Hukuk ve Siyasi Rejim: Anayasa – Şule Özsoy ve Dinçer Demirkent ile Söyleşi

Ceren Akçabay, Zeynep Kıvılcım ve Berke Özenç akademik, siyasal ve toplumsal alanda hukuka referansla siyasi rejime ilişkin yürütülen güncel tartışmalara katkı sunmak amacıyla, her ay yeni bir konu üzerine iki konuk ile yaptıkları söyleşilere devam ediyorlar. Şule Özsoy ve Dinçer Demirkent ile Türkiye ve dünyadaki otoriterleşme süreçlerinde anayasaların rolü üzerine yaptıkları tartışmayı yayımlıyoruz.

 

Ceren Akçabay: Merhabalar hoş geldiniz. İzin verirseniz kısa bir belirleme yaparak başlayalım. Türkiye’nin modernleşme sürecinde yeni bir anayasa ya da kapsamlı anayasa vaadinin siyasi alandaki temel tartışmalardan biri olduğu söylenebilir. Dolayısıyla anayasalardan beklenen süreklilik ve istikrar sağlayıcı işlevin Türkiye özelinde özellikle geçersiz olduğu bir gerçek. Hatta ironik bir şekilde anayasalar bir yandan siyasi krizlerden çıkışın reçetesi, diğer yandan siyasi krizlerin nedeni olarak değerlendirildi Cumhuriyet tarihi boyunca. Bu tartışmanın içeriğinden bağımsız olarak her iki görüşün ortak bir noktaya işaret etmesi önem taşır belki de. Cumhuriyet tarihini siyasi krizlerin ve olağanüstü hallerin biçimlendirdiği kabulünden hareket edildiğinde Türkiye’nin siyasi iktisadi ve toplumsal krizinin derinleştiği bugünlerde siyasi iktidarın yeni anayasa söylemini kullanma çabası pek de şaşırtıcı değil. Diğer yandan siyasi muhalefetin önemli bir bölümünün de parlamenter sisteme dönüşü esas alan anayasa değişikliğini temel bir vaat olarak ileri sürdüğünü görüyoruz. Anayasanın kurumsal olarak sağlayamadığı istikrara rağmen siyasi söylem düzeyindeki sürekliliği dikkate alındığında AKP dönemi anayasacılığının özgün ve geleneksel yanlarını ve bu dönemi küresel bir bağlam içinde nereye yerleştirebileceğimizi, Dinçer Demirkent ve Şule Özsoy ile tartışacağız.

 

Berke Özenç: Hoş geldiniz tekrar. İlk soruyu da ben yönelteyim.  AKP dönemi anayasacılığını tartışırken Türkiye’de anayasacılık hareketleri üzerine önemli eserler veren Bülent Tanör’ün bir saptamasından yola çıkmak istiyoruz. Tanör, Türkiye’nin İnsan Hakları Sorunu eserinde doksanların insan hakları ihlallerinin ağır tablosunu ayrıntılı bir şekilde tasvir etmesine rağmen bir noktaya işaret eder yine de. Türkiye’nin kurum ve kurallarıyla anayasal yönetim anlayışına dair bir birikimi olduğunu ileri sürer. Sizce Cumhuriyet tarihi açısından böyle bir birikimden söz edilebilir mi? Ve AKP dönemi anayasacılığı bu bu açıdan nasıl değerlendirilebilir?

 

Şule Özsoy: Ben de böyle düşünüyorum, tabii Tanör’ün bir öğrencisi olarak ondan etkilenmiş de olabilirim. Cumhuriyet’in birtakım devralınan kurumları olduğuna inanıyorum. Fakat Tanör’den farklı olarak bu gelişim sürecinde ileri geri hareketler biçiminde devam eden, adeta sarkacı andıran bir hareket olduğunu düşünüyorum. Osmanlı-Türk anayasal gelişmeleri içinde AK Parti dönemini de bu süreçlerden birisi olarak görüyorum. Siyasal düzen uzunca bir süredir ileri geri hareketlerle demokrasi/yarı demokrasi ile (askeri ve/veya sivil) otoriterlik arasında salınıp, başladığı noktaya geri dönmekte; AKP dönemi de bu salınımdaki süreçlerden birisi. Otoriterlik, sivil ise, yarı-demokratik ortamda seçimle alınan iktidarı teslim etmemek için kamu kaynaklarına yaslanarak kurulmuş da olabilir, peşi sıra bunu kesen askeri bir otoriterlik ya da yarı-demokratik dönemi kesen askeri bir otoriterlik de olabilir. Oluşan otoriterliklerin türü farklılaşabilir. Ancak otoriter süreçlerin tercih ettikleri kurumlarda benzerlikler bulunmaktadır. Tıpkı yarı-demokratik dönemlerin kurumsal tercihlerinin benzemesi gibi. Sarkaç döngüsünü Osmanlı tarihinden, 19. yüzyıldan başlatmak da mümkün. Özellikle İkinci Meşrutiyet’le birlikte görünür hale gelen bir döngüsellik var. Döngüsellik içerisinde düzenli olarak otoriter dönemlerle kesintiye uğrayan bir demokrasi talebi olduğunu düşünüyorum. Batılılaşma/modernleşme, laikleşme, demokratikleşme yanlısı reformist güçlerle laikleşme, demokratikleşme, modernleşme karşıtı güçler arasındaki yoğun güç mücadelesinden; gücü ele geçirenin kendi dünya ve devlet görüşünü, kimlik anlayışını anayasalar eliyle empoze etmesinden beslenen bir döngüsel hareket bulunduğunu düşünüyorum. Ve doğrusu bu noktada bazı ortak kurumlar da görebiliyoruz biz. Yarı-demokratik evrelerin tümünde meclisin güçlendiğini, hak ve hürriyetlerin güçlendiğini, iktidarın sivil bir şekilde ve rekabetçi olarak el değiştirebildiğini görüyoruz. Buna karşılık otoriter dönemlerde de yürütmenin güçlendiği, kontrol-dengenin zayıfladığı, yasamanın zayıfladığı, yargının siyasi etki altına girdiği, yürütmenin, yasamayı fesih ya da seçimleri yenileme yetkilerinin, kanun gücünde kararname yetkilerinin güçlendiği, medeni ve siyasal hakların güçsüzleştiği gözlenmekte. Özellikle düşünce, örgütlenme, toplantı-gösteri, basın özgürlükleri gibi siyasal katılıma ilişkin özgürlüklerin zayıflaması bu otoriter ve sivil dönemlerin benzeşen noktaları için ölçüt teşkil ediyor.

 

Sivil otoriterlik evrelerinde benzeşen husus, görece demokratik evrede iktidarı ele geçirmeleri ve çeşitli patronaj yollarıyla kamu gücünü iktidarda kalmak için kullanmaları, bir tür rekabetçi otoriterliğe evrilmeleridir. AKP de bunu yaptı.  Yani burada AK Parti dönemi de bu otoriter evrelerde gördüğümüz tipik araçları kullanan bir dönem. O bakımdan bu sarkacın otoriterlik aşamasına denk düşüyor. Ama şöyle bir özgünlüğü var. Şimdiye kadar bu otoriter araçlar mevcut anayasalara uygun hareket ettiler, yani parlamenter sistemden çıkma yoluna gitmediler. Burada biz -daha fazla bir imkan bulabildiği için elbette- iktidarın bunu neopatrimonyal bir otoriterliğe dönüştürebildiğini, bir kişi otoriterliği tesis edildiğini, anayasanın bu yönde değiştirildiğini görüyoruz. Bunun çok ileri noktalara gelmiş olan bir sivil otoriterlik dönemi olduğunu düşünüyorum. Özgün olan yönü, otoriterliğinin türü ve bunun üst yapı kurumu olan cumhurbaşkanlığı hükümet sistemini hayata geçirebilmiş olması.

 

Özenç: Teşekkürler hocam. Dinçer söz sende.

 

Dinçer Demirkent: Şule Hoca bir döngüsellikten bahsetti. Yani geri dönüşleri olan demokratikleşme ve otoriterleşme süreçlerinin arasında gidip gelen bir sarkaç gibi düşünebiliriz belki söylediğini. Ben bu soruyu, ikiye ayırarak yanıtlamaya çalışacağım. Birincisi, Türkiye’nin anayasal birikimi var mı ve ikincisi AKP bu birikimin neresinde duruyor?

 

Anayasal birikimi, anayasa hareketleri bakımından kavramak gerektiğini düşünüyorum. Toplumsal mücadelenin, sınıf mücadelesinin, tanınma mücadelelerinin hukuki norm ve ilkelere nasıl yansıtıldığını, hukuki biçime nasıl çevrildiğini sanırım öncelikli olarak ele almak gerek. Bu norm ve ilkeleri, kurumları da çatışmaların devamlılığına zemin sağlayıp sağlamadığına, sınırları nasıl çizdiğine göre değerlendirmeyi öneriyorum. Bu çerçevede Türkiye’nin anayasa tarihini, birikimini değerlendirmek için Mümtaz Soysal’ın Dinamik Anayasa kitabında kullandığı iki kavramı, açıklık ve kapalılık kavramlarını kullanacağım. Bir anayasa neye açıktır? Bir anayasal düzen neye açıktır? Neye kapalıdır? AKP dönemini de bu çerçeve içinde ele almak gerektiğini düşünüyorum. AKP dönemini Türkiye’nin anayasa tarihi içerisindeki benzer otoriter dönemlerden ayrıştırırken, anayasal düzenin kapalılığında niteliksel bir fark olduğunu savunuyorum.

 

Anayasal belgelere bakmak bir yol. Türkiye’de, 1808, 1839, 1856’dan bahsederiz anayasal belgeler olarak. Monarşinin, bölgesel güç sahipleri ile arasındaki mücadele (1808), devletin modern bir forma kavuşturulması için ve tabii devletler sisteminin büyük güçlerinin baskısıyla tebaanın haklarına ilişkin ortaya çıkan belgeler. Sonrasında anayasalı dönemi, 1876-1908’den başlatırız; bir mücadeleyi, yine devletler arası boyutu dikkate alır, parlamenter sistemin kurumsallaşmasını görürüz. “1908’de parlamenter sistem kurumsallaştı” deriz, “1924 Anayasası Türkiye için bir tür Westminster Sistemi yaratabilirdi” deriz. Neden yaratmadığını, Takrir-i Sükûn ile olağanüstü araçlar ile açıklarız, siyasal birliğin biçimine ilişkin sınıfsal, etnik, cinsiyete dayalı tercihlerin anayasal düzenin devamını sağlayan kurumlara ve anayasal normlara nasıl yansıdığını tartışırız. “1961 Anayasası’nda haklar ve özgürlükler alanı anayasal seviyede kuruldu, kurumsallaştı” deriz. Bülent Tanör’ün 1961’de gördüğü anayasaların hukukileştirici, siyasallaştırıcı ve toplumsallaştırıcı etkisini anlatırız. Fakat bu dönemde hangi partilerin hangi gerekçe ile kapatıldığına baktığımızda anayasanın kapalı bir kararla oluştuğunu görürüz; TİP’nin kapatılmasını hatırlatırız örneğin. 1971 darbesinin ve ardından 1982 Anayasası’nın siyasal düzene ilişkin açık bir karar, sertleşen bir sınıf mücadelesinin ardından Türkiye’nin anayasal birikimine bir deli gömleği giydirmek olduğunu görürüz. 1982  Anayasası’nda kurulan düzenin 1990’larda toplumsal mücadelenin etkisiyle zayıfladığını söyleyebiliriz. ‘95’te ilk büyük değişikliğin ardından Avrupa Birliği süreciyle beraber 2001 ve 2004’te temel varsayımlarının bile değiştiğini görmek mümkün.

 

Çok çok kısa ele aldığım şey bir birikim mi? Evet. Ne açıdan? Öncelikle anayasal normların toplumsal mücadelelerde dengelere ilişkin kalıcılık arayışı olarak ortaya çıkması açısından. Sonrasında anayasanın temeli olan iki unsurun erkler ayrılığı ve temel haklardaki gelişim bakımından. Türkiye anayasa tarihinin en kapalı anayasası olan 1982 dahi 1961’de yaratılan anayasa sistematiğini önemli ölçüde bozamadı örneğin.

 

Açıklık, kapalılık kavramları bu birikim bakımından otoriter-liberal dönemler döngüsünden daha açıklayıcı olabilir kanısındayım. Burada şuna bakıyoruz: Bir anayasa hangi siyasi hareketlere açık, yurttaşlığın ve hakların sınırlarını neye göre çiziyor? Dolayısıyla kapalılığın sınırları nerede başlıyor? Günümüzden örnek verelim. Örneğin 1982 anayasal düzeni ile kurulan siyasi parti sisteminin esası, sosyalistlerin ve Kürtlerin adlarıyla temsil edilmemesine dayanıyordu. Barajın aşılması, 2015-2017 arasında sistemdeki niteliksel kapanmanın gerekçelerinden biri oldu. Yani anayasal birikim aslında bize şunu anlatıyor: Toplumsal mücadeleler, anayasanın kapalı olduğu alanlarda yoğunlaşıyor, bu alanları zorluyor. Anayasal erke sahip olanlar ya da siyasal erk sahipleri bunlara tepki veriyor: Açılıyor ya da daha da kapanıyor. Her koşulda birikim, biriktirenler yararına, yani anayasayı açmak isteyenler yararına.

 

AKP’nin niteliksel farkı şu: 12 Eylül faşist cuntası haklar ve özgürlükler alanındaki kapalılığı darbe ile yaratmıştı; onun kurduğu kapalılığı uca taşıyan AKP, anayasayı kullanarak bunu yapıyor. Bu dünya ölçeğinde uygulamaları olan yeni bir fenomen: David Landau’nun yerinde kavramsallaştırmasıyla, suistimalci anayasacılık. Bu ise anayasa hareketleri ve anayasanın orijinal konumu bakımından önemli bir nokta.

 

Özenç: Teşekkür ediyoruz.

 

Zeynep Kıvılcım: Ben de bu ikinci soruda Avrupa’nın diğer ülkelerindeki otoriterleşme dalgası ya da hareketiyle ilişkilendirmek istiyorum bugünkü tartışmamızı. Sizlerin de bildiği gibi Avrupa’da otoriter siyasi rejimler ve anayasa ilişkisine bakacak olursak Macaristan gibi bazı örneklerde yeni bir anayasanın hazırlanıp yürürlüğe koyulduğu ancak Polonya ve Türkiye gibi örneklerde ise iktidarların var olan anayasa ile devam ettiğini görüyoruz. Diğer yandan örneğin Polonya’da yürürlükte olan 1997 Anayasası’nın rejime karşı yükselen toplumsal muhalefet tarafından ve kitlesel gösterilerde sahiplenilen bir sembol haline geldiğini, anayasal direniş olarak adlandırılan bir olgunun kendini gösterdiğini, toplumsal muhalefetin anayasal politikanın aktif bir parçası haline geldiğini görüyoruz. Bunları dikkate aldığımızda sizce otoriter rejim, anayasa ve toplumsal muhalefet ilişkisini nasıl değerlendirmek gerekir?

 

Özsoy: Şimdi, biraz önce anlatmaya çalıştığım şey: AK Parti döneminin diğer otoriterliklerden anayasa değişiklikleriyle farklılaşan, birtakım demokratik kurumları bütünüyle ortadan kaldırmayı başaran bir süreci var; bir diğer nokta da Türkiye’nin askeri otoriterlik dönemlerinden farklı olarak, kurumsal dayanağı zayıf bir tür kişisel otoriterlik getirmesidir. Bugün geldiğimiz noktada Anayasaya 2017 değişiklikleriyle getirilen üst yapı kurumları neopatrimonyal bir diktatörlüğün ihtiyaç duyabileceği kurumlardır. Patronaj ağının en tepesindeki kişinin, hukukun üstünlüğü ve denge-denetleme olmadan devlet kurumlarına tamamen hâkim olabilmesini amaçlayan bir model öngörülüyor. Atama, görevden alma, kamu kaynaklarını kontrol etme gücüyle bürokrasiye bütünüyle hakim olabilmesini öngörecek şekilde yeniden dizayn edilmiş bir merkez devlet teşkilatı görüyoruz. Hatta atama yetkileriyle ve diğer araçlarla yargıya nüfuz etmiş bir siyasi güç görüyoruz. Devlet teşkilatını bütünüyle yeniden dizayn etme yönüyle askeri otoriterlikle benzeşen ileri bir aşamaya varmış sivil bir otoriterlik var karşımızda. Ama aynı zamanda bir kişi için dizayn edilmiş bir sistem söz konusu. Oysa askerler bir ideolojiye ve kurumsal güçlerine dayanıyorlardı. Neopatrimonyal otoriterliklerin bir özelliği olarak, hukuk içi boşalmış, bir maskeye indirgenmiş durumda. Bir kabuktan ibaret. Anayasanın birçok hükmü ihlal edilebiliyor, görmezden gelinebiliyor. Temel haklarla, Cumhuriyet’in nitelikleriyle ilgili olan birçok kural aslında varmış gibi görünmüyor. Askıya alınmış gibi görünüyor. Uygulamada çok dikkate alınmıyor anayasanın bu tür hükümleri. Bununla birlikte neden neopatrimonyal yapının devleti yeniden dizayn etmeye hizmet eden hükümleri anayasaya giriyor? Madem anayasa göz ardı edilebiliyor. Meşruluğunu özgür ve adil olmayan bir rekabet ortamında da olsa seçimlerden alan bir yapı bu. Dolayısıyla anayasanın bazı hükümleri o meşruluk için gerekli hale gelmiş durumda, kendine bir anayasal dayanak yaratmış durumda ama onun dışında özgürlüklerle olan ilişkisi tamamen hukuku bir kabuk biçiminde algılamak. Bu tüm diğer neopatrimoyal otoriterliklerde olduğu gibi aslında hukuka uygun yöneten bir rejim değil. Dolayısıyla anayasayla ilişkisi nasıl? Anayasayla ilişkisi işine geldiği hükümlerden yetkilerini ve iktidarının meşruluğunu alabileceği hükümlerle sınırlı. Bunun dışında iktidarını sınırlayabilecek olan -başta özgürlükler olmak üzere- diğer ilke ve kurallarla barışık olmayan bir ilişki olduğunu düşünüyorum. Hak ve hürriyetlerle olan ilişkisi bunları görmezden gelmek; varmış gibi yapmak ama bambaşka şekilde hareket etmek şeklinde, diyebilirim.

 

Anayasanın değiştirilemez hükümlerine -insan haklarına saygılı, demokratik, laik, sosyal bir hukuk devleti olunması- ve temel hak ve hürriyetlere ilişkin 1995, 2001 ve kısmen 2004’te elde edilen kazanımlar toplumsal muhalefetin özgürlükler açısından dayanağını oluşturuyorlar. Ve hala hukuka dayalı olarak, yürürlükteki anayasaya dayalı olarak iktidara dönüp bakın benim ifade özgürlüğüm, örgütlenme özgürlüğüm, anayasal haklarım var, diyebiliyorlar.  İşte anayasanın 90. maddesinin son fıkrasına dayanarak İnsan Hakları Avrupa Sözleşmesi’nin anayasallık bloğundaki yerine işaret edebiliyorlar. Dolayısıyla özgürlükler kısmında var olan kazanımlara tutunmak gerekiyor. Bunlar şimdi anlamlı gelmese de AKP sonrasında ortaya çıkan hukuksuzlukları gidermede yol gösterici olacaklardır. Ama devlette cumhuriyet kurumlarının birikimleri merkez devlet teşkilatında özellikle ortadan kalkmış durumda. Daha önceki otoriterliklerden en önemli farkı bu derece ileriye giderek bu teşkilatı yeniden kendi otoriterlik tarzına uygun olarak biçimleyebilmesinde yatıyor. Ama hala toplumsal muhalefetin anayasada tutunabileceği tutamak noktaları var diye düşünüyorum.

 

Kıvılcım: Çok teşekkürler. Dinçer, size söz verelim.

 

Demirkent: Türkiye’de 1982 Anayasası’nın muhalefet bakımından neden tartışmalı olduğuna değinerek bir giriş yapayım. 1982 Anayasası neredeyse kabul edildiğinden beri Türkiye’de siyasal ve toplumsal muhalefet bu anayasaya karşı; darbe anayasasına karşı ses çıkardı ve ilk ses çıkaranlar da aslında sol muhalefet oldu. Önemli ölçüde örgütleri dağıtılmış, örgütlenme hakları ellerinden alınmış bir muhalefetten bahsediyorum. ‘80’lerin sonuna doğru örgütlenme mücadeleleri başlıyor; sendikalar, öğrenci dernekleri, siyasi partiler 90’ların başından itibaren kapalı kapılara dayanıyor. Memur sendikaları örneğin bu mücadele ile kuruluyor; ücretlerdeki düşüşe karşı mücadele böyle başlıyor. Kürtler hakları için mücadele etmek için yasal partilerini kuruyorlar… Seksenlerin sonundan beri 1982 Anayasası’nın değiştirilmesi, demokratik bir anayasa yapılması tartışması başlıyor. Neredeyse bütün toplumsal muhalefetin gündeminde bir yönüyle bu anayasanın kapa​​ttığı kapıları açmak var.

 

2007’den beri AKP bu anayasayı değiştirme vaadinde bulunurken “Bu bir darbe anayasasıdır” ifadesini kullanıyor. 2011’de bir anayasa uzlaşma komisyonu kuruldu. Komisyon dönemi siyasal söyleminde anayasa gayrimeşru ilan edildi.  Dönemin İçişleri Bakanı “Anayasayı tanımıyorum” dedi. Dönemin Başbakanı “Anayasa Mahkemesi’nin kararlarını tanımıyorum” dedi. 1982 Anayasası, 2007’den önceki haliyle standart bir burjuva demokratik/liberal anayasa haline gelse de itibarsızlaştırılmış bir anayasa; 2010’dan itibaren de açıkça anayasasızlaştırılmış bir düzenin anayasası. Dolayısıyla Polonya’da olduğu gibi, Türkiye’de 1982 Anayasası’nın muhalefete dayanak olması mümkün de değil, makul de değil.

 

Fakat Şule Hoca’ya katıldığım nokta şu: “Bizim anayasal haklarımız var” sözü önemli. İşte ilk soruya yanıt verirken dediğim birikim ile ilgili. Anayasayı açma mücadelesi verenlerin yarattıkları norm ve kurumlarla ilgili. “Bizim anayasal haklarımız var” demek 1982 Anayasası’nın ötesinde bir anlam ifade ediyor. Bir toplantı gösteri yürüyüşünde birisi ters kelepçeyle, işkenceyle tutuklandığında, darp edildiğinde “Bizim anayasal haklarımız var” sözünü hala duyuyoruz, duyacağız, duymalıyız da. Birincisi bu, önce bunu söylemek gerek. İkincisi şu: Teknik olarak “Bir türev kurucu iktidar yetkisi kullanılarak rejimi değiştiren 2017 anayasa değişikliğini nasıl kavramalıyız?” sorusuna bir yanıt üretilmiş değil. Türev kurucu iktidar-asli kurucu iktidar ayrımını gözden geçirmek zorunda olduğumuzu düşünüyorum.

 

2017 değişiklikleri ile Türkiye’nin anayasasının neye açık ve neye kapalı olduğu da tamamen değişti. Yani düzlemi değişti aslında. Örneğin 2007’den beri yoğun bir şekilde başlayan anayasanın değiştirilemez maddelerinin, temel ilkelerinin yani diğer anayasal normlarla somutluk kazanan, ete kemiğe bürünen ilkelerin değiştiğini görüyoruz. Örneğin laiklik bakımından kurumsal düzeyde büyük bir dönüşüm yaşandı. Cumhuriyetin nitelikleri bakımından yeni bir anayasal düzenin anayasa suistimal edilerek yaratıldığı açık. Bu sadece hukuk tanımazlıkla, anayasayı bir maske haline getirmekle ilgili değil. Bir inşa ile de ilgili. Bunun siyasal-iktisadi zemininde olduğunu söylemeye gerek yok sanıyorum.

 

Son sözüm şu olsun: Türkiye’de buna direnenlerin “Anayasa, anayasal haklarımız var” dediği şeyin de artık 1982 Anayasası değil, (Türkiye’deki ve dünyadaki) toplumsal mücadelelerle kazanılan anayasal haklar, bu anayasal haklar ve ilkeler ve yaratılan anayasal kurumlar olduğunu düşünüyorum.

 

İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesini bitirdi. Aynı Üniversitede kamu hukuku yüksek lisansı yaptı. University of Essex’de (İngiltere) insan hakları hukuku alanında Ph.D derecesi aldı. İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesinde araştırma görevlisi olarak çalıştı. 2002 yılında İnsan Hakları Avrupa Mahkemesi’nde hukukçu olarak görev yapmıştır. 2004 yılında Galatasaray Üniversitesi Hukuk Fakültesi’ne yardımcı doçent olarak, 2011 yılında da anayasa hukuku doçenti, 2017 yılında da profesör olarak atandı. Avrupa insan hakları hukuku, İnsan hakları teorisi, hükümet sistemleri, Türk anayasa hukuku başlıca akademik çalışma alanlarıdır. “1982 Anayasasının Yapım Süreci”, “Measuring Compatibility with the European Convention on Human Rights: The Turkish Example in the Free Speech Context”, “Başkanlı Parlamenter Sistem”, “Dünyada Başkanlık Sistemleri” isimli kitapları, yerli ve yabancı çok yazarlı kitaplarda ve dergilerde yayınlanmış makaleleri mevcuttur.

1983 İzmir doğumludur. Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi Anayasa Kürsüsü’nde çalışmakta iken 7 Şubat 2017’de KHK ile ihraç edildi. Doktora derecesini aynı fakülteden, “Türkiye’nin Anayasal Düzeninde Cumhuriyetin İki Kuruluşu ve Dinamik Cumhuriyet Kavramı” başlıklı tezi ile almıştır. Doktora tezinden üretilmiş, Bir Devlet İki Cumhuriyet adlı kitabı Ayrıntı Yayınları’ndan, Murat Sevinç ile birlikte kaleme aldıkları Kuruluşun İhmal Edilmiş İstisnası kitabı İletişim Yayınları’ndan basılmıştır. Anayasa tarihi, cumhuriyetçilik, kurucu iktidar, siyasal temsil konuları üzerine çalışmalarını sürdürmektedir. Ayrıntı Dergi yayın kurulu üyesidir, çeşitli dergilerde yazmaya, dersler hazırlamaya devam etmektedir.

Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesi'nden mezun olduktan sonra Paris II Üniversitesi'nde uluslararası kamu hukuku alanında yüksek lisans ve doktora eğitimini tamamladı. 2000 yılından itibaren ders verdiği İstanbul Üniversitesi’nden 2016 yılında KHK ile ihraç edildi. Çalışmalarına Humboldt Üniversitesi Karşılaştırmalı Demokrasi Merkezi'ne bağlı olarak devam eden Kıvılcım'ın son yıllardaki yayınları otoriter hukuk, mülteci hakları ve feminist hukuk alanına yoğunlaşmaktadır. Yakın zamanda yayınlanan çalışmaları: “The Politics of Legality of the Authoritarian Liberal Regime in Turkey”, Regime Change in Turkey: Neoliberal Authoritarianism, Islamism, and Populism, Ezgi Pınar, Errol Babacan, Melehat Kutun, Zafer Yılmaz (der.) Routledge, 2021; “Feminism and Displacement”, The Routledge Global History of Feminism, edited by Bonnie G. Smith and Nova Robinson, Routledge, Ocak 2022.

Lisans eğitimini Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesi’nde tamamlandıktan sonra, Hukuk Felsefesi ve Sosyolojisi alanında Ankara Üniversitesi’nde yüksek lisans ve Marmara Üniversitesinde doktora derecesi aldı. “Hukuk Eliyle Talim ve Terbiye: Toplumsal Değişme ve Hukuk İlişkisi Çerçevesinde Zorunlu Eğitim” başlıklı bir kitabı, çok sayıda kitap bölümü ve makalesi bulunuyor. Akçabay’ın çevirisi olan Ann Scales’in “Hukuki Feminizm: Aktivizm, Savunma ve Hukuk Kuramı” kitabı Dost Kitabevi Yayınlarından 2019 yılında çıkmıştır. Akçabay’ın araştırma alanları toplumsal değişim ve hukuk, feminist hukuk yaklaşımı, eleştirel hukuk çalışmaları, meşruluk ve yargı bağımsızlığıdır.

İstanbul Üniversitesi’nde hukuk eğitimi aldı. 2004’te aynı üniversitenin Genel Kamu Hukuku Anabilim Dalı’nda asistan olarak göreve başladı. Yüksek lisans ve doktorasını yine İstanbul Üniversitesi’nde kamu hukuku alanında tamamladı. 2013 yılından bu yana Türk-Alman Üniversitesi Hukuk Fakültesi’nde çalışıyor. Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi ve İnanç Özgürlüğü (Kitap Yayınevi, 2006), Hukuk Devleti (İletişim Yayınları, 2014) ve Demokrasiyi ve Anayasayı Korumak (İletişim Yayınları, 2022) başlıklı kitaplarının yanı sıra çeşitli dergilerde yayınlanmış makaleleri bulunuyor.

©2021  blog.insanhaklariokulu.org.
Tüm hakları saklıdır.

web tasarım: mare.design

E-bültenimize abone olarak duyurularımızdan haberdar olabilirsiniz.

Yayınlanan yazıların içerikleri sadece yazarların sorumluluğu altındadır ve Hollanda Büyükelçiliği ve /veya KAGED’in görüşlerini yansıtmak zorunda değildir.