10 İlde Deprem Nedeniyle Gündeme Gelen Hak İhlallerinin Giderilmesi Açısından Devletin Sorumluluğu

Pozitif Yükümlülükler

Devletin insan haklarına dair sorumlulukları, saygı gösterme, koruma ve yerine getirme/uygulama yükümlülükleri olarak tanımlanır. Devletin bu konudaki yükümlülükleri, söz konusu olacak hakların niteliğine bağlı olarak müdahale etmeme olarak formülleştirilebilecek negatif yükümlülükler ile aktif edimlerde bulunulmasını gerekli kılan pozitif yükümlükler olarak kabul edilmektedir. Maddi anlamda hakkın korunmasına yönelik önleyici tedbirleri ifade eden esasa ilişkin pozitif yükümlülükler yanında, hakkın ihlalinin önlenememesi halinde ihlalin giderilmesine yönelik alınması gereken önlemler ve yargısal süreçlere ilişkin usul (soruşturma/kovuşturma) yükümlülükleri de usulî yükümlülükler başlığı altında pozitif yükümlülükler kapsamında sınıflandırılmaktadır.

 

Devletin pozitif yükümlülüğüne atıf yapan Anayasa maddeleri madde 2 (Cumhuriyetin nitelikleri), madde 5 (devletin temel amaç ve görevleri), madde 10 (kanun önünde eşitlik), madde 17 (yaşam hakkı ve kişinin dokunulmazlığı, maddi ve manevi varlığı), madde 35 (mülkiyet hakkı), madde 36 (hak arama hürriyeti), madde 40 (temel hak ve hürriyetlerin korunması), madde 56 (sağlık hizmetleri ve çevrenin korunması) ve madde 125’tir (yargı yolu).

 

Bu bağlamda Anayasa Mahkemesi’nin pozitif yükümlülüklerin genel çerçevesine ilişkin yaklaşımı ise şöyledir:

Pozitif yükümlülüğün ortaya çıkması için yetkililerce, belirli bir kişinin hayatına yönelik gerçek ve yakın bir tehlikenin bulunduğunun bilinmesi ya da bilinmesi gerektiği durumların varlığı kabul edildikten sonra, böyle bir durum dahilinde, makul ölçüler çerçevesinde ve sahip oldukları yetkiler kapsamında bu tehlikenin gerçekleşmesini önleyebilecek şekilde kamu makamlarının önlem almakta başarısız olduklarının tespiti gerekmektedir.[1]

 

Depremler özelinde devletin pozitif yükümlülüklerin genel çerçevesi açısından ise Danıştay’ın bir kararında belirttiği üzere,

Bilindiği gibi, ülkemiz, jeolojik ve topoğrafik yapısı nedeniyle büyük can ve mal kayıplarına yol açan deprem felaketleriyle sık sık karşılaşan ülkelerin başında gelmektedir. Afetlerin önlenmesi ve zararların azaltılması amacıyla alınması gereken tedbirleri araştırmak, bu konudaki temel hedef ve politikaları belirlemek, ülke içindeki bilimsel, teknik ve idari çalışmaları koordine etmek, ortak  sonuçları tüzük, yönetmelik, talimat ve eğitim yoluyla uygulamaya aktarmak ve denetlemek, afet zararlarının azaltılması amacıyla ulusal ve uluslararası işbirliği, proje ve programları oluşturmak, elde edilen sonuçları uygulamaya aktarmak, afete uğramış ve uğrayabilecek bölgeler ile yapı veya ikamet için yasaklanmış afet bölgelerini tespit ve ilan etmek, afet bölgelerinde yapılacak yapılarla ilgili kuralları, yapı tekniklerini ve projelendirme esaslarını tespit etmek, depremleri ve etkilerini incelemek, elde edilen sonuçlara göre deprem katalogları ve ülkenin deprem haritalarını hazırlamak ve geliştirmek ve depremlerden dolayı hasar görmüş yapıların takviye ve onarım yöntemleriyle ilgili çalışmalar yapmak Devletin görev, yetki ve sorumlulukları arasında bulunmaktadır.[2]

Bunun yanında Danıştay’a göre, “deprem açısından yöredeki bu kaçınılmazlık, idarelerin üzerine düşen görevleri yerine getirmeleri açısından daha özenli hareket etmeleri gerekliliğini doğurmaktadır.[3]

 

 

Sorumluluğun Kapsamı

Deprem gibi afetler yaygın literatürde ani gelişen doğal afet olarak adlandırılsa da insan faaliyetlerinin afetlerdeki etkisi ve 21. yüzyıl teknolojileri sayesinde öngörülebilir risklerin varlığına rağmen alınmayan önlemler, insan kaynaklı afet kategorisinin de tartışılmasını mümkün kılmaktadır. Depremin büyüklüğü karşısında, yapılar ve insanlar üzerindeki etkisi anlamına gelen şiddetinin azaltılması aynı zamanda bir kamu yönetimi ve hukuk sorunudur. Şiddetin artmasına neden olan ise, kent planlamasındaki hatalar, çevresel bozulma, ormansızlaştırma, iklim krizi ve insan onuruna yaraşır, güvenli barınma koşullarını sağlayacak kamusal kaynaklara eşitsiz erişim sorunlarıdır. Afet yönetimindeki her aşamada doğa karşısında insan kaynaklı sorumluluğun dikkate alınması gereklidir.[4]

 

Afet yönetimi açısından iki aşama ve dört boyutun söz konusu olduğu kabul edilmektedir. İlk aşamada önleme ve zarar azaltma boyutları, ikinci aşamada ise müdahale ve iyileştirme boyutları yer almaktadır. Her bir boyut açısından devletin sorumluluğu aşağıda incelenecektir.

 

Önleme ve zarar azaltma kapsamında öncelikle risk değerlendirmesi yapılmalıdır. Riskli yerlerin sınıflandırılması ve tespiti bu kapsamdadır.[5] Riskin azaltılması ise tehlikenin niteliğine, derecesine göre dayanıklı yapı tekniklerinin ve diğer güvenlik önlemlerinin alınmasını gerektirir.

 

Nitekim Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi (AİHM) tarafından Türkiye’ye karşı verilen Öneryıldız Başvurusu kararı (B. No: 48939/99, k.t. 30/11/2004), afet yönetimi bakımından yukarıda kurulan çerçeveyi hukuken teyit etmektedir. Karara göre,

Bu yükümlülüğün, söz konusu etkinliğin kendine özgü niteliklerine ve insan hayatı açısından oluşturduğu potansiyel riske uygun olarak hazırlanan yönetmeliklere özellikle önem verilmesi gereken tehlikeli etkinlikler için de geçerli olduğu şüphesizdir. Bu yönetmelikler etkinliğe ruhsat verilmesini, hazırlanılmasını, etkinliğin işletimini, güvenliğini ve denetimini düzenlemeli; tüm ilgililerin açığa çıkan riskler nedeniyle hayatı tehlikeye girebilecek vatandaşların etkili bir şekilde korunmasını sağlamaya yönelik pratik önlemleri almasını zorunlu hale getirmelidir. Bu önlemler arasında, AİHS kurumlarının içtihatları tarafından belirlenen kamunun haber alma hakkına da özellikle önem verilmelidir. Avrupa standartlarındaki yakın tarihli gelişmeler de bu yorumu desteklemektedir. Her halükârda, ilgili yönetmelikler, söz konusu etkinliğin teknik yönlerini de göz önüne alarak, ilgili süreçteki eksiklikleri ve farklı düzeylerdeki sorumlular tarafından yapılmış olabilecek hataları belirlemeye yönelik süreçler oluşturmalıdır (§90).

 

Benzer yönde Anayasa Mahkemesi’nin yaklaşımı ise şöyledir:

Önleyici tedbirlerin alınmaması sonucu meydana gelen can kayıplarından Devletin sorumluluğunu gerektiren durumlarda, Anayasa’nın 17. maddesi gereğince oluşturulması gereken “etkili bir yargısal sistem”in kapsamında, etkinliğe dair belirlenmiş asgari standartları karşılayan ve soruşturmanın bulguları çerçevesinde adli cezaların uygulanmasını sağlayan bağımsız ve tarafsız bir resmi soruşturma usulünün bulunması gerekir. Bu gibi davalarda, yetkili makamlar büyük bir gayretle ve ivedilikle çalışmalı ve ilk olarak olayın meydana geliş koşulları ile denetim sisteminin işleyişindeki aksaklıkları, ikinci olarak da söz konusu olaylar zincirinde herhangi bir şekilde rol oynayan Devlet görevlileri ya da makamlarını tespit etmek için resen soruşturma açmalıdır.[6]

Ek olarak,

[İ]hmal suretiyle meydana gelen ölüm olaylarında Devlet görevlilerinin ya da kurumlarının bu konuda muhakeme hatasını veya dikkatsizliği aşan bir ihmali olduğu, yani olası sonuçların farkında olmalarına rağmen söz konusu makamların kendilerine verilen yetkileri göz ardı ederek tehlikeli bir faaliyet nedeniyle oluşan riskleri bertaraf etmek için gerekli ve yeterli önlemleri almadığı durumlarda (…) insanların hayatının tehlikeye girmesine neden olan kişiler aleyhine hiçbir suçlamada bulunulmaması ya da bu kişilerin yargılanmaması 17. maddenin ihlaline neden olabilir.[7]

 

Müdahale ve iyileştirme ise, deprem gerçekleştikten sonra ilk yapılması gerekenler (arama, kurtarma, ihtiyaç ve hasar değerlendirmesi) dâhil, afetten etkilenen alanların rehabilitasyonu (asbest dâhil tehlikeli atıkların çevre ve halk sağlığı için bertaraf edilmesi, enkaz kaldırma), salgın hastalıkların önlenmesi, öznelerin rehabilitasyonunu ve yeniden inşayı ifade etmektedir. İlgili yerin risk durumu ışığında, yeni deprem ya da artçıların olması ihtimali ve bunların olası etkilerine ilişkin önleyici tedbirleri içerecektir. Anayasa Mahkemesi bu konuda şu hükümleri vermiştir:

[Y]asal düzenlemelerde, bir afetin meydana gelmesinden sonra yapılacak kurtarma, yaralıları tedavi, barındırma, ölüleri gömme, yangınları söndürme, yıkıntıları temizleme ve felaketzedeleri iaşe gibi hususlarda uygulanmak üzere görev ve görevlileri tayin, toplanma yerlerini tespit eden bir programın valiliklerce düzenleneceği, bu programların uygulanmasının valiliklerce kurulacak kurtarma ve yardım komitelerince sağlanacağı, deprem afetinin gerçekleşmesi sonrasında tehlikeli durumu ve binaların gördüğü hasar bakımından yıktırılması ve boşaltılması gerekenler hakkında, o il ve ilçenin en büyük mülki amirine durumun rapor edilmesi ve bu makamlarca böyle binaların derhal boşalttırılmasının gerektiği, lüzumu halinde yapılarda meydana gelen hasarı tespit etmek üzere Bayındırlık ve İskan Bakanlığının isteği üzerine diğer bakanlık, kurum ve kuruluşlar, mahalli idareler, üniversiteler ve meslek odaları, konusunda deneyimli yeteri kadar inşaat mühendisi ve/veya mimarı hasar tespiti çalışmalarında derhal görevlendirmekle yükümlü oldukları kurala bağlanmıştır (…) Vali ve AFAD yetkililerinin, alınabilecek tedbirlere ilişkin asli yükümlülüklerinin bulunduğu anlaşılmaktadır.[8]

 

Bunun yanında, etkili soruşturma yükümlülükleri bu aşamada da karşımıza çıkacaktır. Anayasa Mahkemesi’ne göre,

[E]tkililik ve yeterliliği temin adına soruşturma makamlarının resen harekete geçmesi ve ölüm olayını aydınlatabilecek, sorumluların tespitine yarayabilecek bütün delillerin toplanması gerekmektedir. Soruşturmada ölüm olayının nedeninin veya sorumlu kişilerin ortaya çıkarılması imkanını zayıflatan bir eksiklik, etkili soruşturma yürütme kuralıyla çelişme riski taşır.[9]

 

Depreme müdahale aşamasında yürütülmesi gereken arama kurtarma faaliyetleri, sonrasında alınacak tedbirler ve bölgeye yapılacak yardımlar kamu hizmeti olarak örgütlenmiştir ve bu hizmetlerin yerine getirilmesi idarenin sorumluluğundadır. Bu noktada, arama kurtarma faaliyetlerinin gerektiği gibi yerine getirilmemesi sonucunda doğan zararlar (ölüm, mülkiyet kaybı) ile idarenin faaliyeti arasında illiyet bağının varlığının ispatlanması halinde idarenin hizmet kusuru nedeniyle tazmin sorumluluğu gündeme gelebilecektir.[10] Bu noktada AİHM ise devletin sorumluluğunun altını şu hükmüyle çizmektedir:

2. madde uyarınca yaşamı korumak için tüm önlemleri almaya yönelik kesin yükümlülük, her şeyden önce, Devlet’e yaşama hakkını tehdit eden durumlara karşı etkin bir caydırma mekanizması oluşturacak yasal ve idari çerçeve oluşturmak ve bunun için de bağımsız ve tarafsız bir resmi soruşturma usulü sağlamak zorundadır (bkz. mutatis mutandis, Hugh Jordan/İngiltere, sayı 24746/94, §§ 105-109, AİHM 2001-III, ve yukarıda anılan Paul ve Audrey Edwards, §§ 69-73). Bu gibi davalarda, yetkili makamlar büyük bir gayretle ve ivedilikle çalışmalı ve ilk olarak olayın meydana gelme şartları ile denetim sisteminin işleyişindeki aksaklıkları, ikinci olarak da sözkonusu olaylar zincirinde herhangi bir şekilde rol oynayan Devlet görevlileri ya da makamlarını saptamak için inisiyatifi kendileri alarak soruşturma açmalıdır.[11]

 

 

İdarenin Sorumluluğu

6771 sayılı Kanunun (2017) yürürlüğe girmesi sonrasında, idari örgütlenme içerisinde, yerine getirmekle yükümlü oldukları kamu hizmeti ve/veya kolluk faaliyeti dolayısıyla depremde sorumluluğu gündeme gelebilecek bakanlıklar ve bağlı-ilgili-ilişkili kuruluşlar şunlardır: 1 Nolu, 4 Nolu Cumhurbaşkanlığı kararnameleri doğrultusunda İçişleri Bakanlığı ve AFAD, Çevre, Şehircilik ve İklim Değişikliği Bakanlığı ve Mekansal Planlama Genel Müdürlüğü; tabiat varlıkları bakımından Kültür ve Turizm Bakanlığı ile Sağlık Bakanlığı’dır. Merkezden yönetimin taşra teşkilatında yer alan vali ve kaymakamlar ile bakanlıkların taşra teşkilatındaki birimler de bu kapsamda kamu gücü kullanabilecek makamlardır.

 

İdarenin sorumluluğu dışında ilgili kamu görevlilerinin cezai sorumluluğu bakımından kısa bir tespit yapmak gerekmektedir. Buna göre, valiler, kaymakamlar ve diğer kamu görevlileri yanında mahalli idarelerin seçilmiş organlarının başkan ve üyeleri bakımından görevleriyle ilgili cezai sorumluluğun (örneğin görevi kötüye kullanma suçu bakımından) işletilmesi, 1999 tarihli 4483 sayılı Memur ve Diğer Kamu Görevlilerinin Yargılanması Hakkında Kanun hükümlerine göre ön izne tabidir. Afet yönetimi aşamalarının her biri (önleme, zarar azaltma, müdahale ve iyileştirme) bakımından kamu görevlisi sorumluların tespiti ve sorumluluklarının yargısal makamlarca araştırılması amacıyla ön izin verilmesi, Anayasa Mahkemesi tarafından yaşam hakkı ihlallerinin giderilmesinde usulî yükümlülükler kapsamında sayılmaktadır.

 

Deprem bölgesinde yer alan iller arasında Adıyaman, Osmaniye ve Kilis dışındaki belediyelerin hepsi büyükşehir belediyesidir. Büyükşehir olan illerde yerel yönetim olarak yalnızca büyükşehir belediyesi ve ilçe belediyesi yapıları söz konusudur. Bunun dışında buralarda merkezi yönetimin temsilcisi valiler ve kaymakamlar ile kaldırılan il özel idareleri yerine görev yapan ve valinin başkanlığında çalışan ve konuyla ilgili görevleri de olan Yatırım İzleme ve Koordinasyon Başkanlıkları (YİKOB) bulunmaktadır. 5216 sayılı Büyükşehir Belediyesi Kanunu uyarınca, büyükşehir, ilçe belediyelerinin imar ve uygulama planlarını denetlemek ve bunlardaki aksaklıkların giderilmesini sağlamakla görevlidir. Bunlar dışında gerçek ya da tüzel kişiler olarak müteahhitler, şantiye şefleri ve yapı denetim kuruluşlarının da İmar Kanunu yanında, 4708 sayılı Yapı Denetimi Hakkında Kanun gereği sorumluluğu gündeme gelebilecektir. Bunlar arasında yapı denetiminde görev alan mühendis ve mimarlar için ilgili odalara kayıt yükümlülüğü söz konusu olduğundan, hizmet bakımından yerinden yönetim kuruluşu olarak meslek odalarının denetim sorumluluğu da gündeme gelebilecektir. Öte yandan İmar Kanunu uyarınca, 2013 yılında yapılan değişikliğin sonucu olarak odaların bir bütün olarak sorumluluğu söz konusu değildir.

 

2011’den sonra (6223 sayılı Yetki Kanunu) ve 6771 sayılı Anayasa Değişikliği Hakkında Kanun (2017) sonrasında, merkezi yönetim ve yerinden yönetim arasındaki anayasal dengenin ilki lehine bozulmuş olmasının kökeninde, yetkilerde yürütme eksenli merkezileşmenin gerçekleşmedir. Bu durum, kentsel planlama, imar ve denetim konularında had safhadadır. Haliyle kentsel alanda yetkili makamlar ile bunların tabi olduğu hiyerarşi ya da üzerindeki idari vesayetten kaynaklı denetim yetkileri (yerine geçerek karar alma dâhil) her seferinde dikkatle tespit edilmelidir.

 

İdare hukukunun Anayasa, mevzuat, yargı kararları ve öğreti tarafından belirlenmeye çalışılan kapsamında idarenin sorumluluğu iki başlık altında incelenmektedir: İdarenin kusura dayanan sorumluluğu ve kusursuz sorumluluğu. İdare, hizmetin geç işlemesi, kötü işlemesi veya hiç işlememesi hallerinde kusurlu sayılmakta ve idarenin sorumluluğu esas alınarak işlem yapılabilmektedir. Hizmet kusuru nedeniyle idarenin sorumlu tutulabilmesi ve tazmin borcunun doğabilmesi için idarenin faaliyeti dolayısıyla kusurlu olduğunun kanıtlanması gerekmektedir. İdarenin kusursuz sorumluluğu ise, idarenin kusurunun bulunmadığı ya da kanıtlanamadığı durumlarda, belli şartların gerçekleşmesine bağlı olarak, söz konusu olmaktadır. Bu sorumluluk türünde, idarenin tazmin yükümlülüğünün doğması için zarar ile idarenin eylem veya işlemi arasında nedensellik bağının ispatının yeterli olduğu kabul edilmektedir. Öğreti ve yargı kararlarında idarenin kusura dayanan ve kusursuz sorumluluğunu ortadan kaldıran veya azaltan durumların varlığı da kabul edilmektedir. Her iki sorumluluk halini de ortadan kaldıran veya azaltan durumlar ise, mücbir sebepler, beklenmeyen durumlar, zarara uğrayan kişinin kusuru ile üçüncü kişinin kusurudur. Mücbir sebepler olması veya zarara uğrayan kişinin kusuru olması halinde idarenin hem kusura dayanan hem de kusursuz sorumluluğu ortadan kalkmaktadır. Beklenmeyen durumlar idarenin bir faaliyetine bağlanırken, mücbir sebeplerde zarara neden olan olay idari faaliyetin dışında kalmaktadır. Mücbir sebepler, Danıştay kararlarında ifade edildiği şekliyle “olumsuz eylem”in tanımlanmaya çalışılmasından önce daha yakından incelenmelidir. 17.08.1999 tarihine değin mücbir sebep olarak kabul edilen deprem, özellikle Danıştay kararlarıyla bu tarihten sonra olumsuz eylem çerçevesinde değerlendirilmekte, idarenin hizmet kusuru dolayısıyla tazmin yükümlülüğünü doğurmaktadır. Mücbir sebeplerin ölçütlerinin kusursuzluk, öngörülemezlik, önlenemezlik ve gerçeklik olduğu belirtilmektedir.[12] Öngörülemezlik, “mücbir sebep olup olmadığı tartışılan olayın meydana geleceğinin önceden tahmin edilememesi, böyle bir olay akla gelse bile, bu olayın sonuçlarının baştan kestirilemeyecek etkililikte olması” şeklinde tanımlanmaktadır.[13] Ancak deprem kuşağında bulunan ülkemiz bakımından deprem, “önlenemez olmakla birlikte meydana gelmesi ve sonrasında ortaya çıkabilecek sonuçları bakımından öngörülemez değildir.”[14] Bu durumda idarenin, deprem dolayısıyla ortaya çıkan zararlardan dolayı kusur sorumluluğuna hükmedilebilecektir.[15] İdarenin deprem gibi bir tabii afet öncesinde veya sonrasında “hareketsiz kalması, kanunla yerine getirme yükümlülüğündeki ödev ve görevleri yerine getirmemesi, gerekli denetimleri yapmaması, kurtarma faaliyetlerini koordinasyonlu bir şekilde gerçekleştirememesi” idari eylem olarak nitelendirildiğinde, idarenin kusura dayanan tazmin yükümlülüğüne hükmedilebilir.[16] Ayrıca tabii afet ve imar mevzuatı incelendiğinde, idarenin tabii afetler meydana geldikten sonra ve gelmeden önce oluşabilecek zararları önleme ya da en aza indirmek gibi birtakım yükümlülüklerinin de bulunduğu sonucuna varılabilir. Danıştay’ın depremi mücbir sebep olarak kabul ettiği kararlarda dahi idarenin pozitif yükümlülüklerini yerine getirmemesi dolayısıyla zararın artmasına yol açtığı ve bu sebeple kusuru oranında sorumlu tutulabileceği kabul edilmektedir.

 

İdarenin deprem öncesi veya deprem sonrası yükümlülüklerini yerine getirmemesi bir idari eylem olarak kabul edilmektedir. Bu sebeple açılabilecek tam yargı davalarında 2577 sayılı İdari Yargılama Usulü Kanununun (İYUK) 13. maddesine gidilmelidir. Zarara uğrayan kişiler zararın öğrenildiği tarihten itibaren bir ve herhalde beş yıl içerisinde idareye başvurarak zararın tazminini istemelidir (ön karar). İstemin kısmen veya tamamen reddi durumunda bu konudaki işlemin tebliğini izleyen günden veya istek hakkında otuz gün içinde cevap verilmediği takdirde bu sürenin bittiği tarihten itibaren, dava süresi içinde dava açılmalıdır.[17] Kamu Denetçiliği Kurumu (KDK) veya Türkiye İnsan Hakları ve Eşitlik Kurumu (TİHEK) gibi kurumlara yapılan başvuruların dava açma süresini durduracağını ayrıca belirtmek gerekmektedir. İYUK madde 13 kapsamında açılacak tam yargı davalarında genel görev ilkesi gereği idare mahkemeleri görevlidir. Yetkili idare mahkemesi ise, İYUK madde 36 hükmü gereği depremin meydana geldiği yer idare mahkemesi olmak gerekir.

 

Sonuç olarak, devletin kişilerin yaşamını ve buna bağlı olan haklarını korumaya yönelik asli yükümlülükleri olduğu sabittir. Teknolojik gelişmeler ve Türkiye’nin halihazırdaki jeolojik konumu göz önünde bulundurulduğunda, peşi sıra gelen ihmaller, hazırsızlık, yönetim ve etkili müdahele eksiklikleri önlenebilecek ölüm ve zararları beraberinde getirmiştir. Bu bağlamda kamu hizmeti ve kolluk faaliyeti aracılığıyla yükümlülüklerini yerine getirmeyen ve/veya getiremeyen idarenin karşısında idarenin sorumluluğuna gidebilmek mümkündür. Nitekim Anayasa Mahkemesi ve Danıştay kararları da birkaç istisna dışında bu imkânı teyit eder niteliktedir. AİHM kararları ise yüksek mahkemelerimizi ve doktrini doğrulamaktadır.

Deprem önlenemez. Ancak zararları öngörülebilir, önlenebilir ve tazmin edilebilir.

 

[1] Anayasa Mahkemesi, Serpil Kerimoğlu ve Diğerleri Başvurusu, B. No: 2012/752, K.T. 17/9/2013, §53.

[2] Danıştay 10. D., E. 2005/9126-K. 2007/3069, K.T. 28.5.2007.

[3] Danıştay 6. D., E. 2006/4922 K. 2009/36, K.T. 09.01.2009.

[4] Steve Puttick, Lee Bosher ve Ksenia Chmutina, “Disasters are not natural”, Teaching Geography, Güz 2018, Cilt 43, Sayı 3, s. 118-120.

[5] 7126 sayılı Sivil Savunma Kanunu’nun yollaması ile (Madde 3), tabii afete maruz hassas bölge ilanı, 7269 sayılı Kanun (madde 2), 6306 sayılı Kanun (madde 2) uyarınca Cumhurbaşkanı kararı ile belirlenmektedir. Nitekim 10 ili kapsayan deprem bölgesinde tespit edebildiğimiz kadarıyla Resmî Gazete’de yayımlanan riskli alanlara ilişkin karar sayısı 10’dur. Bunlar arasında bir karar, risk değerlendirmesi kapsamındaki pozitif yükümlülükler bakımından semboliktir. 5175 sayılı Cumhurbaşkanı kararıyla (04.02.2022), depremden etkilenen İskenderun ilçesinin ilgili mahallelerinin riskli alan statüsü kaldırılmıştır. Ortaya çıkan durumda bu kararın sonuçlarının da değerlendirilmesi gerekecektir.

[6] Anayasa Mahkemesi, Serpil Kerimoğlu ve Diğerleri, B. No: 2012/752, K.T. 17/9/2013, §62.

[7] Anayasa Mahkemesi, Serpil Kerimoğlu ve Diğerleri, B. No: 2012/752, K.T. 17/9/2013, §60.

[8] Anayasa Mahkemesi, Serpil Kerimoğlu ve Diğerleri, B. No: 2012/752, K.T. 17/9/2013, § 67,72.

[9] Anayasa Mahkemesi, Mehmet Ali Emir ve Diğerleri, B. No: 2012/850, K.T. 7/11/2013.

[10] Danıştay 11. D, E. 2003/2027, K.2005/5962, K.T. 19.12.2005; “[D]avacının yakınlarının arama ve kurtarma faaliyetlerinin gereği gibi işletilmemesi sonucunda vefat ettiğinin tespit edilmesi halinde, idarenin tazmin sorumluluğundan söz edilebilir. Bu halde dahi, idarenin kamu hizmetini yürütürken karşılaştığı güçlükler de dikkate alınarak hükmedilecek tazminat tutarının belirlenmesi gerekmektedir.”

[11] AİHM, Öneryıldız/Türkiye Kararı, B. No: 48939/99, K.T. 30/11/2004, (§ 89).

[12] Gürsel Kutlu, Meltem; “Deprem ve İdarenin Sorumluluğu”, Amme İdaresi Dergisi, Sayı 32, 1999, s. 19.

[13] Yayla, Yıldızhan, “İdarenin Sorumluluğu ve Mücbir Sebep”, Sorumluluk Hukukunda Yeni Gelişmeler III. Sempozyum, İdare Hukuku Alanında Sorumluluk, İstanbul Üniversitesi Yayınları, 1980, s. 50 vd.

[14] Gürsel Kutlu, M., a.g.m., s. 15 vd.

[15] Deprem dolayısıyla idarenin sorumluluğu hakkında ayrıca bkz. Hukuk ve Deprem Yuvarlak Masa Toplantısı, Deprem ve Hukuk, İdare Hukuku Yönünden Depremin Hukuksal Sonuçları Toplantısı, İstanbul Barosu Yayınları, 1999, s. 121-229; Berk, Kahraman “Deprem ve İdarenin Sorumluluğu”, İstanbul Barosu Dergisi, Cilt 73, Sayı 7-8-9, Eylül 1999, s. 610 vd.; Girit, Hasan, “Deprem Felaketi Nedeniyle İdarenin Sorumluluğu”, İstanbul Barosu Dergisi, Cilt 73, Sayı 7-8-9, Eylül 1999, s. 531 vd.

[16] Danıştay 6. D., E. 2021/568-K. 2021/2729, K.T. 2.3.2021; Danıştay 11. D., E. 2001/4552-K. 2004/2026, K.T. 30.4.2004.

[17] Dava açma süresi 2577 sayılı Kanunun 7. maddesi uyarınca kural olarak 60 gündür.

Bilkent Üniversitesi Hukuk Fakültesi mezunu. Bilkent Üniversitesi Kamu Hukuku Yüksek Lisans programında burslu lisansüstü öğrencisi. İnsan Hakları ve özellikle kadın ve LGBTIQ+ hakları alanında çalışıyor.

1996 yılında Ankara’da doğdu. Bilkent Üniversitesi Hukuk Fakültesi’nden 2019 yılında mezun oldu. Bilkent Üniversitesi Hukuk Fakültesi Kamu Hukuku Yüksek Lisans programından 2022 yılında yüksek lisans derecesini aldı. Halen Bilkent Üniversitesi Hukuk Fakültesi’nde, İdare Hukuku alanında doktora adayı olarak çalışmalarını sürdürmektedir.

Bilkent Üniversitesi Hukuk Fakültesi mezunu. Bilkent Üniversitesi Kamu Hukuku Yüksek Lisans programında burslu lisansüstü öğrencisi. İdare Hukuku alanında çalışıyor.

©2021  blog.insanhaklariokulu.org.
Tüm hakları saklıdır.

web tasarım: mare.design

E-bültenimize abone olarak duyurularımızdan haberdar olabilirsiniz.

Yayınlanan yazıların içerikleri sadece yazarların sorumluluğu altındadır ve Hollanda Büyükelçiliği ve /veya KAGED’in görüşlerini yansıtmak zorunda değildir.