Kaldığımız yerden devam edelim….
T.H. Marshall’a Yönelik Eleştiriler
Her ne kadar, T.H.Marshall’ın yurttaşlık konusunda sosyolojik bir perspektifle kaleme aldığı metin refah devleti anlayışının büyük ölçüde zarar gördüğü günümüzde yurttaşlık kurumunun nasıl etkilenebileceği konusunda bize çok önemli düşünce alanları açsa da, yurttaşlık konusunda literature önemli katkılar sunan bazı yazarlar, Marshall’ın gereğinden fazla refah devleti tartışmasına girdiğini ve diğer bazı önemli konuları göz ardı ettiğini düşünürler. Bryan S. Turner (1993: 7), Talcott Parsons’a referansla, Marshall’ın refah devletinin sunduğu medeni, siyasal ve sosyal haklarla çok fazla ilgilendiğini, ancak kültürel haklar konusuna hiç değinmediğini söyleyerek onu eleştirir. Benzer şekilde, Tom Bottomore da Marshall’ın toplumsal cinsiyet, etnik azınlıklar, insan hakları ve doğal çevre gibi konulara gereken önemi vermediğini savunur (Bottomore, 1992/1950: 55-93).
Marshall, yurttaşlığın tarihsel açıdan gelişimini irdelerken, teleolojik bir yaklaşım sergilediği için de eleştirilmiştir (Turner, 1993: 7-8). Bu yaklaşıma göre, yurttaşlık kurumu ilk kez eski şehir-devletlerinde ortaya çıkmış, daha sonra orta çağlarda yurttaşlar, kilisenin tanrısal iktidarı ile kralların dünyevi iktidarlarına tâbi olmuşlardır. Modern ulus-devlet inşa edildiği zaman, yurttaşlar bu kez ulusal devletlerin iktidarlarına bağımlı hale gelmişlerdir. Bu teleolojik sıranın her toplumda benzer şekilde gerçekleşmesini beklemek mümkün değildir. Marshall’ın teleolojik yaklaşımındaki diğer bir sorun da medeni, siyasal ve sosyal haklar şeklinde olan sırayla ilişkilidir. Sözgelimi, günümüzde bazı modern devletlerde, kadınların sosyal hakları elde etmelerine rağmen, önemli medeni ve siyasal haklara henüz kavuşamadıkları söylenebilir (Turner, 1993: 8). Yine günümüzde Almanya’da misafir işçi (Gastarbeiter) olarak bilinen Türkiye kökenli işçilerinin ve onların çocuklarının, henüz siyasal hakları tam olarak elde etmemiş olsalar da sosyal ve medeni haklardan büyük ölçüde faydalandıklarını söylemek mümkün. Hatta, İsveçli sosyal bilimci Thomas Hammar (1990), bu durumdaki kimseleri tanımlayabilmek için ‘denizen’ kavramını üretmiştir. Siyasal haklar dışında diğer medeni ve sosyal haklara sahip olan yerleşimcileri veya sakinleri ifade etmek için kullanılan Denizen kavramı, bu yönüyle Türkiye’de Belediye Kanunu’nun 13. Maddesinde yer alan Hemşehrilik kavramına benzemektedir. Bu maddeye göre, bir belediyenin sınırları içerisinde bulunan herkese Türkiye Cumhuriyeti yurttaşı olup olmadığına bakılmaksızın belediyelerce eşit hizmet sunulmak durumundadır. Bu her iki örnekte de görüleceği üzere, Marshall’ın çizdiği teorik çerçeveye göre, medeni-siyasal-sosyal şeklindeki sırayla elde edilen hakların, zaman zaman farklı sıralarla elde edilmelerinin mümkün olduğunu söylemek yanlış olmaz.
Marshall’ın yurttaşlık kuramındaki bu belirsizlikler nedeniyle, yurttaşlığın dünyanın her yerinde benzer süreçlerden geçerek günümüzdeki halini aldığını iddia etmek gibi hatalı bir sonuca ulaşmak mümkün. Bryan Turner, bizleri böyle bir hata yapmaktan kurtarmanın yollarını ararken, Avrupa’da tek tip yurttaşlıktan söz edilemeyeceğini ve yurttaşlığın dört farklı türde ele alınması gerektiğini söyler. Turner, bu dört farklı yurttaşlık türünü anlatırken iki farklı kriterden söz eder. Birinci kriter, yurttaşlığın yukarıdan mı yoksa aşağıdan mı gelen değişimlerle ortaya çıktığı (aktif ve pasif). İkinci kriter ise, yurttaşlığın özel alanda mı yoksa kamusal alanda mı oluştuğu konusudur (özel ve kamusal). Turner, kendi kuramına göre tanımladığı yurttaşlık türlerini şu şekilde bizlere anlatır:
Fransa ve Amerika’da olduğu gibi, yurttaşlık haklarının devrimci bir çizgide elde edildiği ülkelerde, tabandan gelen aktif ve radikal bir yurttaşlık geleneğinin oluştuğunu görmek mümkün. Buna karşın, yurttaşlığın tavandan tabana geliştiği ülkelerde, oldukça pasif ve negatif bir nitelik kazandığını görürüz. Özel alan ve kamusal alan ayrımı ise, yurttaşlığın kültürel yönlerini açığa çıkarması açısından ayrıca önemlidir… Siyasal alanın [kamusal alanın] sınırlı olduğu toplumlarda, yurttaşlığın pasif ve özel olduğunu görürüz (Turner, 1990: 214).
Yurttaşlık haklarının tepeden ya da tabandan gelen hareketlerle oluştuğunu söyleyen Turner’ın ileri sürdüğü aktif/pasif ayrımı, hemen her sosyal bilimci tarafından benimsense de ikinci kriter olan özel/kamusal ayrımı, cinsiyet ayrımcılığına yol açtığı gerekçesiyle bazı yazarlar, özellikle feministler, tarafından eleştirilir. Kamusal alan ve özel alan ayrımı, bireylerin kamusal alanda ortak değerler etrafında birleşmelerini, özel alanda ise kendi kişisel tercihlerini ve geleneklerini devam ettirebilmelerini öngörür. Bu anlayış, kamusal alanda çoğunluğun oluşturduğu hukuksal, politik ve ekonomik yapıya azınlıkların mutlak itaatini; öte yandan dil, din ve aile gibi özel alanı ilgilendiren konularda ise özgür olmalarını gerektirir. Ancak bu anlayış, grupların kendi sınırları içerisine hapsedilmesine yol açabilir ve herhangi bir kültürün diğer kültürlerle karışmasını engelleyebilir. Chantall Mouffe (1993: 71, 85) ve Iris Marion Young (1989; 2002: 167-180), özel/kamusal alan ayrımının, özel alanı aile ile özdeşleştirdiğini ve dolayısıyla kadını edilgen bir konuma getirdiğini düşünürler. Özel alan (aile) ekseninin farklılığı, heterojenliği, tikelliği ve kadınlığı ifade ettiğini düşünen Mouffe ve Young, kamusal alan (siyasal alan) eksenin ise, evrenselliği, homojenliği, benzerliği ve erkekliği ifade ettiğini düşünmektedirler. Young, bu düşünceyi daha da ileri götürerek özel alan ve kamusal alan ayrımının sadece kadınları etkilemediğini, aynı zamanda etnik gruplar, yaşlılar, gençler, fiziksel engelliler gibi azınlıkları da olumsuz yönde etkilediğini söyler.
Jus Soli ve Jus Sanguinis İlkeleri
Yurttaşlık yasaları günümüzde jus soli (toprak esası) ve jus sanguinis (kan bağı esası) şeklinde iki farklı şekilde düzenlenmektedir. Jus soli ilkesini benimseyen devletler, kendi sınırları içerisinde doğanlara doğrudan yurttaşlık verirken, Jus sanguinis ilkesini benimseyen devletler ise kan bağını esas almaktadırlar. Uygulamadaki örneklerine bakıldığında Amerika Birleşik Devletleri, Kanada ve Avusturalya gibi klasik göç alan devletler jus soli ilkesini benimserken, Almanya gibi pek çok devletin jus sanguinis ilkesini benimsediği görülmektedir. Kan bağı mevcudiyetini temel kriter olarak alan gelenek, son yıllarda özellikle Batı’ya doğru artan göçle birlikte daha çok uygulanır hale gelmiştir. Batı Avrupa ülkeleri, bilindiği üzere geçtiğimiz otuz yılda, Yugoslavya’da yaşanan çözülme, çevre ülkelerdeki yapısal krizler ve son yıllarda yaşanan Suriye ve Ukrayna krizleri nedeniyle artan bir göç tehdidine maruz kalmıştır. Öte yandan, jus soli prensibinin egemen olduğu ve bir ‘göçmenler ulusu’ olarak tanımladığımız Amerika Birleşik Devletleri de 11 Eylül 2001 olaylarıyla birlikte çok katı göçmen politikaları uygulamaya başlamıştır. Son dönemde ortaya çıkan bu yapısal sorunlardan kaynaklanan uluslararası göç ‘tehlikesi’, gerek Amerika Birleşik Devletleri’nin gerekse Batı Avrupa’nın adeta girilmesi zor bir ‘kale’ (fortress) haline gelmesine neden olmuştur. Eğer ABD’nin tamamıyla bir göçmen ulusu olduğu ve Batı Avrupa ülkelerinin de her birinin nüfusunun yaklaşık %10-20’sinin göçmen ve göçmen soyundan geldiği düşünülürse, bu kültürel farklılıkların uyum içinde nasıl idare edileceği sorusu karşımıza çıkacaktır. Kimler ulus inşa sürecinin içinde, kimler dışında kalacaktır? Kimler, ulus-devlet tarafından sunulan medeni, siyasal, sosyal, kültürel ve ekonomik haklardan yararlanabilecektir? Yönetici toplumsal gruplar ve seçkinler hangi grupların bu haklardan yararlanacağı konusunu ne tür kriterlere göre saptayacaklardır? Eğer ulusal homojenlik etnik açıdan mümkün değilse, yurttaşlık kurumu milliyet kriterine veya kan bağı kriterine göre değil de neye göre tanımlanacak? İhtilaf ve çatışmalarla dolu bir dünyada, yoksulluk okyanusları üzerine refah adaları inşa etme pratiği artarak devam mı edecek? Buna karşın ne tür entelektüel ve normatif projeler üretilebilir? Çok-kültürlü yurttaşlık, dünya yurttaşlığı, ulus-ötesi yurttaşlık, ekolojik yurttaşlık gibi kavramsal öneriler, yukarıdaki sorular ışığında nasıl bir açılım getirebilir?
Küreselleşme Çağında Çoğul Yurttaşlık Biçimleri
Günümüzün modern insanının aidiyet hissettiği büyük siyasal anlatılar, sadece ulus-devletle sınırlı tutulamaz. Küreselleşme sürecinin hem nesnesi hem de öznesi olan kitleler ulus-devletin dışında başka siyasal ünitelere de bağlılık (loyalty) veya sorumluluk duyabilir. Eğer birey diasporik bir özne ise hem anavatanına hem de yaşadığı ülkeye siyasal anlamda bir aidiyet hissi besleyebilir. Bu durumda, bu kimsenin ihtiyacına karşılık verecek olan uygulama, çifte yurttaşlık (dual citizenship) uygulaması olup bir tür diasporik yurttaşlık (diasporic citizenship), veya diğer bir deyişle ulus-aşırı yurttaşlık (transnational citizenship), deneyimiyle karşı karşıya kalınabilir. Diasporik yurttaş, küreselleşmenin kendine sağladığı modern ulaşım ve iletişim araçlarıyla nehrin her iki yakasında (anavatan ve diaspora) aynı anda varolmayı başaran bireydir. Böylesine bir birey hem kültürel, etnik ve dinsel anlamda kendini ait hissettiği anavatanına hem de geçimini sağladığı, çocuklarını büyüttüğü, yatırımlarını yaptığı ve siyasetini takip ettiği ülkeye aynı anda aidiyet hissi besleyebilir. Öte yandan çok-etnili bir toplumda yaşayan azınlığa ait başka bir birey, içinde yaşadığı ülkenin siyasal iktidarınca kendine verilen siyasal, sosyal ve kültürel haklardan yararlanarak siyasal katılımını kültürel eksen üzerinden ürettiği söylemlerle gerçekleştirebilir. Burada söz konusu bireyin deneyimlediği siyasal aidiyet biçimine çok-kültürlü yurttaşlık (multicultural citizenship) denebilir (Kymlicka, 1995; Faist, 2000).
Yine başka bir durumda diğer bir birey, ulusal aidiyetin etnisite ile tanımlanmadığı, ancak anayasal değerlere sadakatin ön planda tutulduğu anayasal yurtseverlik (constitutional patriotism) projesi içinde ulus-ötesi yurttaşlık (post-national citizenship) deneyimini yaşayabilir (Habermas, 1994). Böylesine bir anlayışta, siyasal aidiyetin asıl belirleyicisi olan etnisite veya kültür değil siyasal (kamusal) olandır. Habermas’a göre kamusal alandaki problemlerin çözümü ancak ve ancak gruplar ve/veya bireyler arasındaki diyalog ile mümkündür. Habermas her ne kadar siyasal olana vurgu yapsa da, etnik ve kültürel farklılıkların kamusal alanda sergilenmelerine karşı değildir. Habermas psikoanalitik bir değerlendirme ile etnik, kültürel ve benzeri sorunların ne pahasına olursa olsun sürekli bir diyalog ile çözümleneceğini düşünür. Bu nedenle, siyasal olanı önceleyen Habermas, kültürel ve etnik farklılıkların da kamusal alanda dile getirilebileceğini, ancak bu tözsel farklılıklardan doğabilecek sorunların kültürlerarası bir diyalogla çözüme kavuşabileceğini ileri sürer.
Etnik ve dinsel farklılıklar gibi tözsel farklılıkların kamusal alana taşınabileceğini ve bu farklılıkların ortaya çıkarabileceği gerilimlerin diyalog yoluyla çözümlenebileceğini düşünen Habermas’a John Rawls tarafından bir eleştiri getirilmektedir. Rawls’un Heideggerci bir yaklaşımla özellikle altını çizdiği nokta, etnisite ve kültür gibi irrasyonel ve tözsel farklılıkların kanun koyucular tarafından bilerek göz ardı edilmesi ve siyasal olanın ön plana çıkarılması gereğidir. Ancak önemle hatırlatılmalı ki, Rawls, etnik ve kültürel farklılıkların önemsiz oldukları için değil, aksine çok önemli oldukları için, siyasetin belirlenmesi süreçlerinde bilinçli bir şekilde gözardı edilmesi gerektiğini düşünür. Rawls bunu örtüşen uzlaşı (overlapping consensus) olarak tanımlar (Rawls, 1999: Bölüm 20, 22, 27). Heideggerci bu değerlendirmeye göre, din, etnisite, inanç gibi tözsel değer ve olguların rasyonalize edilmeleri mümkün olmadığından, bu tür konular üzerinde gruplar arası bir mutabakata varılması da pek düşünülmemelidir. O nedenle, Rawls’a göre bu konular belki de kamusal alana hiç taşınmamalıdır.
Diğer yandan, yukarıda sıralanan farklı aidiyet biçimlerinin yanı sıra Avrupa Yurttaşlığı gibi uluslarüstü bir siyasal aidiyet de geliştirilebilir (Heater, 1999: 126-132; Nash, 2000: 208-211). Özellikle, Habermas tarafından geliştirilen anayasal yurtseverlik düşüncesi, Avrupa yurttaşlığı gibi bir projenin gelişimi sürecinde önemlidir. Bu tarz yurttaşlık anlayışı, en azından Avrupa Birliği içinde uluslararası bir kimliklenme sürecini teşkil ederken, dünya yurttaşlığına (cosmopolitan citizenship) doğru giden yolda önemli bir aşamayı ifade etmektedir (Heater, 1999: 134-154; Nash, 156-7). Dünya yurttaşlığı küreselleşme sürecinin bir sonucu olarak ortaya çıkmaktadır. Bu noktada eğer T.H. Marshall’ın ulusal yurttaşlık kurumunun ulusal kapitalist gelişime paralel bir süreçte oluştuğuna ilişkin tezini küresel bir düzleme taşırsak, kozmopolitan yurttaşlığın küresel kapitalizmin bir gereği olarak meşrulaştırılmakta olduğu yönünde bir tespit yapmak mümkün olabilir.
Değişen aidiyet biçimleri ve yurttaşlık
Günümüz ulus-devletlerinin önemli bir kısmı etnik, dinsel ve diğer tür azınlıkları dışlayabilmek için yurttaşlığın kapsamını daraltma eğilimine girmişlerdir. ‘Yabancılara’ yurttaşlık hakkı tanımayan bu tür anlayışların ardında, milliyetçilik ideolojisinin olduğunu görürüz. Milliyetçilik ideolojisi, etnik ve dinsel azınlıkları dışlarken, aynı zamanda sınıfsal farklılıklarla kadın-erkek arasında var olan eşitsizlikleri gizleyen sosyal-siyasal bir söylem olarak da karşımıza çıkar (Bauböck, 1992: 3; 1995). Milliyetçi ideoloji ister popülist olsun ister cumhuriyetçi, ister komünist ya da ister faşist olsun, üzerine inşa edildiği kriterlere bağlı olarak, seçilmiş bir grup halkı ‘biz’ diye tanımlarken, dışlamak istediği diğer grupları da ‘ötekiler’ olarak tanımlamaktadır. ‘Ötekiler’ ulusal sınırlar dışında yaşayan ülke veya topluluklardan seçilebileceği gibi ülke içinden ‘aramızdan’ da seçilebilirler. ‘İçimizdeki düşmanlar’, Batı Avrupa’nın pek çok ülkesinde olduğu üzere göçmenler ya da yabancılar olacağı gibi belirli nedenlerle ‘vatan haini’ olarak kamuoyuna sürekli şikâyet edilenler de olabilmektedir. Burada ‘halk’ kurgusunu betimlemek için kullanılan ‘biz’ kavramı, gerçek ve sembolik anlamda birbirinin varlığından haberdar olmayan insanların, kurgusal ve hayali bir şekilde tasavvur edilmiş halidir (Anderson, 1983; Mudde, 2016).
Bu çerçevede, T.H. Marshall’ın söylediklerini bugüne uyarlarsak, modern yurttaşlık kurumunun da aynı şekilde, siyasal elit tarafından ‘yabancı’ işçiler, göçmenler ve sığınmacılar gibi bazı grupların dışlanması sürecinde ideolojik olarak kullanıldığını söylemek mümkün olabilir. Burada altını çizmek istediğim konu, milliyetçilik ve yurttaşlık ideolojilerinin ‘biz’ ve ‘onlar’ arasındaki sosyal, siyasal, kültürel ve ekonomik sınırların çizilmesi sürecinde birbirlerini tamamladıkları ve aynı amaca hizmet ettikleri gerçeğidir.
Yurttaşlık kurumu günümüzde önemli bazı dönüşümler geçirmektedir. Yükselmekte olan sağ popülizm, yerlilik söylemi (nativism), kültürel milliyetçilikler, dini milliyetçilikler ve etnik çatışmalar, siyasal sistemlerin bazı grupları daha da fazla dışlaması sonucunu beraberinde getirmiştir. Böyle bir durumda ortaya çıkan şey ise, daha da dışlayıcı karaktere sahip olan daraltılmış bir yurttaşlık kurumudur. Yerel milliyetçi gelişmeler karşısında diğer bir unsur olan küreselleşme rüzgârları ise, yurttaşlığın ulusal niteliğini gün geçtikçe tehdit eder duruma gelmiştir. Dolayısıyla, günümüzde ulusal yurttaşlık hakları bir taraftan iç tehditler nedeniyle genişletilmezken, diğer taraftan küreselleşme nedeniyle meşruiyetini yitirme riskiyle karşı karşıya kalmaktadır. Bugün, yerel merkezkaç kuvvetlere karşı kendi egemenliğini sürdürmeye çalışan ulus-devletler, bazı durumlarda yurttaşların sahip oldukları medeni, siyasal ve sosyal hakları hukuk dışı yollarla yurttaşlarından esirgeyebilmektedir. Ancak, bu tür durumlarda, söz konusu yurttaşların konuyu götürebilecekleri ulus-ötesi yargı kuruluşları mevcuttur. Avrupa Parlamentosu, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi, Uluslararası Tahkim Kuruluşları gibi kuruluşlar, geleneksel ulus-devletlerin iç hukuklarına doğrudan müdahale etme hakkına sahiptir. Bu açıdan bakıldığında, ulus-devletlerin yerel ve küresel olmak üzere iki karşıt gücün etkisi altında bulunduğunu görmemiz kolaylaşır. Gerek yerel merkezkaç hareketler gerek küreselleşme yönündeki gelişmeler ulus-devletleri dar milliyetçi kalıplar içine girmeye zorlamaktadırlar.
Sonuç
2. Dünya Savaşından sonra T. H. Marshall’ın sosyolojik bir yaklaşımla kaleme aldığı makalesi günümüze değin yurttaşlık konusundaki bilimsel tartışmaları büyük ölçüde etkilemiştir. Marshall, yurttaşlık kurumunu kapitalist merkezi devletin, kitleleri kontrol altında tutabilmek ve dolayısıyla ortaya yeni çıkan medeni, siyasal ve toplumsal talepleri yanıtlayabilmek için kullandığı ideolojik bir kurum olarak tanımlamıştır. Marshall’ın anlatısında yurttaşlık kurumunun başarılı olabilmesi için refah devletinin varlığına ihtiyaç olduğu gibi bir önermenin varlığı da söz konusudur. Ancak 1980’li yıllardan bu yana refah devleti anlayışının ve uygulamalarının Avrupa’da, Kanada, Avusturalya, Yeni Zellanda gibi pek çok yerde giderek zayıflaması ve yerini büyük ölçüde neo-liberal yönetsellik biçimlerine bırakması sonucunda ulusal yurttaşlık kurumunu büyük bir kriz ile karşı karşıya bırakmıştır. Ulusal yurttaşlık kurumu krize girerken, bireyler başka normatif yurttaşlık pratikleri üretmeye başlamışlardır. Ancak, kozmopolitan yurttaşlık, diasporik yurttaşlık ve çokkültürlü yurttaşlık gibi söz konusu yurttaşlık anlatıları normatik olmaktan öteye gidememiş, dolayısıyla ulusal yurttaşlığın sağladığı koruyucu nitelikten uzak kalmışlardır. Küreselleşme dalgalarının günümüzde insanları pek çok açıdan tehdit ettiği, yalnızlaştırdığı, güvensizliğe ve anomiye yönlendirdiği gerçeğiyle birlikte sağ-popülist anlatıların toplumları kutuplaştırdığı gerçeği birleştiğinde yurttaşların en azından önemli bir kısmının ulusal yurttaşlık kurumunun koruyucu niteliğinden yoksun kaldıkları görülmektedir. Bu koşullar karşısında çok sayıda insanın gerek başka ülkelere göç ederek veya bulundukları ülkelerde radikalleşerek ve merkezkaç nitelikli siyaset yapma biçimleri geliştirdikleri görülmektedir. Ulusal yurttaşlık kurumunun neo-liberal zamanlarda içine girdiği bu krizden kurtulmanın yolunun yeniden adaletçi, eşitlikçi, demokratik refah devleti politikalarına ve uygulamalarına dönülmek suretiyle mümkün olduğu görülmektedir.
Kaynakça
Anderson, B. (1983). Imagined Communities: Reflections on the Origin and Spread of Nationalism. London: Verso.
Bauböck, R. (1992). Immigration and the Boundaries of Citizenship. Coventry: CRER.
Bauböck, R. (1995). Transnational Citizenship. Hants: Edward Elgar Publishing Ltd.
Bottomore, T. (1992/1950). “Citizenship and Social Class Forty Year On”, T. H. Marshall and T. Bottomore (der), Citizenship and Social Class içinde, 55-93. London: Pluto.
Faist, T. (2000). The Volume and Dynamics of International Migration and Transnational Social Spaces. Oxford: Clarendon Press.
Habermas, J. (1994). “Struggles for Recognition in the Democratic Constitutional State” A. Gutmann (der), Multiculturalism: Examining the Politics of Recognition. Princton, Princton University Press.
Hammar, T. (1990). Democracy and the Nation-State. Aldershot: Avebury.
Heater, D. (1999). What is Citizenship? Cambridge: Polity Press.
Kymlicka, W. (1995). Multicultural Citizenship: A Liberal Theory of Minority Rights. Oxford: Clarendon Press.
Mouffe, C. (1993). The Return of the Political. London: Verso
Mudde, C. (2016). On Extremism and Democracy in Europe. London: Routledge.
Nash, K. (2000). Contemporary Political Sociology: Globalization, Politics and Power. Oxford: Blackwell.
Rawls, J. (1999). Collected Papers, Samuel Freeman (der), Cambridge, Harvard University Press.
Turner, B. S. (1990). “Outline of a Theory of Citizenship”, Sociology, Cilt 24, Sayı 2, s. 189-217.
Turner, B. S. (1993). “Contemporary Problems in the Theory of Citizenship”, B. S. Turner (der.), Citizenship and Social Theory içinde. Londra: Sage Publications.
Young, I. M. (1989). “Polity and Group Difference: A Critique of the Ideal of Universal Citizenship”, Ethics 99 (Ocak).
Young, I. M. (2002). Inclusion and Democracy, Oxford: Oxford University Press.
İstanbul Bilgi Üniversitesi, Uluslararası İlişkiler ve Siyaset Bilimi Bölümü öğretim üyesi, Avrupa Kültürlerarası Siyaseti Jean Monnet Kürsüsü Başkanı, Jean Monnet Mükemmeliyet Merkezi Direktörü ve Türkiye Bilim Akademisi üyesidir. 2011 yılı itibariyle Avrupa Birliği Komisyonu tarafından Jean Monnet Profesörü olarak ödüllendirilmiştir. Kaya, halihazırda, 2019 yılında başlayan ve 2023 yılı sonuna kadar sürecek olan Avrupa’da gençler arasında yükselen radikalleşme konulu bir Avrupa Araştırma Konseyi çalışması yürütmektedir (ERC Advanced Grant).
Kaya, yüksek lisans ve doktorasını İngiltere’deki Warwick Üniversitesi’nde tamamlamıştır. 2016-2017 yılları arasında Floransa’da bulunan European University Enstitüsü’ndeki Robert Schuman Centre for Advanced Studies’de Jean Monnet Fellow olarak araştırmalarını yürütmüştür. Bu dönemde, New York Üniversitesi Floransa Kampüsünde misafir öğretim üyesi olarak dersler vermiştir; 2013 Yılında Aziz Nesin Profesörü olarak Almanya’da Viadrina Avrupa Üniversitesi’nde ve 2011 yılında da Willy Brandt Profesörü olarak İsveç’te Malmö Üniversitesi’nde araştırmalarına devam etmiş ve dersler vermiştir.
Avrupa’da Yükselen Aşırı Sağ hareketler ve Türkiye’deki Suriyeli Mülteciler konusunda araştırmalarını yürüten Kaya’nın, diyasporalar, kimlik, uluslararası göç, etnisite, milliyetçilik, çokkültürcülük, yurttaşlık, ulusaşırı alan, mülteciler, popülizm ve sürdürülebilir kalkınma gibi konular hakkında kitap, makale ve tercümeleri vardır.
-
Ayhan Kayahttps://blog.insanhaklariokulu.org/yazar/ayhankaya/Ekim 18, 2023