Türkiye’de sadakat kavramının son dönem siyasi ve hukuki seyrini izlemenin rejimin niteliği konusunda sağlam bir fikir vereceğini düşünüyorum. Sadakat kavramı, özellikle kamu görevlilerinin olağanüstü hal kararnameleri ile ihracının ardından gündeme geldi. Fakat aslına bakarsanız henüz olağanüstü hal ilan edilmeden ve ihraç kararnameleri gündemde yokken kamu görevlilerinin sadakat yükümlülüğünü ele alan uyuşmazlıklarda ciddi bir artış olduğunu söylemek gerek ki bunun rejimin seyrini izlemek bakımından önemli olduğunu düşünüyorum. Zeliha Hacımuratlar Sevinç ve İnci Solak Akman’ın sadece bir kaynağı izleyerek sunduğu veriler bu konuda ilk elden bir fikir verebilir. Devlet Memurları Kanunu’na ilişkin uyuşmazlıklarda devlete sadakat ya da sadakat konusunda Danıştay ve (2016 sonrasında) İstinaf Mahkemelerinin 1989’da 1, 2002-2007 arasında 8 kararı varken, 2013 sonrasında 160 kararı var.[1] Sadakat beklentisi kamu görevlileri ile sınırlı değil ve üç yönlü genişliyor.
Birincisi beklentinin içeriği. Sadakat beklentisi, gerek mahkeme kararları gerekse de hükümet sözcülerinin açıklamaları dikkate alındığında sonsuzca genişliyor. Anayasa ve kanunlara sadakat beklentisi rejime, hükümete ve daha doğrudan Cumhurbaşkanına sadakate kadar evriliyor. Anayasa’nın 129/1. Maddesi ve Devlet Memurları Kanunu’nun 6. ve 7. Maddeleri, kamu görevlilerinin anayasa ve kanunlara bağlılığı ile tarafsızlığını temel alırken, Anayasa Mahkemesi ve idari yargının devlete sadakat kavramında ısrar etmesi nasıl açıklanabilir? Devlete sadakat ifadesini, -parlamentodaki görüşmeler sırasında değişse de- Güvenlik Soruşturması ve Arşiv Araştırması Kanunu’na sokmaya çalışan niyet nedir? Hükümet yetkilileri niçin sürekli olarak bir şirket mantığıyla ve Anayasa’nın 70. Maddesinde her yurttaşa mesleğin gereklerini yerine getirmek koşuluyla tanınmış hakka karşın “İstediğimizle çalışırız” anlayışında? Kamu görevine giriş için yapılan sınavlarda neden sürekli cumhurbaşkanı ile ilgili ya da cumhurbaşkanının başkanı olduğu siyasi partinin ideolojisine uygunluğu test eden sorular sorulmakta? Bu soruların yanıtı olarak Türkiye’de sadakat beklentisinin anayasa ve kanunlara sadakatin ötesinde ve hatta ona aykırı olarak bir siyasi angajmana ve onun liderine yöneldiği söylenebilir. Anayasa ve kanunlara sadakat ile tarafsızlık ilkeleri, anayasaya aykırı olarak inşa edilmekte olan rejime yöneltilmiştir. Bu rejime ve onun liderine sadakat duymayanlar şüphelidir; ya diken üstünde tutulur ya da göreve girişleri ve görevde kalmaları engellenir. Bu eğilimin yargının kamu görevinden ihraçlara ilişkin kararlarında öne sürdüğü gerekçeyle simetrik olduğu ortada. Kamu görevlilerinin kamu hizmetini icra ederken devlet hiyerarşisi içinde anayasa ve kanunlara uygun davranması, eylemlerini yönlendiren başka bir hiyerarşiye tabi olmaması beklentisi, partileşen devlet kadroları bakımından da geçerli değilmiş gibi davranılsa da eşdeğerdir. Kararların parti teşkilatları tarafından mı yoksa kamu bürokrasisi tarafından mı verildiğinin belli olmadığı bir siyasal rejimde, sadakat beklentisinin bu kadar genişletilmesi elbette anlamlıdır.
İkincisi, sadece yüksek bürokratlar, güvenlik bürokrasisi, diplomatlar ya da istihbarat çalışanları gibi hükümetin sadakat beklentisinin makul karşılanabileceği personel bakımından değil, tüm kamu görevlileri bakımından, hatta özel sektörde iş arayanlar için bu sonsuzca genişleyebilen kavramın sosyal hayatta belirleyici olabilmesi. Fişleme mekanizması olarak işleyen güvenlik soruşturmalarının özel sektöre kadar sirayet ettiğini izliyoruz. Örneğin cumhurbaşkanına hakaretten yargılandığı bilgisi, kişinin kamu ya da özel sektörde çalışmasına engel olabiliyor. Ya da siyasi fikirlerini sosyal medya mecralarında dile getirdiği için özel sektör çalışanı ya da kamu görevlisi olarak suçlanabiliyor, çalışma hayatını etkileyen güçlüklerle karşılaşabiliyor. Dolayısıyla sadece hükümet tasarruflarını uygulayan kamu bürokrasisini değil, kamu işçileri de dahil olmak üzere tüm kamu görevlilerini kapsayan ve özel kesimde çalışanları bağlayan bir sadakat rejiminin yaratıldığını ya da yaratılmaya çalışıldığını söylemek gerekir.[2] Cumhurbaşkanına hakaret suçunu düzenleyen TCK’nin 299. Maddesinin kanunilik kriterleri taşımamasının Vedat Şorli kararıyla AİHM tarafından tespitini aklımızda tutarak söyleyelim, bu maddenin sadakat rejiminde önemli bir rolü olduğu ortada.
Üçüncüsü ise sadakat beklentisinin artık herkese başka tür bir özel bağlılık zorunluluğu olarak yöneltilmesi ve bu beklentinin bir kişide, cumhurbaşkanında toplanmasıdır. Artık cumhurbaşkanına hakaret davalarındaki ihlallerin ötesine geçecek biçimde ona bağlılık duyma sorumluluğuna varan, cumhurbaşkanını sevmemeyi cezalandıran bir sadakat rejiminin içindeyiz. Cumhurbaşkanı Koronavirüs hastalığına yakalandığını duyurduktan sonra, yurttaşların dileklerine hükümetin ve yargının verdiği tepkiler bağlamında sadakat kavramının kamusal görünümlerinin ötesine geçen özel bir alana taşındığını varsayabiliriz. Sadakat duyma ve bunu gösterme nasıl ikbal kapılarını açıyorsa sevgi duymadığını göstermenin de her türlü sosyal dışlanmanın ve çoğu zaman cezalandırmanın gerekçesi olduğuna tanıklık ediyoruz. Bu bakımdan sporcu Derya Büyükuncu’nun başına gelenler paradigmatiktir. Cumhurbaşkanının hastalıktan kurtulması için dua etmeyeceğini, duasının aksi yönde olacağını anladığımız paylaşımı bir daha Türkiye’de yarışmasını ömür boyu engelleyen Federasyon Kararı, yargının çıkardığı yakalama kararı ile sonuçlandı. Yani cumhurbaşkanına sevgi göstermemeyi ifade etmenin de suç olduğu bir dönemdeyiz.
Bu üç boyutuyla, sadece kamusal görünümleriyle ele alınabilecek siyasal bir kavramın, özel ile kamusal olanı birbirine geçiren karmaşık bir iktidar teknolojisinin merkezi unsuru haline getirildiğini öne sürüyorum.
Sadakat Sorgusu ve Belirsizlik Rejimi
Sadakat sözcüğü Arapça kökenli. Dostluk, güvenilirlik, doğruluk, içten bağlılık gibi sözcüklerle akrabalığı var. Bunu özellikle olağanüstü halin ilanından sonra hukuku ve hayatı belirleyen bağlılık etrafında dönüp duran kavramlarla birlikte düşünmek gerek: Üyelik, mensubiyet, iltisak, irtibat. Anayasa Mahkemesince iptal edilmesine rağmen ve masumiyet karinesi ihlaline karşın herhangi bir sonuç doğurmamış “Milli Güvenlik Kurulunca Devletin milli güvenliğine karşı faaliyette bulunduğuna karar verilen yapı, oluşum veya gruplara üyeliği, mensubiyeti” veya iltisakı yahut bunlarla irtibatı olduğu hükümetçe hükme bağlanmış ekli listelerde yer alan isimlerin kamusal ve özel hayatlarını altüst eden bu sözcüklerin de sadakat ile bir akrabalığı var. Bu akrabalık ilişkileri, sadakat kavramının rejimin hükmetme teknolojilerindeki merkeziliği bakımından temel önemde.
Türkiye’de enflasyon kadar hızlı artan tek şey belki de ülkede terörle iltisaklı olmakla ya da cumhurbaşkanına hakaret etmekle ya da devletinin yanında olmamakla suçlanan yurttaşların sayısı. Güvenlik çemberi sadakat ekseninde daraltıldıkça düşmanlaştırılan kesimlerin çemberi büyüyor. Osman Kavala’nın, Selahattin Demirtaş’ın hâlâ cezaevinde tutulduğunu, Aysel Tuğluk ve binlerce hasta mahpusun cezaevlerinde ölümcül koşullarda tutulmasını hukuk ile anlamamız nasıl mümkün değilse, Sedef Kabaş’ın tutuklanmasını anlamamız da mümkün değil. Dolayısıyla hukukbilimin araçlarından başka araçlara da ihtiyacımız var.
Cumhurbaşkanlığı hükümeti, dostunu ve düşmanını ayırırken sadakati bir aks olarak kullanıyor. Anayasaya ve kanunlara sadakat yükümlüğü ve tarafsızlığın yerini belirli ölçütlerle kurulmuş bir test almış durumda ve test şu sorunun cevabını arıyor: Kime sadakat duyuyorsun?
Modern devlet içinde bu sorunun gündeme geldiği anlar, siyasal çözülme ve rejim inşa anları olarak ortaya çıkıyor. Bu anlarda yerleşik hukuk normları, hukuk devleti ilkeleri askıya alınıyor. Modern devletlerin kuruluşunda ya da çözülüşünde gündeme gelen bu süreçlerde sadakat duyulan odağın belirsizleştiğini görüyoruz. Geçiş süreci sonunda demokratik bir rejimin kuruluşu ya da bir diktatörlüğün kuruluşu sadakat odağının yeni konumunu belirleyen itki oluyor.[3]
Bunun paradigmatik bir ifadesini Nazizm’in tarihsel gelişiminde izleyebiliriz. Nazizm’in oluşumunda önemli rolü olduğunu yadsıyamayacağımız Alman militarizminin ana omurgası olan ordunun anayasaya sadakat ifadesini sindiremeyip yeminini vatana sadakate çevirmesinde, buradan da Führer’e sadakate varan lider-parti-devlet birleşmesinde sadakat ilişkisinin merkeziliğini izleyebiliriz.[4] Nazizm’de ırki iltisaklar, komünist irtibatlar ne kadar önemlisiyle Führer’e sadakat de o kadar önemliydi. Nazi Almanya’sında “Alman Ruhu”nu taşımayanların kamu görevinden ihracını sağlayan ırk yasaları kadar[5] Führer’e sadık olmayanların arındırılması da önemliydi. Hitler’in benzer içerikli bir konuşmasının ardından Reichstag’ın aldığı şu kararın ne kadar uzağındayız?
Şüphesiz Führer savaş zamanında, Alman halkının varoluş savaşı verdiği şu zamanda, zaferin kazanılmasına hizmet edecek ya da katkıda bulunabilecek her şeyi yapması için talep ettiği hakka sahip olmalıdır. Bu nedenle Führer’in, ulusun Führer’i, Silahlı Kuvvetlerin Başkomutanı, Hükümetin başı ve yürütme yetkisinin sahibi olarak ister basit bir asker ister subay, ister genç ya da kıdemli memur ister yargıç, ister partinin önde gelenlerinden ister basit bir görevlisi, ister işçi ister maaşlı çalışan olsun her Alman’ın uygun görülen bütün yollarla görevini yerine getirebilmesi için yasalarla bağlı olmaksızın en yüksek yargıç ve Parti’nin lideri konumunda olması gerekmektedir. Eğer özenli bir soruşturmadan sonra bunların görevlerini ihlal ettikleri tespit edilirse kazanılmış hakları gözetilmeksizin, uygun tazminat ödenmeksizin ve öngörülen prosedürler izlenmeksizin görevlerinden alınacaklar ve rütbelerini kaybedeceklerdir.[6]
Dolayısıyla bu rejimde bağlılık ilişkileri iki taraflı işlemekteydi: Hitler’e ya da faşist İtalya’da Musollini’ye sadakat duymak, onu sevmek zorunluluğu; onu sevmeyenleri ya da başkasını sevenleri siyasal birliğin dışında, düşman olarak konumlandırmak demekti. Faşizmdeki sadakat ve sevme zorunluluğunun kanımca en iyi anlatımlarından biri olan Ettore Scola’nın Özel Bir Gün’ündeki gürültüdür. Hitler’in 1938’deki İtalya ziyareti gününde herkesin faşist mitinge katılmak üzere boşalttığı bir büyük bir apartmanda ev işleri nedeniyle kalan bir kadının rejimin düşmanı bir eşcinsel erkekle geçirdiği bir günü konu alan filmde hiç kesilmeyen gürültü Hitler’in sesidir. Sürekli arkadan gelir, komutlarını sıralar, hiç susmaz; Musollini albümlerde, duvarlarda, üniformalardadır. Erkektir, askerdir. İyi bir erkek ve dolayısıyla asker olamayacak kişiyle kurulan ilişki de gürültüyü kesemez. Sadakat ilişkisi Türkiyeli okura tanıdık gelecek bu gürültü içinde kurulur. Bugün televizyonlarda, sokakta, sosyal medyada her gün sorulmakta olan sorunun yarattığı gürültüdür bu: Kime sadakat duyuyorsun?
Bu soru her çınladığında aklıma Barry Levinson’un ötenazi hakkını kullanmak isteyen kişilere kanun yollarından kaçarak yardım eden Ermeni doktor Kevorkian’ı anlatan You Don’t Know Jack filminde doktoru protesto etmek için toplanan kitle içinden sorulan “Senin dinin, tanrın yok mu?” sorusuna verdiği yanıt geliyor: “Var hanımefendi, Johann Sebastian Bach; ve en azından sizinki gibi uydurma değil.” Sadakat kavramının olabilecek en geniş içeriğiyle ve olabilecek en geniş kitlelere karşı bir hükmetme teknolojisi olarak kullanılması, sadakat testinden geçemeyenlerin yurttaşlıkla-düşmanlık arasında, arafta bırakılarak belirsizliğin içine fırlatılmasını sağlıyor. Kevorkian’a sorulan soru, “sosyal medya araştırması” yapıp menfaat sağlayan “duyarlı vatandaşlar”dan, medya tetikçilerine, yükselme hırsları mesleki yeterliliklerinin çok ötesinde olan meslektaşlardan istihbarat örgütüne kadar ulaşan bir ağda her gün soruluyor ve hiçbirinin elinde anayasa gibi somut bir tanrı yok.
[1] Hacımuratlar Sevinç ve Akman, “Devlet Memurlarının Sadakat Yükümlülüğünün Anlam ve Kapsamı Üzerine Bir İnceleme”, Prof. Dr. Metin Günday Armağanı, Cilt I, Atılım Üniversitesi, Ankara, 2020, s. 529-556.
[2] Burcu Karakaş’ın hazırladığı video haberde cumhurbaşkanına hakaret suçunun kişilerin çalışma hayatına nasıl yansıdığı, sosyal medyaları takip edilen kişilerin hangi mekanizmalarla cezalandırıldığı ve cumhurbaşkanına bağlılık üzerinden ne tür çıkarların elde edildiği aktarılıyor: https://www.youtube.com/watch?v=ar5zaNn46VE.
[3] AİHM’nin arındırmaya ilişkin geliştirdiği ölçütler Türkiye mahkemelerinin ölçütlerinin çok ilerisinde olsa da Türkiye’deki duruma bu ölçütler dahi uygulanmaz. Çünkü Türkiye’de demokratik bir rejime geçiş süreci yaşanmamaktadır, rejimin de böyle bir iddiası yoktur. Hükümetin kendi iddialarına bakıldığında bile mesele daha önce gayrihukuki bir iktidar ortaklığı çerçevesinde kamu kurumlarına yerleştirilen, yerleştirilmesine göz yumulan ve sadakati kendi çıkar gruplarına yönelmiş bir cemaatin üyelerinin arındırılmasıdır. Bu arındırma da sadakat konusundaki uyuşmazlıkta ortaya çıkmıştır. Anayasa ve kanunlara sadakat, iktidar ittifakı döneminde de arındırma döneminde de tartışmanın içinde yoktur.
[4] Mehmet Cemil Ozansü, “Sunuş”, Carl Schmitt, Kanunilik ve Meşruiyet, İthaki, İstanbul, 2014 içinde, s. XIX.
[5] Konrad H. Jaraush, “Suç Ortaklığı Muamması: Alman Profesyonelleri ve Nihai Çözüm” Çev. Kıvılcım Turanlı, Nazi Almanyası’nda Hukuk, ed. A. Stenweis, R. D. Rachlin, Zoe, 2021, s. 35.
[6] Robert D. Rachlin, “Roland Freisler ve Volksgenshtshof: Bir Tedhiş Aracı Olarak Mahkeme”, Çev. Kıvılcım Turanlı, Nazi Almanyası’nda Hukuk, ed. A. Stenweis, R. D. Rachlin, Zoe, 2021, s. 84-85.
1983 İzmir doğumludur. Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi Anayasa Kürsüsü’nde çalışmakta iken 7 Şubat 2017’de KHK ile ihraç edildi. Doktora derecesini aynı fakülteden, “Türkiye’nin Anayasal Düzeninde Cumhuriyetin İki Kuruluşu ve Dinamik Cumhuriyet Kavramı” başlıklı tezi ile almıştır. Doktora tezinden üretilmiş, Bir Devlet İki Cumhuriyet adlı kitabı Ayrıntı Yayınları’ndan, Murat Sevinç ile birlikte kaleme aldıkları Kuruluşun İhmal Edilmiş İstisnası kitabı İletişim Yayınları’ndan basılmıştır. Anayasa tarihi, cumhuriyetçilik, kurucu iktidar, siyasal temsil konuları üzerine çalışmalarını sürdürmektedir. Ayrıntı Dergi yayın kurulu üyesidir, çeşitli dergilerde yazmaya, dersler hazırlamaya devam etmektedir.
-
Dinçer Demirkenthttps://blog.insanhaklariokulu.org/yazar/dincerdemirkent/