Akademik özgürlüklere yönelik tehditlerin arttığı ve sıradanlaştığı bir dönemden geçiyoruz. İhlaller konusunda bazı ülkeler daha görünür. Otoriter hükümetler akademik özgürlükleri ihlal etmeye hiç kuşkusuz daha eğilimliler. Ancak “demokratik” ülkelerde yaşanan gelişmeler ve kimi kez gözden kaçan bazı uygulamalar da artık tehdit ve ihlallerin bir sistem meselesi olmadığını ortaya koyuyor. Bununla birlikte tehdit ve ihlaller sistemden bağımsız olarak belirli bir sistematik içinde gelişiyor. Öncelikle için için yanan ateşi harlamak için bir “olay” gerekiyor. Ardından “söylem”, sonunda da özgürlükler alanını daraltan “hukuki çerçeve” geliyor.
Fransa’nın “olay”ı, tarih ve coğrafya öğretmeni Samuel Patty’nin 16 Ekim 2020’de mülteci statüsünde olan Müslüman bir genç tarafından başının kesilerek öldürülmesiyle başladı. İddialara göre cinayetin arka planında, Patty’nin dersinde Muhammed peygamberin Charlie Hebdo’da yayımlanan iki karikatürünü ifade özgürlüğü çerçevesinde öğrencilerine göstermesi bulunmaktaydı. “Olay” başlı başına vahimdi. Ancak ilginç olan, İslami teröre yönelik infialin çok kısa bir sürede üniversiteyi ve “bazı” akademisyenleri de kapsayan bir “söylem”e zemin hazırlamasıydı.
Bir “olay”ın hedef değiştirerek serseri mayın gibi üniversiteyi de içine alması ilk kez olmuyordu. 2015 Paris saldırılarının ertesinde dönemin başbakanı Manuel Valls akademisyenleri terörist eylemlere, bilimsel açıklama getirmeye çalışırken, meşruiyet kazandırmakla, neredeyse bahane bulmakla suçlamıştı. Başbakanın yaklaşımı Fransa’nın önde gelen akademik kurumları ve sosyal bilimcilerinin sert tepkisine yol açmıştı. Ancak niyet hasıl olmuş, üniversitelere ve belirli disiplinlere yönelik kuşku tüketime sunulmuştu. Güvensizliği hangi çevrelerin nasıl tüketeceği belirsizdi. Açık olan ise, “normal” koşullarda bir araya gelemeyen çevrelerin üniversiteler söz konusu olduğunda sessiz bir ittifak içine girmeleriydi.
Samuel Patty “olay”ında ise, hükümet çevrelerinin ve bazı akademisyenlerin tepkilerinin hızı dikkate alındığında belli ki bir fikri hazırlıktan geçilmişti. Nitekim Milli Eğitim Bakanı Jean-Louis Blanquer cinayetin üzerinden bir hafta geçmeden islamo-goşizmin üniversiteleri yıkıma uğrattığını, kesişimsellik kavramını kullananların toplulukları ve kimlikleri özselleştirdiklerini ve “terörizmin entelektüel suç ortakları” olduklarını ileri sürdü.[1] Akademi önce ikiye bölündü. Tartışmalar sürdükçe “evet, ama”larla bölünmeler çoğaldı. Ardından E. Macron sahneye çıkarak, akademik camianın iyi bir “arpalık” olduğu düşüncesiyle sosyal meselenin “etnikleştirilme”sini desteklediğini, bu durumun ise cumhuriyet için bir tehdit oluşturduğunu iddia etti. Üniversiteye karşı başlatılan cadı avı, bu kez biraz daha farklıydı. Öncelikle tehdit söyleminin içi boşaltılmış olsa da akademik literatürden devşirilmiş bir kavramsal çerçevesi vardı. Öte yandan yalan yanlış da olsa belirli disiplinlerin ve araştırma yöntemlerinin bilimselliğini sorgulamaya ve itibarsızlaştırmaya yönelik bir strateji söz konusuydu.
Kavramsal çerçevenin merkezinde yer alan islamo-goşizm, ima ettiklerinin hayattaki karşılığı ve geçerliliği meselesi bir yana geniş çevreler açısından kullanışlı bir özellik taşıyordu. Yalnızca radikal sağ çevreleri değil katı cumhuriyetçileri de ikna eden bir tınısı vardı. Felsefeci Elisabeth Badinter ya da feminist gazeteci ve denemeci Caroline Fourest tarafından da kullanılıyordu.[2] Aslında islamo-goşizm, akademik literatürde bazı özgül durumlarda ortaya çıkan ittifakları açıklamak için başvurulan bir kavramdı. Kavramı ilk kullanan Britanyalı Troçkist gazeteci Chris Harman, The Prophet and the Proletariat: Islamic Fundamentalism, Class and Revolution’da (1994) Thatcher’ın neoliberal politikaları ve 1. Körfez Savaşı koşullarında Batı emperyalizmiyle mücadele etmek için İslami örgütlerle sol arasında yapılan ittifaka gönderme yapmaktaydı. Kavramın Fransa’da dolaşıma sokulması ise, ırkçılık ve antisemitizm üzerine çalışmalarıyla tanınan Pierre-André Taguieff ile oldu. 2002’de yayımlanan The New Judeophobia’da yazar, islamo-goşizmi Fransa’da yükselen antisemit saldırılar bağlamında göçmen topluluklarla radikal sol arasındaki yakınlaşmayı açıklamak için kullanmıştı.[3] Kısacası özgül durumlar için kullanılan kavram, Patty cinayeti konjonktüründe rayından çıkarak çeşitli çevreler tarafından üniversiteyi, akademik özgürlükleri ve bazı alanlarda çalışan akademisyenleri hedef göstermek üzere seferber edildi.
Önce Milli Eğitim Bakanı Blanquer’nin islamo-goşizm açıklamasını destekleyen farklı siyasi eğilimlerden akademisyen ve araştırmacıların imzaladığı 100’ler Manifestosu yayınlandı. Manifesto, Kuzey Amerika kampüslerinden ithal edilen yerlici, ırkî ve dekolonyal çalışmaları ideolojik olarak yaftalamakta, İslamcılığa zemin sağlayan bu tür araştırmaların dinsel ekstremizmle dirsek temasına işaret etmekte ve bakanı Cumhuriyet ve laikliği korumak üzere göreve davet etmekteydi.[4] Manifesto’nun hemen ardından 2000’i aşkın akademisyen ve araştırmacının kaleme aldığı karşı metin dolaşıma girdi. “Yüksek Öğretim ve Araştırmada Eleştirel ve Özgürleştirici Bilgi İçin” başlığını taşıyan metin, George Orwell’in distopik romanı 1984’te yer alan düşünce polisine gönderme yapmakta ve Manifesto’da kullanılan dilin aşırı sağdan devşirilmiş kavramlara dayandığına dikkati çekmekteydi. Bu çerçevede Manifesto’nun özellikle de “ırkî” kavramıyla ima ettiği, ırk, etnisite, toplumsal cinsiyet ya da sosyal konuma yönelik baskıları ele alan çalışmaların ırkçılık yaptığı suçlamasına karşı sosyolojik, eleştirel ve kesişimsel çalışmaların temel meselesinin tam da ırkçılık ve ayrımcılıkla mücadele etmek olduğunu savunmaktaydı.[5] Bildiriler savaşı ile birlikte Fransa’nın kadim hassasiyetleri olan cumhuriyetçilik ve laiklik ilkeleri tartışılmaya başlandı. Fransa’nın bu iki ilke üzerinde sınırları belli bir tartışma geleneği vardı. Zaman zaman şirazesinden çıksa ve sessiz ittifaklara yol açsa da tartışmanın çerçevesi ve tarafları aşağı yukarı belliydi. Ancak bu kez bir farklılık vardı. Tartışmanın odağında üniversite ve akademik özgürlükler bulunmaktaydı. Oysa Fransa “akademik özgürlükler” fikrine yabancıydı. Alanın önde gelen uzmanlarından kamu hukukçusu Olivier Beaud’nun da belirttiği gibi Fransa’da kullanılan kavram, anlamı ve kapsamı itibariyle büyük bir fark olmasa da “üniversiter özgürlükler”di. “Akademik özgürlükler” kavramı, Almanya’da 19. Yüzyıldan itibaren kullanılıyordu. Fransa’da ise kavramın kullanıma girmesi yaklaşık iki yüz yıl sonra, üstelik de sağlıklı bir tartışma zemininin ortadan kalktığı son derece çalkantılı bir ortamda oldu.[6] Olmazsa olmaz “bazı” medya organlarının tartışmayı ustaca köpürttüğü, katı cumhuriyetçiliği ile maruf akademisyenlerin mutat korkularını dile getirdiği, sağın her cinsinin olaydan vazife çıkardığı, akademisyenlerin birbirinin bilimselliğini sorguladığı ve militanlıkla suçladığı bu ortamın, Fransız üniversitelerinin neoliberal dönüşümünü tamamlayacak olan Araştırmanın Programlanması Yasa Tasarısı’yla zamansal olarak örtüşmesi hiç kuşkusuz basit bir rastlantı değildi.
Ekim uzun bir ay oldu. Tam da Araştırmanın Programlanması Yasa Tasarısı’nın Senato’nun önünde bulunduğu bir konjonktürde merkez sağ Les Républicains partisinden Senatör Laure Darcos’un alelacele verdiği ve Yüksek Öğretim Bakanı tarafından da desteklenen değişiklik teklifi gündeme geldi: “Akademik özgürlükler cumhuriyetin değerlerine saygı içinde yerine getirilir.” Değişiklik teklifinin gerekçesinde Fransa’da akademik özgürlüklerin tehdit altında olduğu ileri sürülüyordu. Akademik camia bir kez daha karıştı. Teklifin Eğitim Kanunu’nun “tam bağımsızlık” ve “mutlak ifade özgürlüğü”nü öngören maddesiyle (L 952-2) çeliştiği, üniversitelerde eğitim, öğretim ve araştırmanın her türlü politik ve dinsel vesayetten bağımsız olması ilkesinde gedik açtığı ileri sürüldü. Eleştirilerin yoğunlaştığı bir başka nokta da teklifin Senato tarafından kabul edilmesi durumunda yasanın mevcut hükümetin ve gelecekteki hükümetlerin akademik özgürlüklere yönelik baskılarını kolaylaştıracağı, üstelik aşırı sağın iktidara gelmesi durumunda bu fırsatın sonuna kadar kullanılacağı tehlikesiydi. Bu noktada verilen örneklerin başında Brezilya ve Türkiye yer alıyordu. Bazı yayın organları ve akademisyen platformlarında değişiklik durumunda hukuki çerçevenin de açtığı imkanlarla Brezilya ve Türkiye’de olduğu gibi belirli araştırma alanlarının yasaklanabileceği, sansüre uğrayabileceği, kriminalize edilebileceği konusundaki endişeler dile getirildi.[7]
Bu kadar çalkantının ortasında Fransa’da akademik özgürlük ifadesi iç hukuka girdi. 2021-2030 dönemini kapsayacak olan ve yüksek öğrenimi ilgilendiren Araştırmanın Programlanması Yasası’na “Akademik özgürlükler Fransız yüksek öğretimi ve araştırmasının mükemmeliyetinin teminatıdır. Bu özgürlükler eğitimci-araştırmacıların anayasal bir nitelik olan bağımsızlığı ilkesi uyarınca kullanılırlar.” (md. 15) hükmü eklendi. Hüküm muğlak olsa da maksat hasıl olmuş, pandemi, akademisyenlerin ve üniversite öğrencilerinin çığ gibi büyüyen sorunları arasında Fransa üniversitelerinin neoliberal dönüşümü gerçekleşmişti.
Ortalık biraz durulacakken Şubat 2021’de Yüksek Öğretim ve Araştırma Bakanı Frédérique Vidal, kendi ifadesiyle üniversitelerde bir “kangren” oluşturan postkolonyal çalışmalar gibi bazı araştırma “akımları”nın yaygınlığı konusunda Ulusal Bilimler Araştırma Merkezi’nden (CNRS) bir rapor talep edeceğini açıkladı. Tepkiler yine yükseldi; akademisyenler meşreplerine göre yeniden hizalandılar, kimileri bakanın istifasını istedi. Neyse ki CNRS saygınlığını koruyarak topa girmedi; Üniversite Rektörleri Konferansı ise bir açıklama yaparak üniversitelerdeki islamo-goşizmle ilgili kısır tartışmanın yeniden alevlenmesi karşısında şaşkınlığını ifade etti.
Fransa, Patty “olayı”nın da verdiği ivmeyle üniversiteler ve araştırma alanlarının siyasetçiler ve medya tarafından kavgaya çekildiği bir dönemden geçiyor. 2022’de Başkanlık seçimleri yapılacak. Partiler arasında İslam, göç ve güvenlik ekseninde kıyasıya bir mücadele sürüyor. Aşırı sağda Rassemblement National’in adayı Marine Le Pen ve Reconquête’in adayı Eric Zemmour’un nasıl bir üniversite tahayyül ettiğini tahmin etmek güç değil. Başkanlık için mücadele eden iki kadından biri olan Les Républicains’in adayı Valérie Pécresse ise, Ile-de-France Bölge Konseyi başkanı olduğu 2016 yılında bölgenin toplumsal cinsiyet, ayrımcılıklar ve eşitsizlikler konusundaki çalışmalara 2006’dan beri verdiği mali desteği kesmesiyle hatırlanıyor. Üstelik üniversiteler ve araştırma alanları konusunda son iki yıldır yaşanan kıyasıya mücadelede akademik özgürlüklerin cumhuriyetin değerlerine saygı içinde yerine getirilmesi teklifini veren senatör Laure Darcos dışında da partisinde “gidişata dur deme” yanlısı çok sayıda isim var. Ipsos/Sopra Steria’nın en son anketine göre[8] yarışta en önde giden Emmanuel Macron’un (%24) tutumu, özellikle son iki yıldır yaşanan cadı avında hem “şahsı”, hem de Milli Eğitim Bakanı ve Yüksek Öğretim ve Araştırma Bakanı’nın icraat ve söylemleriyle zaten ortada. Ipsos/Sopra Steria’nın anketi sol adayların oy oranının %10’un altında olduğunu gösteriyor. Dolayısıyla üniversiteleri kolay günlerin beklemediğini söylemek bir kehanet olmaz.
[1] Joan W. Scott,”ttaques contre les libertés académiques en France”, https://academia.hypotheses.org/29919.
[2] Joan W. Scott,”ttaques contre les libertés académiques en France”, https://academia.hypotheses.org/29919.
[3] Yasser Louati, “What Does İslamo-Gauchisme Mean Fort he Future of France and Democracy”, https://berkleycenter.georgetown.edu/responses/what-does-islamo-gauchisme-mean-for-the-future-of-france-and-democracy.
[4] Nicolas Roux ve Vera Shchukina, “L’islamo-gauchisme’, une supercherie intellectuelle. Retour sur le Manifeste des Cent”, https://www.contretemps.eu/islamo-gauchisme-manifeste-100-universite-vidal/.
[5] “Pour un savoir critique et émancipateur dans la recherche et l’enseignement supérieur”,
[6] Marc-Olivier Bherer, “’Le savoir en danger’ d’Olivier Beaud: sans liberté académique point de salut”, https://www.lemonde.fr/idees/article/2021/10/29/le-savoir-en-danger-d-olivier-beaud-sans-liberte-academique-point-de-salut_6100304_3232.html.
[7] Léo Thiery,“Universités: Quand le Sénat veut mettre au pas la recherche”, https://www.lemondemoderne.media/universites-quand-le-senat-veut-mettre-au-pas-la-recherche/.
[8] https://www.ipsos.com/fr-fr/presidentielle-2022/presidentielle-2022-emmanuel-macron-toujours-en-tete-des-intentions-de-vote.
Ortaöğrenimini Notre Dame de Sion Fransız Kız Lisesi’nde, yüksek öğrenimini Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi’nde tamamladı. 1982’de İstanbul Üniversitesi İktisat Fakültesi Uluslararası İlişkiler Bölümü’nde araştırma görevlisi oldu. “Türk Ocakları (1912-1931)” başlıklı teziyle A.Ü Siyasal Bilgiler Fakültesi’nden doktor unvanını aldı. Marmara Üniversitesi Fransızca Kamu Yönetimi Bölümü ve Galatasaray Üniversitesi Siyaset Bilimi Bölümü’nde öğretim üyesi olarak çalıştı. 2017’de emekliye ayrıldı. İmparatorluktan Ulus-Devlete Türk Milliyetçiliği: Türk Ocakları (1912-1931); Yurttaşlık ve Demokrasi; “Makbul Vatandaş”ın Peşinde – II. Meşrutiyet’ten Bugüne Vatandaşlık Eğitimi; Türkiye’de Ermeniler: Cemaat, Birey, Yurttaş (G. G. Özdoğan, F. Kentel ve K. Karakaşlı ile birlikte) ve Kültür Politikasına Giriş: Kavramlar, Modeller, Tartışmalar başlıklı kitapları ve milliyetçilik, vatandaşlık ve kültür politikasıyla ilgili makaleleri yayımlanmıştır. 2004’te Afet İnan Tarih Araştırmaları Ödülü’nü, 2018’de Mülkiye Büyük Ödülü’nü aldı.
-
Füsun Üstelhttps://blog.insanhaklariokulu.org/yazar/fusunustel/Mart 31, 2022
-
Füsun Üstelhttps://blog.insanhaklariokulu.org/yazar/fusunustel/Mart 30, 2022