Thomas Nail, Göçmen Figürü adlı kitabında göçmenlerin maruz bırakıldığı mülksüzleşme, tarih dışına itilme ve toplumsal statü kaybına uğrama için “ihraç” kelimesini kullanır. Göçmenlerin hareketlilik sonucunda bölgesel, siyasi, hukuki ya da iktisadi statülerini kaybettiklerini veya en iyi ihtimalle bir derecede bu statülerden çoğu zaman kalıcı olarak mahrum bırakıldıklarını ifade eder. Emperyalizmin ve kapitalist sistemin devamlılığı için şart olan bu şiddet biçiminin anlaşılması ve göçmen figürünün toplumsal tarihteki itici güç olduğu gerçeğinin açığa çıkarılması için yurttaşlık yerine göçmen figürünün esas alınarak siyasal teorinin yeniden düşünülesi gerektiğini söyler.[1]
Göç, eski ve küresel bir olgu olsa da “göç yönetimi”, “insani kriz”, “insani yardım” gibi terimlerin ortaya çıkması ve uluslararası göçün bir sorun olarak tanımlanması görece yeni bir durum. Gelişmiş kapitalist ülkelerin 2000’lerden itibaren ana gündemi olan göçün, yönetilmesi gereken bir mesele olduğu varsayımı, kuşkusuz sadece göç eden sayısının artması ile açıklanamaz. Göçü tarihsel, yapısal ve sınıfsal koşulların getirdiği bir gereklilik, bir sonuç olarak değil de talihsiz bir durum/afet gibi ele alan “insani kriz” söyleminin ve bir depolitizasyon aracı olan “insani yardım” pratiklerinin aslında kimlere, neye hizmet ettiğini tartışmak zorundayız.
Kapitalist sistem ve emperyalizmin ürettiği savaşlar insanların yaşamlarını, kültürel, ekonomik ve sosyal kaynaklarını, doğayı ve diğer canlıları yok ediyor. Onları yerlerinden edip yurtsuzlaştırıyor, siyaset dışı bırakarak yasalardan, özel mülkiyetin kapitalist birikiminden kovuyor, politik olarak etkisiz, “suçlu”, “kaçak”, “istihdama elverişsiz” veya “illegal işçi” konumuna terk ediyor. Öte yandan, aynı göç rejimi sermayenin, seçkinlerin ve bürokratların serbest dolaşımını da garanti altına alıyor. Başka bir deyişle göçe sebep olanlara açık olan bu sınırlar, göçmenlere kapanıyor. Peki ya bu göç rejimi, göçmen ve mültecilere ne vadediyor? İnsansız hava araçları, keşif uçakları, açık deniz ve uydu sensörleri ile korunan sınır duvarları, tel örgüler; geri gönderme merkezleri, mülteci kampları, işkence ve kötü muamele, geri itme ve daima şiddet, sınırın iki tarafında şiddet. Sınırların, sınır duvarlarının ayrıcalıklı olanlarla olmayanları nasıl ayırdığını hep hatırlamak gerekiyor. Güvenlikleştirici ve teknokratik aktörlerce devletlerin egemenliği esas alınarak üretilen politikalar, yerinden edilenleri “mülteci”, “göçmen”, “sığınmacı”, “ülke içinde yerinden edilmiş kişi”, “uzun süren mültecilik durumundaki kişi” kategorilerine sıkıştırarak çözüme değil, hegemonik siyasete, yasa yapıcılara, bürokratik amaçlara ve göçü kontrol altında tutmaya hizmet ediyor.[2] Bu çerçevede Nuray Sancar’ın sorusunu hatırlayacak olursak: “1989’da Doğu Avrupa ülkelerini Batı’dan ayıran Berlin Duvarı’nın yıkılmasını şenlik havasında kutlayan Avrupa’nın bir duvarlar kıtası haline gelmesi trajik değil mi?”[3]
2005 yılında 6 milyon avro bütçeyle Avrupa Birliği sınırlarını korumak için kurulan Frontex’in (Avrupa Sınır ve Sahil Güvenliği Ajansı) bütçesinin 2022 yılına geldiğimizde 125 kat artmış olması ve kimi AB ülkelerince göçe karşı alınan önlemlerin yetersiz bulunabilmesi bize bir şey söylüyor. Dahası, kimi devletlerin kendi aralarında ikili, üçlü anlaşmalara yöneldiğini görüyoruz.[4] Bununla birlikte, BM Uluslararası Göç Örgütü (IOM) sadece Ocak 2021-Ekim 2022 tarihleri arasında 5684 mültecinin göç yollarında hayatını yitirdiğini söylüyor.[5] Eşitsizliğin, yoksulluğun, savaşların sıradanlaştığı coğrafyalardan “Avrupa düşü”yle ölümü göze alanların yolculuğu devam ediyor.
Göçün Kısa Türkiye Tarihi
Kimin içeri girebileceği ve kimin dışarı çıkabileceğini belirleyen göç rejimi bağlamında, Türkiye’de gelişmelerin 1990’lı yıllara kadar farklı seyrettiğini söylemek yerinde olacaktır. Sema Erder, bu dönemin göç rejimini “yabancısız kurgulanan”[6] ülke olarak tanımlar. Özellikle Erken Cumhuriyet Dönemi’nde (1920-1940), Zorunlu Türk-Yunan Nüfus Mübadelesi, 1926 ve 1934 tarihli İskân Kanunları’nın, Türk ulus devletini oluşturmak ve korumak amacı ile kurgulandığı söylenebilir. Bu yasal düzende Türkiye’ye gelen/getirilen göçmenlerin Türk soyundan ve Türk kültürüne bağlı olup Türkiye’ye yerleşmeye çalışan kişiler olarak tanımlandığı görülüyor. 2006’ya kadar çeşitli değişikliklerle yürürlükte olan İskân Kanunu, sadece Türk soyundan olanların “anavatan”a dönüşünü kolaylaştırmayı hedeflememiş, aynı zamanda ülke dışında olup tanıma uymayanların ülkeye göçmen olarak gelmelerini önlemiş ve ülke içerisinde tanıma uymayanların da (örneğin anadili Türkçe olmayanların) “yeniden yerleştirilmeleri” için ihtiyaç duyulan yasal zemini oluşturmuştur.
Türkiye’nin göç tarihi II. Dünya Savaşı sonrasında önemli bir değişim yaşadı, Türkiye göç veren bir ülke, başka bir deyişle emek ihraç eden bir ülke olarak anılmaya başlandı. Çünkü II. Dünya Savaşı’ndan büyük can kayıplarıyla ve ekonomik yıkımla çıkan Batı Avrupa ülkeleri yeniden toparlanmak için işgücüne ihtiyaç duymuş ve yerli işgücü bunu karşılamakta yetersiz kalmıştı. Sonuç olarak ikili anlaşmalar temelinde Türkiye’den yüz binlerce kişi başta Almanya olmak üzere birçok Avrupa ülkesine gitmeye başladı.
Kabaca ele aldığımız bu 1990’lar öncesi döneme ilişkin, Türkiye’nin göç yolları üzerinde bulunduğu, göçe kaynaklık eden ülkelerle hedef ülkeler arasında bir transit ülke, bir durak olduğu tespiti büyük ölçüde kabul görmüştür. Türkiye’nin küresel göç haritasındaki yeri, 1990’lı yıllardan başlayarak niteliksel değişimler ve dönüşümler yaşadı. Bu dönüşüm niceliksel dönüşümü de beraberinde getiriyordu. Neoliberal politikaların egemen hale gelmeye başlaması, SSCB’nin yıkılması, Türkiye’deki esnek vize sistemi ve geniş bir enformel sektörü bünyesinde barındırması onu göçmenler için cazip bir ülke haline getirmeye başladı. Türkiye emek ihraç eden bir ülke konumundan emek ithal eden bir ülke konumuna geldi. Değişen koşullara ayak uydurmaya çalışan Türkiye, 1994’te Türkiye’ye iltica eden ve başka bir ülkeye iltica etmek üzere Türkiye’de iltica talep edenlere dair yönetmeliği, 2003’te Yabancıların Çalışma İzinleri Hakkında Kanun’u, 2006’da İskân Kanunu’nu ve 2016’da Uluslararası İşgücü Kanunu’nu çıkardı. Bu kanunları Geçici Koruma Yönetmeliği, Türkiye’de Oturan Yabancıların Nüfus Kayıtlarının Tutulması Hakkında Yönetmelik, Uluslararası Koruma Başvuru Sahibi ve Uluslararası Koruma Statüsü Sahibi Kişilerin Çalışmasına Dair Yönetmelik ve Geçici Koruma Sağlanan Yabancıların Çalışma İzinlerine Dair Yönetmelik izledi.
Değişen koşulları ve kitlesel göçleri yaratan etkenlerden biri de Türkiye’ye komşu ülkelerde ve yakın coğrafyalarda yaşanan çatışmalar, savaşlar ve siyasi baskılardı. 2003 yılında Irak’ta ve 2011’de Suriye’de savaşlar başladı, Şengal’e yönelik IŞİD ve benzeri cihatçı grupların soykırım niteliğinde saldırıları oldu. 2020’de Dağlık Karabağ Savaşı’nda binlerce kişi öldü, gerilim hala devam ediyor. 2021’de Taliban zaten istikrarın olmadığı Afganistan’da iktidarı tamamen ele geçirdi, 2022’de Rusya Ukrayna’yı işgal etti. İran’da otoriter ve baskıcı rejim kadın ve kız çocukları başta olmak üzere tüm topluma yönelik saldırılarını sürdürüyor. Süreçte Avrupa Birliği’nin sınırlarının dışsallaştırılması ve güvenlikleştirilmesi, Kale Avrupa yaklaşımı, AB sınırlarını korumak için kurulan Frontex ve sınırları korumak için geliştirilen EUROSUR adlı gözetim sistemi projesi, 2016’da Türkiye ile imzalanan Geri Kabul Anlaşması ve son olarak göçmen ve mülteci emeğinin AKP’nin ekonomik büyüme paradigması için önemi, Türkiye’nin transit ülkeden hedef ülke haline gelişinin başlıca sebepleridir.
“Bundan Sonra Her Şey Biziz”
2010’lardan sonra aşamalı olarak göç alanında önce son sözü, sonra tek sözü söyleyenlerin devletler olması tesadüf değil. Devletler, BMMYK (Birleşmiş Milletler Mülteciler Yüksek Komiserliği-UNHCR) ve diğer uluslararası kuruluşlar, aktivistleri, göçmenleri, üçüncü grupları kapsam dışı bıraktılar. Kamusal tartışmaların yapılması, sürece yayılan politikaların üretilmesi engellendi. 10 Eylül 2018’de de BMMYK Türkiye’de iltica başvurusu alma, sürdürme ve nihayete erdirme benzeri tüm yetkilerini ve sorumluluklarını İçişleri Bakanlığı’na bağlı Göç İdaresi Müdürlüğü’ne (2021’de Göç İdaresi Başkanlığı olacaktır) devretti.[7] Böylelikle Geri Kabul Anlaşması’nın yürürlüğe girdiği 2016 yılından itibaren yetkilerini yavaş yavaş devreden BMMYK, Türkiye’de kamu yararına çalışan bir STK gibi sadece Göç İdaresi Müdürlüğü’nün uygulamalarının destekçisi oldu. Tam da bu sebeple bugün yalnızca Göç İdaresi Başkanlığı’nın paylaştığı veriler dışında bilgiye erişim mümkün değil. Yine Göç İdaresi Başkanlığı’nın politika üretme ve uygulama tekelini elinde bulundurması nedeniyle mültecilerin ihtiyaçlarına yönelik herhangi bir kamusal inisiyatif oluşturmanın önünde pek çok engel var. Örneğin bir sivil toplum aktörünün kadınlar için Türkçe dil kursu açması Millî Eğitim Bakanlığı’nın izni ve onayı olmadan imkânsız. Geri Gönderme Merkezleri’ni bağımsız insan hakları heyetlerinin, tabip odalarının, demokratik kitle örgütlerinin hatta çoğu zaman buralarda müvekkilleri bulunan avukatların bile ziyaret etmesine izin verilmiyor. Geçici Barınma Merkezleri için de durum aynı.
Nitekim bu süreçte sadece yerel ve uluslararası sivil aktörler değil aynı zamanda özel sektörün de taşeronlaşması söz konusu. Havaalanları, otobüs terminalleri ve otogarlar göç bürokrasisinin bir parçası olmadıkları halde Göç İdaresi Başkanlığı’nın belirlediği kurallara binaen yaptırım uygulayabilir hale geldi. Otobüsle taşımacılık yapan şirketler, mültecilerin kaydını, Göç İdareleri tarafından verilmiş kimlikleri ve yol izin belgelerini görmeden bilet satmıyor örneğin. AB, BMMYK ve İçişleri Bakanlığı’na bağlı Göç İdaresi Başkanlığı’nın birlikte oluşturduğu ve projelerle bir “sektör” haline getirdiği bu göç rejimi, küresel olanla oldukça uyumlu bir şekilde mültecileri politik öznelliklerinden koparıyor. Göç ve iltica gibi politik bir konu, “insani kriz” gibi bir ifadeyle politika dışına itiliyor, temel ihtiyaçların belirlenmesine ve sağlanmasına indirgeniyor.
Marc Engelhardt’a göre “sığınmacı krizi” söylemi yanıltıcı. Avrupa tarafından bir tehdit olarak görülen göçmen ve mülteciler için aslında Avrupa’nın bir tehdit olduğunu söyleyerek içinde bulunduğumuz durumu iyimserlikle bir “Sığınmacı Devrimi” olarak tarif ediyor. Mülteci ve göçmenlerin sömürgelerden emperyalist ülkelere hareketlerini, bir “ezilen işçi sınıfı hareketi”, 1789’un “özgürlük, eşitlik ve kardeşlik” talebinin bir benzeri olarak görüyor.[8] Belki biraz daha yolumuz var. Ancak Nail’in de bize hatırlattığı Enternasyonal Marşı’nın dizelerine bakalım: “Biz başka âlem isteriz. Bizi hiçe sayanlar bilsin. Bundan sonra her şey biziz!” Göçmen ve mültecilerin kendi şarkılarını söylemesi sandığımızdan daha yakın olabilir.
[1] Thomas Nail (2022) Göçmen Figürü, Çeviren Dilşa Ritsa Eşli, İstanbul: İletişim Yayınları.
[2] Jacob Ceki Hazan (2021) “Geçmişten Geleceğe Zorunlu Göç: Mülteciler ve Ülke İçinde Yerinden Edilmiş Kişiler”, S. Gülfer Ihlamur Öner ve N. Aslı Şirin Öner (Der.) Küreselleşme Çağında Göç Kavramlar Tartışmalar, 5. Baskı, İstanbul: İletişim Yayınları içinde, s. 183-197.
[3] Sancar, Nuray (2022) “Irkçılık ve Milliyetçilik: İşçi Sınıfını Ayıran Duvar”, Teori ve Eylem, Sayı 57, s. 22-36, s. 23.
[4] euronews (2017) “AB’yi göçle mücadelede yetersiz bulan Avusturya, Macaristan ve Sırbistan pakt kurdu”, https://tr.euronews.com/2022/11/17/abyi-gocle-mucadelede-yetersiz-bulan-avusturya-macaristan-ve-sirbistan-pakt-kurdu, [Erişim Tarihi, Aralık 2022].
[5] IOM (2022) “More than 5,000 Deaths Recorded on European Migration Routes since 2021”, https://www.iom.int/news/more-5000-deaths-recorded-european-migration-routes-2021-iom, [Erişim Tarihi, Aralık 2022].
[6] Sema Erder (2007) “Yabancısız Kurgulanan Ülkenin Yabancıları”, F. A. Arı (Ed.).Türkiye’de Yabancı İşçiler: Uluslararası Göç, İşgücü ve Nüfus Hareketleri, İstanbul: Derin Yayınları içinde, s. 1-83.
[7] UNHCR tarafından kayıt ve MSB. https://help.unhcr.org/turkiye/tr/information-for-non-syrians/registration-rsd-with-unhcr/, Erişim Tarihi: 27.12.2022.
[8] Marc Engelhardt (2020) “Giriş: Sığınmacı Devrimi”, Marc Engelhardt (Der.) Sığınmacı Devrimi Son Göç dalgası Dünyayı Nasıl Tümüyle Değiştirdi? , Çeviren İlknur Ata, İstanbul: Yapı Kredi Yayınları içinde, s. 21-33.
2010 yılında Boğaziçi Üniversitesi Siyaset Bilimi ve Uluslararası İlişkiler Bölümü’nden mezun oldu. Çeşitli yaş ve özellikteki gruplara 12 yılı aşkın süre toplumsal cinsiyet eşitliği ve kadın hakları eğitimleri verdi. İnsan hakları, ayrımcılık karşıtlığı ve azınlık hakları üzerine projeler geliştirdi, bu projelerin sivil toplum örgütlerinde uygulanmasında sorumluluk aldı. Kadınların istihdamı ve ekonomik haklarına erişimi ile ilgili eğitim ve atölye içerikleri hazırladı ve uyguladı. Mülteci ve yerel topluluktan kadınların ihtiyaçlarının belirlenmesi için araçlar geliştirdi. Son 4 senedir, göç ve toplumsal cinsiyet bağlamında kadınların adalete erişimlerinin güçlenmesi odaklı çalışmalar yürütüyor.
-
This author does not have any more posts.