Dünyada Feminizm ve Toplumsal Cinsiyet Karşıtı Hareketler

Toplumsal cinsiyet, hegemonik kadınlık ve erkekliğin normal olduğuna dair herhangi bir “doğal/biyolojik” kanıt olmadığına, aksine “kadın-erkek” toplumsal cinsiyet kimliklerinin ve bu kimliklere atfedilen toplumsal cinsiyet rollerinin siyasal alanda, tarihsel olarak ve kolektif insan pratiğiyle kurulduğuna, dolayısıyla değiştirilebilir olduğuna işaret eden bir kavramdır. Özellikle 1980’ler boyunca yükselen LGBTİ+ hareketi/tartışmaları ve 1990’larda geliştirilen queer teori toplumsal cinsiyet kavramını iki açıdan eleştirmiştir: İlk olarak, toplumsal cinsiyet kavramı, cinsiyeti ve bedeni doğa alanına sabitlemektedir. Başka bir ifadeyle, biyolojik cinsiyetin anatomik bedene doğuştan işlendiği varsayılmaktadır. İkinci olarak ise kavram, toplumsal alanda yalnızca kadınlar ve erkekler arasındaki güç ilişkilerine odaklanmış, başka cinsiyet beyanları ve performanslarını eleştirel biçimde kapsayacak esnekliğe sahip olmamıştır. Bugünlerde ise bu tartışmalar küresel kapitalizmin mülksüzleştirici etkileri ve bölgesel savaş politikalarının yarattığı krizler ile gelişen tartışmalarla da iç içe geçiyor, kesişimsel yaklaşımlardan etkileniyor. Kadınların ve LGBTİ+’ların yanı sıra göçmenler, sakatlar, mülksüzler gibi madun grupların güç ve sömürü ilişkilerinde bedenli oluşu yakıcı bir biçimde deneyimlemeleri, feminist literatürde bedene ve cinsel farka dair yeni materyalist yaklaşımları da beraberinde getiriyor.[1]

 

Dünyada aşırı sağın yükselişiyle beraber kadınların bedenleri, kamusal varlıkları, sosyal, ekonomik ve entelektüel faaliyetleri üzerindeki kontrol girişimleri de otoriter siyasetin ayrılmaz bir parçası haline geldi. Genel olarak toplumsal cinsiyet karşıtı hareketler olarak betimlenen bu hareketler ilk olarak 1990’ların başında Kahire ve Beijing’de yapılan dünya kadın konferanslarında alınan kararlara karşı Katolik Kilisesi ve aşırı sağ kesimler tarafından örgütlü bir reaksiyon olarak başlatılmıştı. Son yıllarda yaşananlar ise genellikle toplumsal cinsiyet karşıtı hareketlerin sağ popülist siyaset tarzıyla buluşması ve ailenin anaakımlaştırılmasıdır.

 

Batı’da son dönem yükselişe geçen ve bugüne kadar toplumsal cinsiyet alanında feministlerin ve LGBTİ+’ların mücadelesiyle kurumsallaşmış yapılara ve hukuki çerçevelere “aile”nin tehdit altında olduğu gerekçesiyle karşı çıkan toplumsal cinsiyet karşıtı hareketler oklarını okullarda cinsel eğitim ve toplumsal cinsiyete duyarlı eğitimler verilmesi, büyük mücadelelerle elde edilen kürtaj hakkı, eşcinsel evlilikler, eşcinsel çiftlerin üreme-evlat edinme haklarına yöneltiyorlar. Halihazırda muhafazakâr ve köktendinci olan toplum kesimlerini kadınların vücut bütünlüğünü koruma hakkına karşı harekete geçirerek (örneğin Polonya’da, İspanya’da kürtaj yasağı) LGBTİ+ karşıtı söylemle heteronormatif aile dışı seçenekleri dışlayarak (örneğin Fransa, Hırvatistan, Slovenya’da eşcinsel evliliğe tepki göstererek) toplumsal cinsiyet araştırmalarının akademi veya eğitim müfredatından dışlanmasıyla (Macaristan, Rusya, Almanya’da) hükümetlerin toplumsal cinsiyeti yaygınlaştırma politikalarını tersine çevirmeye çalışıyorlar.[2]

 

Haziran ayında Macaristan Parlamentosu ezici bir çoğunlukla ‘homoseksüellik ve cinsiyet değişimi’ne dair tüm ders içeriklerini LGBTİ+ hakları ve eğitimini pedofili ve totaliter kültür politikaları ile ilişkilendirerek devlet okullarında kaldırma kararı verdi. Mayıs ayı sonlarında Danimarkalı milletvekilleri, akademik araştırma ortamlarında “aşırı aktivizme” karşı bir karar çıkardılar ve suçlular listesine toplumsal cinsiyet çalışmaları, ırk teorisi, postkolonyal çalışmalar ve göçmenlik çalışmaları alanlarını dahil ettiler. Aralık 2020’de Romanya Yüksek Mahkemesi, “cinsiyet kimliği teorisinin” öğretilmesini yasaklayacak bir yasayı iptal etti, ancak oradaki tartışmalar hararetle devam ediyor. Polonya’da, ülkeyi ABD ve İngiltere’den gelen yıpratıcı kültürel etkilerden arındırmaya hevesli transfobikler tarafından transsız alanlar ilan edildi.

 

Dünyada özellikle Doğu Avrupa ve Latin Amerika’da etkili olmakla beraber Batı Avrupa, ABD, Kanada gibi ülkelerde de toplumsal cinsiyet karşıtı hareketlerin izi sürülebilir. Bu hareketler, öncelikle erkeklerin ve kadınların eşit onura ve fiziksel, psikolojik ve ontolojik açıdan tamamlayıcı farklılıklara sahip olduğunun altını çizen Vatikan’ın ‘tamamlayıcılık’ kavramı tarafından desteklenir. Ancak bu kampanyaların tek aktörü dini gruplar değil. Dünyanın her yerinde ailelerin karşılaştığı “tehlikelere” karşı örgütlü hareketler var ve bu işte özellikle politik gruplar tarafından finanse edilen sivil toplum kuruluşları kilit bir role sahip.

 

Toplumsal cinsiyet karşıtı hareketlerin elinde “toplumsal cinsiyet ideolojisi” bağlamsal koşullara uyum sağlayan boş bir kavrama dönüştürülerek oynak bir hedef haline getiriliyor ve Kováts’ın ifadesiyle “sembolik yapıştırıcı” görevi görüyor.[3] Öyle ki toplumsal cinsiyete dayalı şiddetin yasaklanmasına yönelik tehdit dahi endişe verici bir boyuta ulaşıyor ve İstanbul Sözleşmesi’nin asıl derdinin cinsel çeşitlilik olduğu iddia ediliyor. İspanya veya Arjantin gibi yasaların eşcinsel evliliğe halihazırda izin verdiği devletlerde, ‘kadınlara yönelik toplumsal cinsiyete dayalı şiddet’ kavramı erkekler de şiddete uğrayabilir iddiasıyla saldırıya uğrayabiliyor.

 

Öte yandan okullarda cinsel eğitim ile çocukların cinsel sömürü ve pedofiliden korunması gibi sorunlar ‘toplumsal cinsiyet ideolojisi’ şemsiyesi altına sokularak çocukların özellikle LGBTİ+’lardan uzak tutulmasının bahanesine dönüştürülüyor. Ailesel hakların ‘devlet müdahalesi’ ve ‘hükümet yetkisinin aşılması’ndan korunması sorunu bu tartışmada araçsallaştırılıyor; dahası ‘aile’ artık (sadece) ‘değerler’ ve koruma nesnesi ile ilişkilendirilmeyip hakların öznesi olarak düşünülüyor.

 

Toplumsal cinsiyet ideolojisi ayrıca, ulusal değerlere ve geleneklere karşı uluslararası örgütler, kurumlar, STK’lar tarafından teşvik edilen yeni bir sömürgeleştirme biçimi olarak devlet egemenliğine yönelik bir tehdit olarak kabul ediliyor. Polonya’da “toplumsal cinsiyet ideolojisi”, geleneksel aileye karşı yabancılar tarafından dayatılan bir tehdit olarak tasvir ediliyor ve ulusal kimlik ve AB karşıtı söylem güçleniyor. ‘Brüksel’e karşı’ benzer endişeler Macaristan’da da dile getiriliyor.[4]

 

Toplumsal cinsiyet karşıtı hareketler, ulusal kimliği korumak için kendi bağlamlarındaki etnik azınlıklar, göçmen grupları veya uluslararası kurumları toplumdaki sorunların kaynağı olarak tanımlayarak günah keçilerini oluşturuyorlar. Milliyetçi aşırı sağ anlatılarda aile, ulusun istikrarı ve bekası için önemli görülüyor. Almanya’da aşırı sağcı parti AfD (Almanya İçin Alternatif), parti programında ‘normal’, orta ölçekli ailelerin ortadan kaybolmasından ve bunun sonucunda ‘yerli nüfusun’ küçülmesinden duyduğu endişeyi dile getiriyor. “Yerli” Alman nüfusu arasında göçü kısıtlamak ve doğum oranını artırmak, (etnik olarak beyaz) Alman nüfusunun küçülme eğilimine karşı önemli önlemler olarak görülüyor. Böylece parti sadece ulusal kökenleri vurgulamakla kalmıyor, aynı zamanda “saf” bir Alman ulusunu da destekliyor. AfD, çok çocuklu aileleri destekleyecek ve bir ebeveynin evde kalmasını mümkün kılacak politikalara çağrı yapıyor. AfD böylece aileci politikaları toplumsal cinsiyetten bağımsız terimlerle teşvik ederken, NPD (Milliyetçi Demokrat Parti) sadece çocuk bakımı ve hane bağlamında kadınlara atıfta bulunuyor ve annelere gelir sağlamak gibi daha spesifik fikirler sunuyor. İlginç bir şekilde, iki partinin gençlik kolları en muhafazakâr ve geleneksel kadın imajını destekliyor;[5] örneğin, Almanya Ulusal Demokratik Partisi’nin gençlik örgütü Junge Nationalisten (JN) Alman kadının erkeğinin yanında olduğunu açıklıyor: Anne veya refakatçi olarak, zor zamanlarda ve tehlike zamanlarında. Grup, kadınları “Alman gücünün kutsal kaynağı” olarak adlandırıyor ve anneliğin “bir kadının aşağılanması olmadığını, kadınları ölümsüzlüğe yükselttiğini” ve doğum yapmanın hem bir onur hem de bir görev olduğunu ileri sürüyor.

 

Son olarak, “İstanbul Sözleşmesi” olarak da isimlendirilen “Kadına Yönelik Şiddet ve Aile İçi Şiddetin Önlenmesi ve Bunlarla Mücadeleye İlişkin Avrupa Konseyi Sözleşmesi” toplumsal cinsiyet karşıtı hareketler için bir karşı çıkış noktası oluyor. Bu sözleşmenin toplumsal cinsiyet karşıtı hareketler için önemli olmasının nedeni toplumsal cinsiyeti tanımlayan ilk uluslararası belge ve toplumsal cinsiyet terimini merkeze alarak hazırlanan bir metin olması. Sözleşme kadına yönelik şiddeti toplumsal cinsiyet eşitliğini sağlama yoluyla önlemeyi amaçlıyor. Sözleşmenin imzalanmasından sonra özellikle Macaristan, Hırvatistan ve Bulgaristan’da sözleşmeye yönelik sert tepkiler basında geniş yer buldu. Macaristan 2014 yılında sözleşmeyi önce imzalıyor fakat Başbakan Viktor Orban üniversitelerdeki toplumsal cinsiyet çalışmaları programlarını yasakladığını açıklıyor ve ardından 2020 yılında sözleşmenin reddedilmesi kararını onaylıyor.

 

[1] Demet Bolat, “toplumsal cinsiyet”, feminist bellek, https://feministbellek.org/cinsiyet-toplumsal-cinsiyet/.

[2] Nur Sinem Koruou (2020) “Right Wing Populism and Anti-Gender Movements: The Same Coin with Different Faces” Global Political Trends Center (GPoT) https://www.jstor.org/stable/resrep25189.

[3] Kováts, Eszter ve Maari Põim (Der.) (2015) “Gender as Symbolic Glue: The Position and Role of Conservative and Far Right Parties in the Anti-Gender Mobilizations in Europe” , FEPS ve FES işbirliğiyle

https://library.fes.de/pdf-files/bueros/budapest/11382.pdf.

[4] Garbagnoli, Sara “Against the Heresy of Immanence: Vatican’s “Gender” as a New Rhetorical Device Against the Denaturalization of the Sexual Order”, https://brill.com/view/journals/rag/6/2/article-p187_4.xml?language=en.

[5]  Katrine Fangen & Lisanne Lichtenberg (2021) Gender and family rhetoric on the German far right, Patterns of Prejudice, 55:1, 71-93, DOI: 10.1080/0031322X.2021.1898815. İndirilme Tarihi: 16.11.2021

 

 

1992 yılında Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi İşletme Bölümü’nden mezun oldu. 1995 yılında YÖK bursu ile bulunduğu İngiltere Essex Üniversitesi’nde Siyaset Teorisi alanında “The Paradox of Representation in Politics” başlıklı tezle yüksek lisans derecesi aldı. Ankara Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Kamu Yönetimi ve Siyaset Bilimi (Siyaset Bilimi) Anabilim Dalı’nda “27 Mayıs Dönemi Demokrasi Söylemi” başlıklı tezle 2003 yılında doktora derecesi aldı. Doçentlik derecesini 2012 yılında Siyasal Hayat ve Kurumlar alanından elde etti. 1995 yılında çalışmaya başladığı Anadolu Üniversitesi İletişim Bilimleri Fakültesi’nde 7 Şubat 2017 tarihinde 686 sayılı KHK ile ihraç edilene kadar çalıştı. Halen hem bağımsız araştırmacı olarak hem de Ankara Dayanışma Akademisi bünyesinde çalışmalarını sürdürüyor. Başlıca çalışma alanları: siyaset teorisi, Türk siyasal hayatı, toplumsal cinsiyet çalışmaları, emek çalışmaları, kadın emeği.

©2021  blog.insanhaklariokulu.org.
Tüm hakları saklıdır.

web tasarım: mare.design

E-bültenimize abone olarak duyurularımızdan haberdar olabilirsiniz.

Yayınlanan yazıların içerikleri sadece yazarların sorumluluğu altındadır ve Hollanda Büyükelçiliği ve /veya KAGED’in görüşlerini yansıtmak zorunda değildir.