Gezi Parkı Davası’nın 25 Nisan 2022 tarihindeki son duruşmasında Mücella Yapıcı, Çiğdem Mater, Hakan Altınay, Can Atalay, Mine Özerden, Yiğit Ali Ekmekçi ve Tayfun Kahraman’a 18’er yıl, Osman Kavala’ya müebbet hapis cezası verildi. Adliyenin önünde kararı protesto eden bir avuç insan vardı. Taksim Dayanışması’nın bir sonraki gün için yaptığı protesto çağrısına icabet edenlerin sayısı da birkaç bini aşmıyordu. Gezi Protestoları’na katılan (İçişleri Bakanlığı’na göre) 2,5 milyon kişi bu protestoların neredeyse tüm siyasi yükünü omuzlarına almış bu kişilerin yanında değildi. Yapıcı, Kavala ve diğerleri sadece iktidarın otoriter eğilimlerinin kurbanı olmadılar, aynı zamanda Gezi göstericileri tarafından yüz üstü bırakıldılar.
Netice sadece bu kişilerin yaşadığı büyük haksızlık nedeniyle değil aynı zamanda ülke siyasetindeki olumsuz gidişatı ortaya koyduğu için önemli. Bu gidişatı tersine çevirebilmek içinse bu vahim durumu anlamlandırmak, bunu yapabilmek için de “Gezi neydi?” sorusuna geri dönmek gerekli.
Fakat bu yanıtlaması kolay bir soru değil çünkü sorunun yanıtı soruyu yanıtlayanlara göre farklılaşmakta. Bu nedenle Haziran 2022’de dokuzuncu yıldönümü gerçekleşen bu tarihsel olaya ilişkin yanıtları şekillendiren saikları tartışmak faydalı olabilir. Yani Gezi Protestoları’nı kimin, nasıl ve ne için tanımladığına bakarak parçaları bir araya getirebiliriz.
Deneyimler, Kimlikler ve Çıkarlar
“Gezi neydi?” sorusuna muhatap olan hemen herkes herhalde ilk olarak deneyimlerini yoklayacaktır. Deneyimlerin üç grup için farklılaştığını düşünebiliriz: gösterilere katılanlar, katılmayanlar ve katılamayanlar.
Gösterilere katılanların “Gezi neydi?” sorusuna ilişkin verdikleri yanıtların ortak altmetni muhtemelen “Gezi özel bir şeydi” cümlesiyle özetlenebilir. Protestolar Kürtlerin azınlık olduğu yerlerde büyüyen kırk yaş altı hemen herkes için yaşamlarında ilk kez kitlesel direnişin devletin sarsılmaz gözüken otoritesini tuzla buz edebildiğini gösterdi. Eylemciler kitaplardan okudukları ve önceki kuşaktan dinledikleri epik ve romantik olayların bu dönemde de gerçekleşebileceğini gördüler.
Gösterilere katılmayanların önemli bir bölümü ise iktidarın söylemini benimsedi ve protestocuları şu veya bu şekilde ötekileştirdi. KONDA’nın 2014 yılında yayımladığı çalışmaya göre Temmuz 2013’te çalışmaya konu ankete katılanların yüzde 57’si “Bütün bu olaylar[ın] Türkiye’ye karşı bir oyun [olduğuna], eylemciler[in] provokasyona geldi[ğine]” inanıyordu (KONDA Araştırma, 2014).
Bahsetmek gereken bir son kategori ise gösterilere katılamayanlar: Dokuz yıl önceki gösteriler, şu anda 20’li yaşlardaki birçok genç için artık kişisel değil, tarihsel bir vaka. İlk iki kesimin birbirine hasmane bir tutum takındığını düşünebiliriz. Fakat Gezi Protestoları’nın toplumsal bellekteki yerini herhalde bu üçüncü kesim belirleyecek.
“Gezi neydi?” sorusuna verilen yanıtları belirleyen bir ikinci unsur mensubu olduğumuz kimlik grupları. Bir taraftan gösterilerin kapsayıcı bir mahiyette seyrettiğini söyleyebiliriz. Diğer taraftan kimliklerin gösterilere katılma/katılmama kararı ve katılımın mahiyeti üzerinde bir etkisi olduğunu da. Polisçe öldürülen hemen herkesin Alevi olması, hükümetle müzakere sürecindeki Kürt hareketinin gösterilere örgütlü şekilde katılmaması, laikçi Sünni Türk göstericilerin önemli bir kesiminin gösterilere iktidarı devirmekten ziyade “iktidara seslerini duyurmak” için katılması… Diğer bir deyişle, ilk bakışta “Herkes oradaydı” saptaması doğru gözükse de kimin ne kadar ve neyi göze alarak orada olduğu soruları ile kişilerin aidiyetleri arasında bir ilişki olduğunu iddia edebiliriz.
Bir üçüncü (ve burada daha geniş yer vereceğim) unsur ise bu soruyu yanıtlayanların çıkarları. Elbette uluslararası kamuoyu ve laikçi Sünni Türk göstericilerin beklentilerini veya iktidarın söylemsel ihtiyaçlarını karşılayarak kendilerine akademik, ticari ve siyasi fayda sağlayanlar oldu, olacaktır da. Fakat kastım bu bireysel saiklardan ziyade, bu saikların yansıttığı kolektif çıkarlar. Daha da açık olmak gerekirse toplumsal sınıfların çıkarları…
Bu açıdan bakıldığında Gezi Protestoları eşzamanlı iki gerilimin sahnesine dönüştü. Bunlardan birincisi iktidara “seslerini duyurmak isteyen” küçük burjuva protestocular ile çekirdeğini küçük sınai üreticilerin oluşturduğu ve İslamcılar’ı iktidarda tutan bir yeni “orta sınıf” -ki bu sınıfı faburjuvazi olarak adlandırıyorum- arasındaydı. Bu yönüyle gösteriler bu iki imtiyazlı sınıf arasındaki pazarlığın bir vesilesine dönüştü.
İkinci gerilim ise küçük burjuva ve sosyalist göstericiler arasında idi. Sosyalistler gösterileri işçi sınıfı mahallelerine taşımaya çalışırken küçük burjuva göstericiler gösterileri kendi yaşam alanlarını oluşturan muhitlerde tutmak ve performatif pratikleriyle protestoların seyrini kontrol etmek için çaba harcadılar.
Diğer bir deyişle her iki gerilimin ortak faili küçük burjuvaziydi ve her iki gerilimden de istediğini aldı. İktidar, bu ayırımı sezinlese gerek, şiddetini sosyalistler ve Aleviler’e yöneltti çünkü bu tutum gösterilerin küçük burjuva muhitlerde tutulmasını sağlıyor ve küçük burjuvazinin isteği dışında etkinleşmesine (ya da “radikalleşmesine”) mâni oluyordu. Yani iktidar göstericiler içinden kendine uygun rakip olarak (“Gezi aklını” hegemonize etmiş) küçük burjuvaziyi seçti ve bu rakibin protestoların ana faili olması için çaba gösterdi, hâlen gösteriyor. Bu sayede gösterilerin ana temaları küçük burjuvazinin çıkarlarına hizmet edenler arasından seçildi. Gezi Protestoları, bu açıdan, amacına ulaşmış oldu: İktidar bu protestolardan beridir şu veya bu şekilde artık her önemli adımını küçük burjuvazinin çıkarlarını da düşünerek atmakta. Örneğin, iktisadi küçülmeden küçük burjuvazinin etkilenmemesi için ucuz konut kredisi gibi çokça sübvansiyon programı bu protestolar sonrasında geliştirildi ve uygulandı.
Peşi sıra birçok rastlantı sonucu gösterilere Ankara, İstanbul ve Diyarbakır’da katıldım ve bu kentlerde yaptığım gözlemlerden hareketle sosyalist ve küçük burjuva göstericiler arasındaki gerilimin de ikinci fail lehine neticelendiğini söyleyebilirim. 2008 Finansal Krizi sonrası ücretlerdeki düşüş, büyüyen istihdam açığı, artan sömürü ve hız kesmeden devam eden ataerkil, heteronormatif, ırkçı ve şoven baskı 2013 itibariyle işçi sınıfının 2001 Finansal Krizi’nden beridir artarak hissettiği sıkıntıları derinleştirmekteydi. Benzer şekilde beyaz yakalı proleterler göstericilerin en dinamik kesimini oluşturuyordu. Kısacası hem koşullar hem de failler açısından protestoların hemen her büyük kentteki işçi sınıfı mahallelerine yayılması için uygun bir ortam oluşturmuştu. Kısmen sosyalistlerin gösterilerin bileşenlerini okumakta zorlanmaları fakat daha önemlisi küçük burjuva göstericilerin örgütlülük gerektiren bu tür bir atılım kapsamında sosyalistlerin önderliğinde (ya da en azından yanında) hareket etmekteki isteksizlikleri bu fırsatın kaçmasına yol açtı. Küçük burjuvazi sosyalistlerle girdiği bu mücadeleyi kazanarak gösterilere “ruhunu verdi”. İslamcılar ve faburjuvaziyle pazarlık gücünü arttırdı.
Neticede gösteriler muhalif kesimlerin önüne yeni siyasi fırsatlar koyan ve muhalif kesimleri dönüştüren bir kolektif deneyim olmaktan uzaklaştı. Küçük burjuvazinin faburjuvazi ve onun temsilcisi iktidarla işçi sınıfının sömürüsünden aldıkları payın bölüşüm pazarlığını kolaylaştıran bir tarihsel momente dönüştü. Bu pazarlık süreci içinde gösterilerin altmetninde insana ve kapitalist sömürüye dair öğeler gittikçe silikleşirken çevre, laiklik, burjuva demokrasisi vb. temalar önem kazandı. Pazarlık küçük burjuvazinin iktidardan tavizler koparmasına yardımcı oldu fakat yıllarca hapse mahkûm olan Yapıcı, Kavala ve diğerleri bu pazarlığın kurbanı oldular. Gezi Protestoları’nın toplumsal bellekteki yeri yıllar içinde Cumhuriyet Mitingleri’ninkine benzemeye başladı. Yani silikleşen “halk ayaklanması” imgesinin yerini “imtiyazlıların protestosu” imgesi aldı. İşçi sınıfını gösterilere katılmaya davet eden unsurların imgeler üzerindeki etkisi ise kendisi de sonradan yıkılan AKM’nin önündeki afişlerle sınırlı kaldı.
Gezi neydi?
Bu katmanların hepsinden süzüleni toparlarsak Gezi Protestoları 1980 sonrası kuşak için nostaljisini üretebilecekleri bir momentti. Bu kuşak ilk defa ebeveynlerinin anlattıklarına benzer bir öyküye sahip olmuştu. Bu öyküyü kıskançlıkla korudular ve korumaya devam ediyorlar. Protestolara genel havasını toplumda hâlihazırda imtiyazlı olan kesimler verdi. Bu kesimlerin ekseriyeti küçük burjuva idi ve protestoların işçi sınıfı mahallelerine yayılmasını zorlaştırdılar. Özetle, Gezi Protestoları bir kuşağın nostalji nesnesi ve (iki imtiyazlı sınıf olan) küçük burjuvazi ile faburjuvazi arasındaki pazarlığın vesilesine dönüşen bir halk ayaklanmasıydı.
Gösterilerin gelişiminin kendiliğindenliği ile akabindeki atıllık arasındaki tezat yukarıdaki paragraflardaki fikirleri desteklemekte. Ülkenin elden gittiği inancı ve bilenmişliğiyle kendini sokağa atan nispeten eğitimli, nispeten kaynakları olan insanlar gösteriler bittikten hemen sonra evlerine döndüler. Görevlerini yerine getirdikleri inancıyla, gururla, mitlerle evlerine döndüler. Protestoların yeni bir örgütlenme sürecini tetikleyeceğini ümit edenler, büyük bir hayal kırıklığı yaşarken, evlerine geri dönenler tarihi değiştirdiklerine inanıyorlardı. Neticede bu sefer olmasa da bir sonraki “isyanda” bu iktidar çok uzaklara kaçacaktı.
Bu iyimser ve minimalist yaklaşımın sonuçlarının en acı özeti 25 Nisan 2022’de gazeteci ve milletvekili Ahmet Şık’ın Gezi Davası karar duruşması sonrasında söyledikleriydi herhalde:
14 yaşında gençler iktidarı mafya diye tanımlar iken bu suç örgütü iktidarda kalmaya devam edebiliyor ise, bu tetikçiler bu aymazlıkla bu utanmazlıkla bu kararların altına imza atabiliyorlarsa bunun sorumlusu kendine muhalif olduğunu söyleyenlerdir.
Eğer bugün karşı çıkmazsanız haysiyetinizden vazgeçmiş olacaksınız. İktidar zaten haysiyetsiz. Bunlar çete diyoruz ya. Çete… Mafya diyoruz. Buradakilere hâkim, savcı muamelesi mi yapacağız?
Bu yargılamadan ne bekliyordunuz? Burada umutla beklediniz mi?
Biliyorduk bu kararı…
Ama itiraz etmeyen herkes ama herkes bu kararın sorumlusudur. Bundan sonra yaşanacak her ihlalin sorumlusu da hiçbir şeye sesini çıkarmayan, bu sessizlik sarmalına teslim olmuş kendine “muhalif” diyenlerdir.[1]
Şık’ın bu çıkışı her ne kadar doğru yere işaret etse de yaşadığı şaşkınlık ve öfke küçük burjuvazinin Gezi Protestoları ve sonrasındaki ekonomi politik konumlanışını okumakta güçlük çektiğini gösteriyor. Özetle küçük burjuvazinin sosyalistler üzerindeki düşünsel ve siyasi tahakkümünü masaya yatırmadan da sosyalistlerin küçük burjuvaziyle sonuç getirici bir ittifak kurmaları bir hayli zor gözüküyor.
Sonuç
“Gezi aklı” hükümetin uyguladığı baskıya bir çözüm üretemedi ya da üretmedi. “Gezi ruhunun” simgesel ve performatif failleri kendi mahallelerinde birbirleriyle konuşmayı tercih etti. Neticede Gezi Protestoları sonrasında iktidarın otoriter eğilimleri güçlendi, hukuk düzeni aşındı ve geneli itibariyle demokratik kurumlar ve teamüller bozunuma uğradı. Yani Gezi Protestoları bu gelişmeleri hızlandırmadıysa bile, belli ki, bu süreci durdurmadı.
Şu sonuçları da görmek gerekir: Birincisi ve herhalde en açık olanı, gösterilerin işçi sınıfına ulaşamaması ve akabindeki atıllığın iktidarın, o döneme kadar önünde duran en büyük korku duvarını aşma fırsatını sunmasıydı. İslamcılar küçük burjuvazinin kurumsal temsilcisi olan orduyla aldatıcı bir demokrasi retoriği eşliğinde başa çıkabildi. Masaya oturarak Kürt hareketini pasifize ederken bu retoriğin içini doldurmaya devam etti. Diğer bir deyişle kendiliğinden gelişmiş, dışlayıcı olmayan ve geniş katılımlı protestolar iktidarın demokratik olma ve çoğunluğu temsil etme iddialarının içini boşaltabilir ve tabanında bir kırılma yaratabilirdi. Tüm bunlar ancak bu tabana ulaşan bir örgütlenme dalgasıyla mümkün olacaktı. Gösteriler sonrası atıllık iktidara bu tür bir halk ayaklanmasını bile kontrol edebileceğini gösterdi. Bu özgüven daha sonra atacağı adımları kolaylaştırdı. Diğer bir deyişle iktidar Gezi Protestoları’ndan çekindiği ve bu tür bir ayaklanmanın tekrarını engellemek için değil Gezi Protestoları’nın sağladığı cesaret ile otoriterleşti.
Gezi Protestoları’nın 2015 Haziran seçimlerinde İslamcılar’ın mecliste 13 yıl sonra ilk defa azınlığa düşmelerinin önemli bir nedeni olduğu sıkça varsayılır. Buradaki önkabul sorunlu çünkü yukarıda atıf verdiğim KONDA araştırmasına göre Ocak 2014’te, yani gösterilerden bir buçuk yıl sonra gösterilerin bir provokasyon olduğuna inananların oranı yüzde 57’den yüzde 58’e çıkmıştı. Yani gösterilerin akabinde gösterilere katılmayanların siyasi tercihlerinde iktidar-karşıtı bir dönüşüm gerçekleştiğine dair bir emare bulmak güç. Öte taraftan bu varsayım doğruysa bile Gezi Protestoları’nın 2013 yazında sonlanması, işçi sınıfına doğru genişleyen bir örgütlenme süreciyle devam etmemesi ve iktidarın bu sayede halk ayaklanmalarına dair korkuyu üzerinden atması bu seçimi yok saymasını kolaylaştırdı. Sonrasında Kürtler’e dönük başlattığı insafsız saldırıyı da…
İkincisi, hatırlatmak gerekirse, gösteriler iktidarın 2013 öncesindeki birçok anti-demokratik düzenleme ve uygulamasına cevaben değil içki satışını 22:00’den sonra yasaklama kararından hemen sonra başlamıştı. Bu olguyu bilindiği gibi hâlen üzerinde ısrar edilen bir dezenformasyon kampanyası takip etti. Protestocular bu yalanlara maruz kalan işçi sınıfına kendi öykülerini anlatma çabası içine girmediler. Dolayısıyla Gezi Protestoları’nın 2013 yazında başlaması ve bitmesi iktidarın kendi seçmeni etrafında ördüğü korku duvarlarını kalınlaştırmasına yardım etti, kutuplaşmayı derinleştirdi.
Üçüncüsü, Gezi Protestoları’nın kutuplaşmaya bu katkısı bir taraftan İslamcı ve laikçi kesimlerin siyasetteki merkezi konumlarını korumalarına yardımcı olurken bir taraftan da gösterilerin netice getirmediği (ve sol siyasetin gösteri yapmaktan ibaret olduğu) altmetnini ikna edici kıldı. Bu iki kesimin ittifak siyasetinin iktidara karşı alternatifsiz tek strateji olduğu fikrini güçlendirdi. Bu sayede İslamcılar ve laikçiler “parlamenter demokrasi” için “Gezi’deki gibi” Millet İttifakı’nda bir araya geldiler. Ülke topyekûn sağa kaydı ve daha da önemlisi siyasetsizleşti.
Dördüncüsü, Gezi Protestoları’na ilişkin küçük burjuvazinin ürettiği mit, deneyimlenen başarısızlığa rağmen, kendiliğinden gelişen protestoların iktidarı devirmeye yeteceği ve bu nedenle, örgütlenme için çaba harcamanın, sonuç alıcı örgütlenme stratejileri için kuramsal bir tartışma zemini oluşturmanın gereksiz olduğu kanısını güçlendirdi. Protesto ve örgütlenme kavramları birincisi lehine ayrıştı.
Özetle Gezi Protestoları kaçırılmış bir fırsattır: Hem gösteriler sırasında hem gösteriler sonrasındaki atıllık nedeniyle… Ülke demokrasisine yaptığı katkı kadar hasar vermiştir.
Öte taraftan Gezi Protestoları ve sonrasında olanlar (ve olmayanlar) ülke siyasetindeki ana gerilimleri ve sınıflararası ilişkileri anlayabilmemiz için değerli veriler sunmaktadır. Her ne kadar 1980 öncesini hatırlamayan ama bu dönemin öyküleriyle büyüyen kuşaklar Gezi Protestoları’na ilişkin mitler üretme eğiliminde ise de ve küçük burjuvazinin ülkeyi bir batağa sokan atıllığını bir başarı öyküsüyle aklama çabaları etkili olsa da bu done önümüzde duruyor. Gezi Protestoları’nın kurama davet eden, örgütlenme için bu deneyimden dersler devşiren okumaları ise önümüzdeki yıllardaki siyasi kilitlenmelerde demokrasi için ve işçi sınıfı yanında siyaset yapmak isteyenlerin işini kolaylaştırabilir. Bir sonraki gösteri dalgası belki de ülkeyi dönüştürebilir.
Referans: KONDA Araştırma (2014) Gezi Raporu: Toplumun ‘Gezi Parkı Olayları’ Algısı Gezi Parkındakiler Kimlerdi?, İstanbul: Konda.
Görsel: Uğur Can
[1] Ahmet Şık (2022) “Ahmet Şık Gezi Parkı davası kararına isyan etti!”, Yurttaş TV, https://www.youtube.com/watch?v=2wkT-MCIIhw, [Erişim Tarihi, Haziran 2022].
Endüstri ilişkileri ve kent sosyolojisi alanlarında çalışmalarını sürdürmektedir. Lisans derecelerini Boğaziçi Üniversitesi Siyaset Bilimi ve Uluslararası İlişkiler ile Boğaziçi Üniversitesi Sosyoloji bölümlerinden, doktor unvanını ise SUNY Binghamton Sosyoloji Bölümünden almıştır. 2016 yılında sosyoloji doçenti unvanına layık görülmüştür. 2012-2017 yıllarında Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi Çalışma Ekonomisi ve Endüstri İlişkileri Bölümü’nde öğretim görevlisi olarak çalışmıştır. Şubat 2017’de bir kanun hükmünde kararname ile görevinden ihraç edilmiştir. Son yıllardaki araştırma faaliyetlerinde Türkiye’de işçi sınıfının siyasi tutum ve eylemlerini yerel ölçekte şekillendirmeye çalışan toplumsal faili tarif etmeye odaklanmıştır. A Conveyor Belt of Flesh (2010) ve Social Inclusion Policies in Turkey (2015) başlıklı iki kitabı bulunmaktadır.
-
This author does not have any more posts.