münhasıran hukuki kavramları kullanarak ve daha da ilginci pozitif hukuka atıfla konuşuyor. Hukukçular Türkiye’de siyasal ve toplumsal alanda deprem niteliğinde değişiklikleri anlamlandırmak ve ayrıca bunlara karşı muhalefet yöntemlerini bulmak üzere herkesin her gün başvurduğu kılavuzlara ve eksperlere dönüşmüş durumda. Toplumsal ve siyasalı giderek daha çok hukuk üzerinden ve bu filtreden geçirerek anlama, yine mümkün olduğu kadar hukuk diliyle ve hukuk kurumları kanalıyla muhalefet etme eğilimi her geçen gün artıyor.  Hukuka bu artan ilginin, adeta düşkünlüğün sebebi sizce nedir?

 

F. Ceren Akçabay: Hukukla ilgili tartışmaların yaygınlaşması ilk başta akla mevcut sorunların kaynağının hukuk olduğu ihtimalini getiriyor. Sanki problemler hukuktan kaynaklı, hukuktaki problemi çözebilirsek diğer sorunlara da çare bulabiliriz. Özellikle de tartışmaların pozitif hukuk ve hatta usulî hukuk tartışmalarına indirgenmesi yani sosyal, siyasal ve iktisadi etmenlerden bağımsız şekilde ele alınarak teknik diyebileceğimiz hukuki tartışmalara dönüşmesi insana bunu düşündürüyor. Oysa elbette, konunun farklı boyutları var, o boyutları teker teker ele almak gerekiyor ki sadece hukuk tartışması bakımından dahi bu böyle.

 

Öncelikle bir kriz ortamı söz konusu, bu bir hukuk krizinden veya bir hukuk devleti krizinden önce bir ekonomik kriz ve devamında gelişen siyasal hatta toplumsal bir kriz. Başlangıçta mevcut siyasal ve toplumsal kriz yok sayılarak hızlıca çözüm bulmak için hukuki tartışmaların yürütüldüğü bir dönem oldu. Sonra kriz derinleştikçe ve bunun siyasal, ekonomik ve toplumsal boyutları yok sayılamaz hale geldikçe, bence, bu kez de hukuk bir belirlilik alanı olarak devreye sokulmaya çalışıldı. Burada sadece sosyal bir olgu olarak hukuktan bahsetmiyoruz, aynı zamanda bir hukuk ideolojisinden bahsediyoruz. Modern toplumda egemen olan bir hukuk yaklaşımından yani liberal hukuktan bahsediyoruz. Liberal hukuk birtakım vaatlerde bulunur, özgürlük ve eşitlik gibi. Bu vaatlerden bir tanesi de hukuki belirlilik, hukuki kesinlik vaadidir. Bunlar hukuk devleti idealinin birer parçasıdır.

 

Kriz ortamında, en çok ihtiyaç duyduğumuz şey belirlilik. Kriz ortamının karmaşık ve kaygan zemini yerine tartışma bakımından hukukun sabit olduğu varsayılan zemininin tercih edilmesi bir bakıma normal. Oysa hukukun hem olgusal hem değere ilişkin bir tartışma olmasını sağlayan, hukukun normatif bir alana karşılık gelmesi. Normatif bir alanın böyle bir olgusal kesinliğe sahip olması zaten mümkün değil. Herhangi bir sosyal bilim araştırmacısının kolaylıkla tespit edebileceği bir şey bu. Ama senin de ifade ettiğin gibi, sosyal bilimler araştırmacıları dahi artık konuyu hukuki bir tartışma olarak ele alabiliyor. Bu noktada, temel hak ve özgürlüklerin korunmasına ilişkin bir kaygının devreye girdiğini düşünüyorum. Temel hak ve özgürlükler, hukukun belirliliği ve kesinliği ile korunmaya çalışılıyor. Dolayısıyla, bu tartışmada hukuktan anlaşılan hukuk devleti ideali.

 

Ancak adı üstünde bu bir ideal ve bu hukuk devleti idealinin veya ilkesinin hayata geçirilmesi de aslında bu krizden çıkılmasına bağlı. Çünkü krizle birlikte hukuk alanı bu ilkeden ve buna ilişkin içerikten tamamen koparak önce biçime sonra da araca indirgenmiş halde. Yani kriz hukuk kaynaklı olmasa da krizin hukukta da yansımaları var. Türkiye özelinde konuşursak örneğin belirlilik ihtiyacını karşılaması mümkün olmayan araçsallaşmış bir hukuk var artık elimizde. Bu nedenle krizin çözümüne ilişkin hukuk içinden yapılabilecek belki de tek tartışma bu aracın kitleler tarafından siyasal iktidara dönük olarak kullanılıp kullanılamayacağı. Örneğin, kamusal alanda siyasal tartışmaları öne çıkarabilmek ya da kısmi de olsa birtakım kazanımlarla örgütlülükleri sürdürme imkânı elde edebilmek için hukuk kullanılabilir mi? Ama ne yazık ki tartışmanın sürdürüldüğü alan bu değil.  Bu noktada anılabilecek tek önemli istisna Nilgün Toker’in siyasi davalar bakımından yaptığı performans vurgusu.

 

Berke Özenç: Ceren’in dikkat çektiği bu belirlilik meselesi çok önemli. Gerçekten de otoriterleşme eğilimlerine eşlik eden belirsizlik, iktidar pratiklerinin ayırt edici özelliklerinden biri haline geliyor. Buna karşın hukukun, belirli ölçüde öngörülebilirlik sağlayan bir niteliği var. Diğer yandan Mümtaz Soysal’ın ünlü vurgusu ve eleştirisini anımsarsak; Türkiye’de anayasaların, dolayısıyla hukukun her şeyi bir anda dönüştürebilecek bir sihirli değnek olarak görüldüğüne dair… Türkiye özelinde, Osmanlı modernleşmesinin başlangıcından bugüne, bir süreç olarak, toplumsal reformları ve dönüşümleri hukuk ile destekleme ya da hukuk aracılığıyla yaratmaya yönelik kaygının izlerini görebiliriz, 1876 tarihli Kanun-i Esasi’den bugüne; hatta şimdi yine bir yeni anayasa tartışmasının içindeyiz.

 

Bu durum aslında modern toplumun gelişimine eşlik eden modern hukukun niteliği ile bağlantılı, büyük kodifikasyonlar olarak kendini gösteren. Onun da tarihini Kod Napolyon’a, yani Fransız Medeni Kanunu’na kadar götürebiliriz. Modernleşmeyle birlikte insanın toplumsal yaşamı dönüştürme iradesini ortaya koyması, bu iradeyi somutlaştırması ve sabitleştirmesi olarak hukukileşmenin tüm toplumsal ilişkilere yayıldığı bir süreçtir bu. Toplumu yeniden düzenleme ve hatta yeni toplumu yaratma isteğinin yansımaları olarak değerlendirebiliriz hukuk reformlarını. Bu noktada hukukun toplumu dönüştürmeye yönelik yukarıdan müdahalelerle sınırlı bir işlevi olmadığını tekrar tekrar vurgulamakta yarar var. 19. yüzyıldan itibaren, önce güçlenen işçi sınıfı mücadelesi, ardından kadın mücadelesi, sömürgeciliğe karşı yürütülen mücadeleler ve bugün, bunlarla birleşen ve güçlenen çevre ve LGBTİ mücadelesinin izlerini hukuki düzlemde görmek olanaklı.

 

Tüm toplumsal ilişkilerin düzenleyicisi olan hukuku yaratan ve uygulanmasına yön veren iktidar ilişkileri bir yandan Ceren’in söylediği gibi, hukuk devleti ilkesi ardında görünmez hale gelir. Hukuk; siyasi iktidarın yanı sıra bütün sömürü ve tahakküm ilişkilerini görünmez kılan bir araç işlevini yerine getirebiliyor, çünkü gayrişahsi bir düzen olarak ortaya çıkan hukuk düzeninde, herkesin eşitliği, tüm fiili eşitsizlikleri örtebiliyor. Ama öte yandan bu hukuki düzenin aynı zamanda da bir mücadele alanı olduğunu unutmamak gerekiyor. Bu mücadele alanında, çok uzun bir dönemden bu yana, özellikle 2. Dünya Savaşı’nın ardından insan haklarının kurumsallaşması da bir olgu olarak kendini gösteriyor. Bu gelişmenin katalizörlerinden biri de Doğu Bloku ve Batı Bloku arasındaki sosyal haklar ve birinci kuşak haklar da dediğimiz burjuva hakları arasındaki rekabet.

 

İşte bu toplumsal ve siyasi zemin üzerinde bölgesel insan hakları sözleşmeleri kurumsallaşıyor, ulusal devletleri bağlayıcı, toplumsal kazanımları yansıtan kurallar gelişiyor, bunların bağlayıcılığını güvence altına alan İnsan Hakları Avrupa Mahkemesi gibi kurumlar ortaya çıkıyor. Berlin Duvarı’nın yıkılmasıyla birlikte 90’lar, tüm eksiklerine rağmen, insan haklarının gelişiminde bir zirve noktası oluşturuyor diyebiliriz. Liberal bir demokrasiye geçen Doğu Bloku ülkelerinde geniş bir haklar kataloğuna sahip anayasalar yürürlüğe girer bu dönemde, bunların güvencesi olarak anayasa mahkemeleri kurulur. Siyasi iktidarın sınırını insan haklarının çizdiği, bu sınırın bekçisi olan kurumların geliştiği bir dönem bu. Bu tasviri, dönemi bir altın çağ olarak göstermek için yapmıyorum. Tabii ki öyle değil, fakat bugün nefes almayı güçleştiren konjonktüre kıyasla önemli gelişmelerin kurumsallaştığı bir dönem olduğu da inkâr edilemez bence. İşte 2008 yılında tüm dünyada hissedilen, kapitalizmin krizine eşlik eden bir sistem krizi, beraberinde yükselen sağ popülist dalgayla birlikte, çoğulcu özgürlükçü demokrasinin, asla tamamlanmamış, fakat önemli kazanımları yansıtan kurum ve kurallarını ortadan kaldırmaya başlıyor diyebiliriz. Bu yalnızca Türkiye’ye özgü olmayan bir durum. Çoğulculuğun yerini homojen bir toplum idealinin aldığı, toplumun homojenliğinin, her türlü azınlık ve farklılığa düşmanlık üzerinden tanımlandığı, “hakiki” toplumu iç ve dış düşmanlar karşısında koruyacak, temsili değil organik liderlerin yükselişte olduğu bir dönemde yaşıyoruz bugün.

 

Organik lidere sadakat ve bu tür liderlerin iradesinin hukuk olduğu bu popülist eğilim karşısında, muhalefetin, on yıllarca süren mücadelelerin kazanımlarını yansıtan hukuki alana başvurmaya çalışması, kaçınılmaz hale geliyor. Keyfilik ve belirsizlik karşısında, Türkiye’de de örneğin ceza kanunu ya da 1982 Anayasası, asgari bir öngörülebilirlik kaynağı olarak asgari bir güvence gerçekten ve bu niteliğiyle, toplumsal hareketlerin zayıfladığı bir dönemde, adeta tek referans noktası haline geliyor ezilenler ve sömürülenler için. Ama burada bir çelişki ortaya çıkıyor kaçınılmaz olarak. Referans verilen tüm hukuki kazanımlar, toplumsal mücadelelerin sonucunda elde edilmiş ve hukuki alanı biçimlendirebilmeleri, artlarındaki toplumsal desteğe bağlı. Bugün için yalnızca hukuki alana başvurulduğunda, bu defa örneğin iş, ceza ya da çevre meselelerine dair davalarda, bireysel davacılar ya da davalılar olarak yalnız bir mücadele yürütmek zorunda kalıyorsunuz. Öte yandan otoriter iktidarlar, yargı üzerindeki denetimlerinin artmasıyla birlikte, bu hukuki süreçleri yönlendirmek ve dayanışmayı hukuki alanda kırmak açısından çok fazla olanağa sahip. Bir grup içinde yalnızca belirli insanlara dava açılması ya da Barış Bildirisi sürecinde gördüğümüz üzere, herkese ayrı mahkemelerde dava açılması gibi… Kısacası hakların kazanılması kolektif mücadelenin sonucu iken, yalnızca hukuki alana sıkışmış bir mücadelenin ayrıştırıcı bir etkisi olabiliyor.

Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesi'nden mezun olduktan sonra Paris II Üniversitesi'nde uluslararası kamu hukuku alanında yüksek lisans ve doktora eğitimini tamamladı. 2000 yılından itibaren ders verdiği İstanbul Üniversitesi’nden 2016 yılında KHK ile ihraç edildi. Çalışmalarına Humboldt Üniversitesi Karşılaştırmalı Demokrasi Merkezi'ne bağlı olarak devam eden Kıvılcım'ın son yıllardaki yayınları otoriter hukuk, mülteci hakları ve feminist hukuk alanına yoğunlaşmaktadır. Yakın zamanda yayınlanan çalışmaları: “The Politics of Legality of the Authoritarian Liberal Regime in Turkey”, Regime Change in Turkey: Neoliberal Authoritarianism, Islamism, and Populism, Ezgi Pınar, Errol Babacan, Melehat Kutun, Zafer Yılmaz (der.) Routledge, 2021; “Feminism and Displacement”, The Routledge Global History of Feminism, edited by Bonnie G. Smith and Nova Robinson, Routledge, Ocak 2022.

Lisans eğitimini Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesi’nde tamamlandıktan sonra, Hukuk Felsefesi ve Sosyolojisi alanında Ankara Üniversitesi’nde yüksek lisans ve Marmara Üniversitesinde doktora derecesi aldı. “Hukuk Eliyle Talim ve Terbiye: Toplumsal Değişme ve Hukuk İlişkisi Çerçevesinde Zorunlu Eğitim” başlıklı bir kitabı, çok sayıda kitap bölümü ve makalesi bulunuyor. Akçabay’ın çevirisi olan Ann Scales’in “Hukuki Feminizm: Aktivizm, Savunma ve Hukuk Kuramı” kitabı Dost Kitabevi Yayınlarından 2019 yılında çıkmıştır. Akçabay’ın araştırma alanları toplumsal değişim ve hukuk, feminist hukuk yaklaşımı, eleştirel hukuk çalışmaları, meşruluk ve yargı bağımsızlığıdır.

İstanbul Üniversitesi’nde hukuk eğitimi aldı. 2004’te aynı üniversitenin Genel Kamu Hukuku Anabilim Dalı’nda asistan olarak göreve başladı. Yüksek lisans ve doktorasını yine İstanbul Üniversitesi’nde kamu hukuku alanında tamamladı. 2013 yılından bu yana Türk-Alman Üniversitesi Hukuk Fakültesi’nde çalışıyor. Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi ve İnanç Özgürlüğü (Kitap Yayınevi, 2006), Hukuk Devleti (İletişim Yayınları, 2014) ve Demokrasiyi ve Anayasayı Korumak (İletişim Yayınları, 2022) başlıklı kitaplarının yanı sıra çeşitli dergilerde yayınlanmış makaleleri bulunuyor.

©2021  blog.insanhaklariokulu.org.
Tüm hakları saklıdır.

web tasarım: mare.design

E-bültenimize abone olarak duyurularımızdan haberdar olabilirsiniz.

Yayınlanan yazıların içerikleri sadece yazarların sorumluluğu altındadır ve Hollanda Büyükelçiliği ve /veya KAGED’in görüşlerini yansıtmak zorunda değildir.