İki Hukuk Arasında: Kan Parası ve Toplumsal Adalet

Yakın zamanda gerçekleşen bir trafik kazası vakasında, hayatını kaybeden kişinin yakınlarının zararlarının zanlı tarafından karşılandığı gerekçesiyle şikâyetlerinden vazgeçmeleri, kamuoyunda “kan parası” kavramını yeniden tartışmaya açtı. Failin yaşı, ailesinin sosyal konumu, olayın yarattığı toplumsal rahatsızlık ve kamu davasının devam edip etmeyeceği yönündeki belirsizlikler huzursuzluk yaratırken, “kan”, “para”, “pazarlık” ve “hukuk” gibi kavramların bir arada anılması da başlı başına bir gerilim kaynağı oldu. Ancak kan parası uygulamasının arka planına bakıldığında, bu soğukkanlı hesaplaşma biçiminin birçok kültürde ne kadar yerleşik olduğu ve gayrı resmî hukuki çözüm yollarının ortaya çıkmasında maddi önceliklerin nasıl belirleyici rol oynadığı açıkça görülür.

 

Kan parası, en yalın haliyle, bir insanın ölümüne neden olan kişinin, hayatını kaybeden kişinin ailesine para ödemesi anlamına gelir. Bu ödeme çoğu zaman taraflar arasında bir tür “helalleşme” olarak görülür ve yaşanan olayın kapatılması için yapılır. Resmî hukuk bu uygulamayı açıkça tanımlamaz ama bazı yasal düzenlemeler, bu tür pratiklerin dolaylı biçimde hukuk alanına sızmasına imkân verir. Örneğin, Türk Borçlar Kanunu’nda yer alan “destekten yoksun kalma” tazminatı, ölen kişinin ailesine verilen maddi destek kaybının karşılanmasını öngörür. Trafik kazaları gibi olaylarda bu düzenleme, tazminat taleplerine temel olur. Yani ortada yazılı hukukun açıkça y-tanımadığı ama kendi meşrebince kapı araladığı, zeminini gelenekte bulan toplumsal bir olgu vardır. Bu yönüyle kan parası, uzun toplumsal mücadelelerle oluşmuş ve yazılı hukukun çekirdeğine girmiş nafaka ya da iş kazasından sonra alınan tazminat gibi haklarla aynı şekilde ele alınamaz.

 

Kan parası dediğimiz uygulama, bir yandan da devletin yasalarının dışında gelişen, toplumun kendi içinde geliştirdiği çözüm yollarının bir örneğidir. Hukukçular buna “yaşayan hukuk” adını verir[i]. Yani resmi yasaların ötesinde, insanlar arasında süregelen, yazılı olmayan ama etkili olan kurallar. Devletin hukuku bu tür yolları bazen yasaklar, bazen görmezden gelir, bazen de dolaylı biçimde tanır. Kan parası da bu alanın tam ortasında durur. Resmî hukukun düzenleyemediği, ya da doğrudan karşılık veremediği toplumsal dinamiklerin köklü bir yansımasıdır. Çocukken Ömer Seyfettin öyküleriyle tanıştığımız, kültürel bellekte “diyet” adıyla da yer eden bu uygulama, birçok toplumda ölüm veya yaralama durumlarında tazminat temelinde adaletin sağlanmasına yönelik bir uzlaşma pratiği olarak yer bulmuştur. Asurlularda dāmu terimiyle ifade edilen bu uygulama, bir tüccarın öldürülmesi durumunda yakınlarına belirli miktarlarda gümüş, bakır ya da köle ödenmesini içerir (Akyüz, 2020: 889–896.). Benzer bir anlayış, İlyada’da Ajax’ın Akhilleus’a söylediği, “İnsanlar kardeşlerinin ya da oğullarının katili için bile kan parası kabul ederler” sözlerinde de görülür (Homeros, İlyada: 632-633). Erken Orta Çağ Germen hukukunda bu uygulama wergild (adam parası) adıyla kurumsallaşmış, kişilerin toplumsal statülerine göre tarifelendirilen bir tazminat sistemine dönüşmüştür. Örneğin 6. yüzyıla tarihlenen Salik Yasaları (Lex Salica), soylular ve sıradan halk için farklı miktarlarda kan parası öngörürdü (Drew, 1991). Çin’in geleneksel hukuk sisteminde kan parası hem pratik bir uyuşmazlık çözüm aracı hem de bir özür dileme yöntemi olarak yerleşmiştir (Ng, K. H. & He, X, 2021: 208-234). Mağrip bölgesinde, özellikle Cezayir ve Sudan’da ise kan parası ödeme yükümlülüğü, failin kasıtlı davranıp davranmadığından daha büyük önem taşır. Bu yönüyle, maddi uzlaşma ön planda tutulur ve modern ceza hukukundaki “kast” kıstasının yerini tazminata dayalı barış mekanizmaları alır (Hounet, 2017). Bu örneklerde kan parası, yalnızca bir zarar tazmini değil, aynı zamanda (hukuki anlamda) bir uyuşmazlık çözme aracı olarak işlev görür. Özellikle güçlü bir merkezi otoritenin bulunmadığı ya da geleneksel ilişkilerin hayatın maddi örgütlenmesinde belirleyici olduğu topluluklarda bu tür mekanizmalar hem bireysel çatışmaları bastırmak hem de topluluk içindeki gerilimi büyümeden kontrol altına almak amacıyla geliştirilmiştir.  Bu kapsamda Sally Falk Moore’un, hukuku yalnızca kurallar bütünü olarak değil, kendi içinde norm üreten, uygulayan ve dönüştüren bir “yarı-özerk toplumsal alan” olarak kavramsallaştırması önemlidir. Bu yaklaşım, kan parası gibi uygulamaların yalnızca hukuki değil, aynı zamanda toplumsal ve kültürel bir bağlam içinde işlediğini anlamak açısından açıklayıcıdır (Moore, 1978: 54-81). Kan parası, devlet hukukunun dışında ya da onunla kesişen alanlarda işleyen bu tür yarı-özerk normatif düzenekler aracılığıyla hem bir tazmin aracı hem de toplumsal dengeyi yeniden kurma yöntemi olarak işlev görür.

 

Burada unutulmaması gereken nokta, ölümün bu toplumlarda çoğu zaman duygusal değil, ekonomik bir anlam taşımasıdır. Yani birinin ölümü yalnızca bir can kaybı değil, aynı zamanda bir iş gücü kaybı olarak değerlendirilir. Bu nedenle ödenecek bedelin miktarı, ölen kişinin toplumsal konumu kadar, faili temsil eden soyun ekonomik gücüne göre de belirlenir. Asurlular döneminde bu tür bir bedel iki öküz olarak ifade ediliyordu. Germen hukukunda ise toplumsal katmanlara göre belirlenmiş “kan bedelleri” mevcuttu. Benzer şekilde bazı Afrika toplumlarında, sığır ya da tahıl cinsinden ödemeler yapıldığı kayıtlıdır. Bu yönüyle bakıldığında, bugünkü “destekten yoksun kalma” tazminatıyla benzer bir mantığın işlediğini söylemek mümkündür ve teknik olarak gayrıresmi bir “onarıcı adalet” uygulamasıdır.[ii]

 

Kan parasının bir diğer önemli işlevi, topluluk içindeki dengenin korunması ve daha büyük çatışmaların önlenmesidir. Özellikle kan davalarının önünü almak için başvurulan bu yöntem, sadece bireyler arasında değil, aileler ya da soylar arasında gelişebilecek uzun süreli düşmanlıkları ve bu düşmanlıkların yaratabileceği ekonomik ve toplumsal yıkımı engellemeye çalışır. Bu nedenle maddi ödeme çoğu zaman arabulucular, heyetler ve çeşitli barış törenleri eşliğinde, topluluğa yönelik bir uzlaşma beyanı olarak düzenlenir. Burada esas olan, gerilimin büyümeden yönetilmesi ve birlikte yaşama kapasitesinin korunmasıdır. Öç alma ilkesinin doğurduğu intikam döngüsüne bir fren getiren bu uygulama, inançla birleştiğinde farklı bir meşruiyet zemini de kazanır. Türkiye coğrafyasında yüzyıllar boyunca etkili olmuş İslam hukukunda, Bakara Suresi’nde geçen şu ayet bu anlayışı destekler: “Kim ölenin kardeşi tarafından affedilirse, makul biçimde hareket edilmeli ve güzellikle ödeme yapılmalıdır.” Görüldüğü üzere, kan parasının ölçülebilir, denetlenebilir ve maddi gerekçelere dayalı bir hesaplaşma aracı olması yeni bir olgu değildir. Ancak suçun ve cezanın kamusal bir nitelik kazandığı modern hukuk sisteminde, bu tür bir geleneğe başvurmanın anlamı çok daha tartışmalıdır. Ki gündemdeki olayda rahatsızlığı yaratan noktalardan biri de, yapılan kan parası anlaşmasının kamusal sorumluluğu baypas etmesidir.

 

Modern ceza hukukunda suç, yalnızca mağdurla fail arasındaki bir mesele olarak görülmez. Suç, topluma karşı işlenmiş bir eylem olarak kabul edilir. Bu nedenle bir kişinin öldürülmesi, yalnızca ölenin ailesine değil, tüm topluma karşı işlenmiş bir suç sayılır. Bu yaklaşım, cezanın uygulanmasında kişisel intikamı değil, kamusal düzenin korunmasını esas alır. Fail ile mağdur ailesi arasında uzlaşma sağlansa bile, ceza davası çoğu durumda kamu adına devam eder. Çünkü cezalandırma yetkisi bireylerde değil, devlettedir. Bu ilke, hukuk devletinin temel taşlarından biri olarak kabul edilir. Yine de mahkemelerin, özellikle “takdiri indirim” başlığı altında, taraflar arasındaki uzlaşmayı ve ödemeyi göz önünde bulundurduğu da bir gerçektir.  Gündemdeki olayda da olduğu gibi, bu ödemenin ardından ailenin davadan vazgeçmesi ya da şikâyetini geri çekmesi olağanlaştığında hukuk sistemi, toplumsal uyuşmazlıkların büyümeden idare edilmesine dair pragmatik bir tavır ile hukukun kişiler ötesi anlamına dair ilkeler arasında bir müzakereye girişmek zorundadır. Ancak burada önemli olan, bu bireysel uzlaşmaların kamusal sorumluluğun yerini almaması gerektiğidir. Burada, suçun yarattığı maddi zarara indirgenmesi ve parayla kapatılabilir hale gelmesi, gücü yetenin pazarlık ile satın alabileceği bir adalet fikrini pekiştirecek, eşitlik ilkesinin zeminin kaybedecektir.

 

Burada bir başka önemli fark daha ortaya çıkar: Kan parası ile modern hukukta öngörülen tazminat aynı şey değildir. Kan parası, çoğu zaman yazılı olmayan bir mutabakata dayanır. Miktarı belli değildir, zorunlu değildir, (birtakım sigorta çizelgelerinde ve mahkeme karalarında değinilmesi bir yana) yasalarla tanımlanmaz ve genellikle resmî olmayan yollarla kararlaştırılır.  Oysa modern hukukta tazminat, açık bir hakka dayanır. Bir kişinin ölümüyle desteğinden yoksun kalan yakınları için öngörülen maddi tazminat da, boşanma sonrası bağlanan nafaka da, iş kazası sonrası ödenen zarar tazminatları da yasal güvencelerle belirlenmiş, hak temelli kazanımlardır. Bu haklar, bir pazarlığın ya da toplumsal uzlaşının sonucu değil, mağduriyetin doğrudan karşılığı olarak tanınır. Dolayısıyla ne miktarı keyfî biçimde belirlenebilir ne de uygulanıp uygulanmayacağı tarafların insiyatifine bırakılabilir. Hak ile gelenek arasındaki temel fark da burada yatar. Hak, bireyi korumayı, eşitliği sağlamayı ve devlet güvencesini esas alırken, gelenek, topluluğun düzenini önceleyen ve çoğu zaman güçlü olanın belirleyici olduğu bir yapı üzerine kurulur. Yani modern hukuk uygulamaları geleneğe kapı aralarken onu bir olgu olarak kabul edebilir, ancak geleneğin barındırdığı toplumsallık fikriyle modern hukukun kamusal sorumluluğu arasında bir yarık bulunabildiğini akılda tutmak zorundadır. Yoksa taraflar tatmin olsa bile bu çözümün „kamu vicdanında“ bir karşılığı olmayacaktır.

 

Ancak bütün bunları söylerken, modern hukukun çözüm mekanizmalarını geleneğin karşısına, her zaman adil ve koruyucu birer yapı gibi yerleştirmemek gerekir. Çünkü gelenekte rastladığımız soğukkanlılık ve maddi koşulları esas alan yaklaşım, modern hukukun liberal yorumlarında da hiç yabancı değildir. Bu nedenle bir sonuç cümlesi kurmak yerine, İngiltere’de kişisel yaralanma davalarında genel tazminatların değerlendirilmesinde kullanılan tablodan kısa bir kesit paylaşmak yerinde olacaktır.

 

Yaralanma Türü Açıklama Tazminat Aralığı (GBP)
Tek göz kaybı Diğer göz sağlıklıysa £46,240 – £51,460
İki el parmağının kaybı Orta şiddetli fonksiyon kaybı £18,000 – £27,000
Omurga yaralanması (orta) Cerrahi müdahale gerektirmeyen kalıcı ağrı £10,970 – £34,000
Beyin hasarı (hafif) Zihinsel işlevlerde sınırlı kayıp £14,320 – £40,410

Kaynak: Judicial College Guidelines for the Assessment of General Damages in Personal Injury Cases, 14. Baskı (2017)

 

Sonnotlar

[i] “Yaşayan hukuk” (living law) kavramı, Avusturyalı hukukçu Eugen Ehrlich tarafından geliştirilmiştir. Bu kavram, resmî hukuk kurumlarının dışında gelişen, toplumsal pratiklerle şekillenen ve yazılı olmayan normları ifade eder.  Ehrlich, toplumsal ilişkilerde fiilen uygulanan kuralların, devlet tarafından konulan yazılı yasalar kadar etkili olabildiğini savunur. Bkz. Eugen Ehrlich, Hukuk Sosyolojisinin Temel İlkeleri, çev. Artun Mimar, İstanbul: Pinhan Yayıncılık, 2019..

[ii] Onarıcı adalet (restorative justice), suçun yarattığı zararı gidermeye ve toplumsal ilişkileri onarıcı yöntemlerle düzeltmeye odaklanan adalet anlayışıdır. Geleneksel ceza adaleti sisteminin cezalandırma odaklı yaklaşımının tersine, onarıcı adalet mağdur, fail ve toplum arasındaki ilişkilerin iyileştirilmesini amaçlar. Bu yaklaşım, suçun yarattığı zararın parasal tazminat, toplum hizmeti, uzlaşma süreçleri gibi yöntemlerle giderilmesini öngörür. Konu hakkında kapsamlı bir inceleme yapan Howard Zehr’in Onarıcı Adaletin Küçük Kitabı adlı eserine (çev. Muzaffer Kaya) şu adresten erişilebilir: https://hakikatadalethafiza.org/sites/default/files/2023-01/onarici-adaletin-kucuk-kitabi.pdf

 

KAYNAKÇA

 

Akyüz, Faruk. “Asur Belgelerinde Kan Parası.” Belleten 84, no. 301 (2020): 889–896.

Ben Hounet, Yazid. “Crime, Intentionality and Blood Money in Algeria and Sudan.” In Truth, Intentionality and Evidence. London: Routledge, 2017.

Drew, Katherine Fischer, ed. and trans. The Laws of the Salian Franks. Philadelphia: University of Pennsylvania Press, 1991.

Ehrlich, Eugen. Hukuk Sosyolojisinin Temel İlkeleri. Çev. Artun Mimar. İstanbul: Pinhan Yayıncılık, 2019.

Homeros. İlyada. Kitap IX, dizeler 632–633.

Moore, Sally Falk. Law as Process: An Anthropological Approach. London: Routledge & Kegan Paul, 1978.

Ng, K. H. ve He, X. “Blood Money and Negotiated Justice in China.” In B. Ahl (ed.), Chinese Courts and Criminal Procedure: Post-2013 Reforms, 208–234. Cambridge: Cambridge University Press, 2021.

Zehr, Howard. Onarıcı Adaletin Küçük Kitabı. Çev. Muzaffer Kaya. Hakikat Adalet Hafıza Merkezi, 2023. Erişim: https://hakikatadalethafiza.org/sites/default/files/2023-01/onarici-adaletin-kucuk-kitabi.pdf

 

Eren Paydaş, lisans eğitimini Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesi’nde, yüksek lisansını ise Galatasaray Üniversitesi Kamu Hukuku programında tamamladı. Marmara Üniversitesi Hukuk Fakültesi’nde Hukuk Felsefesi ve Sosyolojisi Anabilim Dalı’nda araştırma görevlisi olarak çalıştı. 2016 yılında “Barış İçin Akademisyenler” bildirisine imza atması nedeniyle görevinden ayrılmak zorunda kaldı ve Kanun Hükmünde Kararname (KHK) ile ihraç edilen akademisyenler listesine eklendi. Doktora çalışmalarını Almanya’daki Friedrich-Alexander-Universität bünyesinde 2021 yılında tamamladı. Doktora tezi, modern anayasa metinlerinin başlangıç bölümleri ile mitolojik yaratılış anlatıları arasındaki yapısal ve tematik paralellikleri karşılaştırmalı bir yaklaşımla incelemektedir. Doktora sonrası dönemde bağımsız araştırmacı olarak çalışmalarını sürdürmekte, çevirmenlik ve editörlük yapmaktadır.

©2021  blog.insanhaklariokulu.org.
Tüm hakları saklıdır.

web tasarım: mare.design

E-bültenimize abone olarak duyurularımızdan haberdar olabilirsiniz.

Yayınlanan yazıların içerikleri sadece yazarların sorumluluğu altındadır ve Hollanda Büyükelçiliği ve /veya KAGED’in görüşlerini yansıtmak zorunda değildir.