Sendikal tarih meselesine bugünden bakılınca farklı fikri ekoller için farklı dönemselleştirmeler çıkar karşımıza. Sendikal hareketin tarihine ya da onun dönemlerine dair bir ortak okumadan söz etmek mümkün değil. 1908 Devrimi öncesi ve sonrası işçi hareketlerinden sonra kitlesel, militan bir temeli olan 1946 sendikacılığı var. Ardından onu hızla yasal çerçevelerle boğmak, merkezi olarak soğutmak için Türk-İş’in kuruluşu gündeme alınıyor elbette ABD kurgusuyla. Özellikle özel sektörde ve özellikle Marmara’da yoğunlaşan daha fiili yöntemlerle mücadeleyi esas edinmiş sendikalar, Türk-İş çatısında bu tarzları nedeniyle barınamayınca DİSK’in kuruluşu gündeme geliyor. Bu kuruluşu önceleyen militan tavır var, 400 bin işçinin 150 binini Saraçhane Meydanı’nda toplayabilen bir irade var. O sıralarda, solun yükselişinin de etkisiyle devletten ve sermayeden bağımsız bir tür sınıf ve kitle sendikacılığının ortaya çıkışından söz edebiliyoruz. Bunun yanı sıra, bir de KİT sendikacılığı, yani korporatif tarzda, müzakerecilik ve siyasi patronajla sendikacılık yapan, kamu iktisadi teşebbüslerinde ve devlette örgütlü, devletin kurumlarında kadrolu işçilerde örgütlü, devasa sendikalar var. 1970’lerde karşımıza çıkan şey hem ülke dışında hem de ülke içinde fiili meşru militan mücadelelere dayalı sendikal merkezlerin ortaya çıkışı, etkinlik alanlarını günbegün geliştirmeleri, işçi hareketinin gücü ve havasına kayıtsız kalamayan Türk-İş gibi yapıların işçi haklarını gündeme getirmek mecburiyetinde kalışı. Sovyetler’deki sosyalist uygulamalar ya da Batı’da, devrimi frenleme mekanizması işlevi gören sosyal hukuk devleti anlayışı doğrultusunda, işçilere konut, barınma, ısınma, sağlık, yakacak, yiyecek, giyecek, servis, kreş gibi sosyal alanların tanındığı bir kurumsallaşma görüyoruz.
Zonguldak bölgesine giderseniz, o bölgede örgütlü Genel Maden-İş Sendikası’nın üyesi madencilerin Taş Kömürü İşletmeleri (TTK) bünyesinde kurulmuş konut, hastane, tiyatro salonu, sinema salonu, bale salonunu görürsünüz. Bu durumun benzerlerine KİT’lerin tamamında rastlayabilirsiniz. Geçmiş dönemin sınıf mücadelelerinin basıncıyla elde edilmiş bu statüler, haklar 24 Ocak Kararları ve 12 Eylül süreciyle beraber, neoliberal politikalar doğrultusunda peyderpey ortadan kaldırıldı. 1981-91 arasında, öncü işçilerin sürüklediği, işçi hareketi içerisinde bir bakıma kendiliğindenci ama dönemin politik birikiminden etkilenmiş kadroların kendilerini öne çekme çabalarının yön verdiği hareketler vardı. 1991’de 150 bin madencinin Zonguldak’tan Ankara’ya yürüyüşü ile bir iktidarın devrilebileceği görüldü. Önce bakanlar istifa etti, birkaç ay sonra hükümet gitti. 1989-91 sürecinde militanlaşmış inisiyatifli kadroların önemli bir bölümü, 1990’ların başında DİSK’in yeniden kuruluşu sürecine dahil oldular ve çok büyük bölümü zaman içinde sendika bürokratlarına dönüştüler. DİSK’e bağlı, toplu sözleşmesi olmayan, üye sayısı az, mali gücü olmayan, fiili meşru mücadele anlayışına dayalı yaklaşımlara sahip sendikalar var. Ancak bu sendikaların iradesini bile DİSK’in toplu iş sözleşmesi yapan, ekonomisi güçlü sendikaları belirliyor. Bu büyük sendikaların yozlaşmış sarı sendikal pratiklerine mali patronaj ile bağlı olmaları nedeniyle eleştirel tek bir ses bile çıkamıyor küçük sendikalardan. DİSK’in sendikal politikalarını saptayan, sınırlarını tayin eden yapılar, devletin, sermaye örgütlerinin, CHP’nin, sendikal politikalarının belirleyiciliğinde hareket eden DİSK’in büyük sendikalarıdır. Özal’la birlikte yoğunlaşan özelleştirme, güvencesizleştirme, “esnekleşme” söylemiyle başlayan büyük saldırı dalgası ve akabinde Türkiye’deki iç hukuk sistemi işçilerin hakkının, hukukunun dönüşümü bağlamında AKP döneminde de aralıksız devam etmiştir.
Türkiye’de devletin çelik çekirdeği dediğimiz kontgerillanın esasen temel meselesi sömürü sürecine işçilerin rıza göstermesini sağlamak, olası bir toplumsal isyanın zeminlerini her yolla ortadan kaldırmaktır. Bu mafyasıyla, tarikatıyla, cemaatiyle, siyasi partileriyle (soldan ya da sağdan) yapılıyor. Yurdun dört bir tarafında enerji havzalarında, sanayi havzalarında, tarım platolarında, hizmet sektöründe, organize sanayi bölgelerinde, serbest bölgelerde, gıda ihtisas bölgelerinde ve tarım ihtisas bölgelerinde yaşanan muazzam bir proleterleşme söz konusu. 1250 TL altı üstü bir asgari ücret bandında tüm işçi sınıfının çalıştırılması gibi başarılı bir operasyon, ideolojik, politik ve örgütsel süreçlerle mümkün oldu. Bunu öncelikle torba kanunlarla, doğrudan yasal düzenlemelerle, İş Kanunu’na onlarca kez müdahale ederek yaptılar. Sendikalar, Grev ve Toplu İş Sözleşmesi Kanunu’nu aynı hedefle yeniden düzenleyerek, işçilerin sendikalardaki temsil mekanizmalarından dışlanabilmesinin önünü açtılar. Taşeronları iş yerinin içerisinde, çalışma hayatının her tarafına taşımaya başladılar. Dolayısıyla bir iş yerine temizlikte, güvenlikte, yemekte, peyzajda, hatta daha özel olarak her iş yerinde %10 oranda taşeron çalışmanın önünü açtılar. Özellikle 30 kişinin altında çalışana sahip iş yerlerinde İSİG (İş Sağlığı ve Güvenliği) Kanunu’nun uygulamasının önüne geçilen düzenlemeyle 30 kişinin altında işçi çalıştıran iş yerlerindeki işçilerin sendikal tazminat ve güvence hakları ortadan kaldırıldı. Buna, işçi sendikalarından ciddi bir itiraz gelmedi.
14 milyon civarında SGK’ye kayıtlı çalışanın fiilen yarısının sendikal örgütlenme hakkı yasayla gasp edildi. Geriye 7 milyon işçi kalıyor kayıtlı. Bunun neredeyse 1,5 milyonu şirketlerdeki işveren temsilcilerini kapsıyor ve doğal olarak örgütlenmenin dışında. Geriye kalan 5 milyonluk topluluğun 2 milyonu güya sendikalı ama bunların önemli bir bölümü devlet kurumları ve belediyelerdeki işçilerden gelen üyelik. Bugün, doğru düzgün toplu iş sözleşmesinden yararlanan işçi sayısı 150 bini geçmiyor. Kamu devlet bürokrasisinin ve onun yerel uzantıları olan cemaatlerin, mafyanın, siyasi parti yöneticilerinin taşeron şirketler aracılığıyla grev kırıcı, sendikal örgütlenmeyi engelleyici olarak fabrikaların, işyerlerinin içerisine sokulduğunu görüyoruz. İşçilerin örgütlenme süreçlerinin yasal olarak da ortadan kaldırıldığını, daraltıldığını düşündüğümüzde sendikal örgütlenme adeta imkânsız kılınmıştır. İş yerlerine, sitelere, evlere, caddelere döşenmiş kameralar, mobese sistemleriyle, milyonları bulan özel güvenlik istihdamıyla, polisin, ordunun, istihbarat birimlerinin yapılarının bu anlayış doğrultusunda entegre edilmesi ile sofistike düzeylere taşınan gözetim ve denetim mekanizmalarını, iş hukukunun dışındaki ceza ve idare hukukunun tekrar tekrar tadil edilmesini ve devasa adliye, hükümet, kolluk binalarının, yüksek güvenlikli cezaevi modellerinin yaygınlaştırılmasını da eklediğimizde dahi işçi sınıfının mücadelesinin önündeki mekanizmaların kapsamlı bir resmini çekmiş olamayız.
Evet, Anayasa’da yazılı maddeler, yazılı özgürlükler var. Uluslararası hukuka ve sözleşmelere bağlılık da var. Ama daha önce bahsettiğim yüksek ücretlere sahip, sosyal hak ayrıcalıkları olan o eski “aristokrat işçi” yok artık. Eskiden kendi iş yerindeki taşeron işçinin de kendi sendikasında örgütlenmesine itiraz eden kamu işçisi, yüksek ücretli özel sektör işçisi profili ortadan kalktı. Neredeyse bir bütün olarak taşeronlaşmanın ya da taşeron mantığının ana şirketin bütün davranış biçimi haline geldiği bir pratiğin çalışma yaşamına egemen olduğunu görüyoruz. Bu yapının karşısına Çorumlu Ahmet’in, Zonguldaklı Mehmet’in, Somalı filanca Yörük Mustafa’nın çıkabilmesi gibi bir şey mümkün değil. Çünkü orada güçlü rıza mekanizmaları var. Yani mahallenin imamı da işin içerisinde, okulun müdürü de polis de… Türkiye’de işçi sınıfının haklarından böyle bir tarihsel bağlamda söz edebiliyoruz.
Neoliberal politikalar sonucunda yoksulların kırlardan şehirlere doğru göçünün, yani mülksüzleşmenin eşlik ettiği yoksullaşmaya bağlı olarak hizmet sektöründe bir şişme ortaya çıkmıştır. Hizmet sektöründe, büyümeye bağlı olarak, güvenlik, temizlik, bugün kuryelerde gördüğümüz sektörel eklenmelerin de olduğu yeni bir işçi sınıfı profili oluştu. Bir zamanlar yüksek ücret alan, sosyal statüleri farklı, hakları yüksek, sendikalı, “aristokrat işçi” toplulukları giderek zayıflamaya başladı ve esnek, taşeron çalışma modellerinin bütün işçi sınıfına giderek hâkim olduğu bu sürecin sonunda asgari ücret bandı etrafında toplanan yeni bir grup hasıl oldu (çalışan bandı %20’lere, %30’lara, nihayetinde bugün %57 gibi bir dilime tekabül ediyor). Bu, sendika bürokrasisinin entegre edilmiş olmasıyla, sendikal merkezlerin onayı ve iş birliğiyle mümkün oldu. Bu koşullar altında taşeron çalışan işçilerin sayısı, kamuda da kadrolu çalışan işçilerin kat be kat üstüne çıktı. Tekel Eylemleri, son kertede kadrolu bir işçi yapısını 4 C ile simgelenen bir statüye, düşük bir statüye mahkûm edilmesi ile sonuçlanmıştır.
2007-2008 yıllarında esnekleşme, güvencesizleşme, taşeronlaşma, sendikasızlaştırma yerine demokrasi ve özgürlükler üzerine konuşulan liberal düzlemi hatırlayalım. İşçi sınıfının yaşadığı mülksüzleşme, yoksullaşma süreçleriyle fiziki bir bağ kurmaktan uzak bir tarihsel bağlamdan bahsediyoruz. Türkiye’de sendikal pratik 2008’lere gelindiğinde mevzuat sendikacılığına dönüşerek zombileşmiş, düzenin onlara telkin ettiği sınırlar içerisinde “dövüşmeye” başlamıştır. AB uyum süreci ile, yeni nesil sendikacılık, çağdaş sendikacılık, sosyal uzlaşmacılık, çalışma barışı, iş barışı, ortaklaşmacılık, “iklim krizine karşı işçi işveren birlikte” nidaları duyar olduk. Bir nevi peyzaja dair bu söylemlerle aidat sendikacılığının öne çıkartıldığı bir tabloyla karşı karşıyayız.
Sosyal medya kanallarının yeni yeni kullanılmaya başladığı 2015’te Türkiye’deki bütün sanayi havzalarından ve bütün bu hizmet sektörü alanlarından izlenen Metal Fırtına’da iki sembolü hatırlayacaksınız: beş parmağı açarak iki elin havaya kaldırılması ve gece mesailerinde telefonlarının fenerlerini açarak görünür olmaları. Buradaki telefon kullanımıyla, bütün sanayi fabrikalarından, hizmet sektörünün farklı alanlarından Metal Fırtına eylemleri izlendi, tartışıldı. 2009’da başlayan mobbinge ve haysiyetsizleştirmeye dair tepkiler, 2015 itibariyle yeni bir çehreye büründü. Yurdun dört bir tarafında, neredeyse her organize sanayi bölgesini bir şekliyle vuran, bir şekliyle orada hak arayışını gündeme getiren, çoban ateşleri gibi birbirine kendi direnişini ve kendi yenilgisini sınırlı kazanımlarını bildiren, genelde yenilgilerle sonuçlanan ama haysiyetli bir itirazı içerisinde barındıran süreçler yaşandı.
2009’dan itibaren direnişleri sadece havzasal düzeyde değil, sosyal medya kanallarında da takip eden çevre fabrikalar, iş yerleri için YouTube, Google, Twitter, Facebook, TikTok gibi platformalar bir küresel bilinçlenme evreni sunuyor. Facebook, Instagram, TikTok ve Twitter’ın bir eğitim, bilinçlendirme aracı olarak kullanıldığını, Google Platform’un bir soru sorma zemini olduğunu, YouTube’un bir aydınlanma evrenine ev sahipliği yaptığını ve tüm bu kanalların bir arada işçiler için yaygın bir beslenme, yer yer örgütlenme evreni oluşturduğunu gözlemledik. Bu yeni ilişkilenme biçimini bilhassa Trendyol deneyimi aracılığıyla anlayabiliriz. %70’i üniversite öğrencisi olan bu arkadaşlar, kendi grup gizlilik kurallarını da belirlemek koşuluyla (WhatsApp grubuna dört aşamalı güvenlik önlemiyle girilebiliyordu), hızlı etkileşimin kanallarını geliştirdiler. Hızlı ve kendilerini güven altına alan böylesi bir organizasyona yatkınlığın arkasında bizzat kendi ailelerinin üç kuşaklık tarihinden gördükleri 40 yıllık yoksullaşma sürecinin acı deneyimlerle örülü siyasal bilinci var esasında. İdeal düzeyde komünist öncülerden söz etmiyoruz burada, devrimcileşmeye açık yeni öznelerden söz ediyoruz. Sarı sendikalardan uzak duran, kendi iç örgütlenmesinden sorumlu ve kendi birliğiyle öncülük eden bir işçi grubu.
Küreselleşme döneminin alametifarikası, iş bölümünün küresel merkez tarafından hiyerarşik olarak planlanması ve bu doğrultuda bütün hukuksal, sosyal, sendikal hak nizamında istenildiği gibi, herhangi bir ulusal dirençle karşılaşmadan gerçekleştirilen kuralsızlaştırmadır. Örneğin, Trendyol dediğimiz dünya devi Ali Baba’nın Türkiye’deki iştiraki, Yemeksepeti Deliveroo Alman’ın. Dahası, uluslararası tekstil üretim izleyicilerinin ana markaları olan Adidas ve Nike’da küresel asgari ücret uygulamaları var. Kadın emeğinin ikincil olduğu bu durumu Fatsa’da, Çorum’da, İskilip’te görebilirsiniz. Yemek, yol, servis, ücret dışında başka bir sosyal hakkın olmadığı, yoğun, sistematik mobbing uygulamalarının, aşağılamanın, tacizin, hak gaspının, ucuz mesai saatlerinin, uzun çalışma saatlerinin söz konusu olduğu bu yerlerde, sosyal hayattan dışlanma suretiyle haysiyetsizleştirme pratiklerinin yaygın ve sistematik bir şekilde işletildiğini görüyoruz. Bugün artık yükselen hayat pahalılığı, enflasyon, zamlar, market alışverişleri, yakıt ve benzeri ürünlerdeki yüksek fiyatlar aç kalma olasılıklarını daha da yükseltti. Misal, gemi söküm işçilerine, kansere yakalanma, hastalanma, iş cinayeti olasılıklarının, kazalarda uzuv kaybı oranlarının yüksek ve iş güvenliği kurallarının çok tehlikeli olduğu bir çalışma biçimi dayatılıyor. Oradaki isyan, mobbing, haysiyetsizlik dayatmalarının altında çalıştırıldıkları bir yapıya karşı isyan aslında. Çünkü hiçleştirilen, aşağılanan, dışlanan, kapatılmış sosyal hayatın ve kentsel kamusal alanların tamamından dışlanmış, ürettiği ürünü satın alma hakkı olmayan, üretip, satılan ürünü alamayacak bir insan kılınmış işçi. İnsan altı bir konumu, bir kölelik konumunun dayatıldığı bu düzene itiraz mücadeleye içkin. Nihayetinde, kültürel ve ekonomik orta sınıfları, eğitimli işli ve işsizleri de içine alan bir proleterleşme dalgası bu. Bilhassa pandemi ile birlikte, geleceksizleşme ve yoksulluk kaygısı, satın alma gücünde düşüş ve sosyal pratiklerde gerileme, iyi eğitim almış, yüksek ücretler yani iyi bir hayat garantisi bekleyen büyük bir kesimi hayal kırıklığına uğrattı. Evden çalışma, sömürü alanlarının genişlemesi eylemci kesimlerle duygudaşlığın ortak zeminini de oluşturdu. Bu duygudaşlığın gelecekte nasıl ve ne türden bir birlik, ne türden yan yana gelişler üreteceği, bu mücadelelerin daha ileriye nasıl taşınacağı soruları önümüzde duruyor. Ama şu gerçek ki mavi yakalıların sosyal medya kullanımlarının yarattığı bir bilinçlenme durumu var. İşçiler arasında okur yazar olmayan oranının gitgide düştüğünü de hatırlayalım.
Bitirirken, Türkiye’de fiilen bir işçi hakkından ya da sendikal haktan söz etmek çok mümkün değil ama söylemsel olarak ve hukuki normlar olarak var bir dizi şey. Öyle ki sendikal örgütlenme kamuya daralmış durumda. 2 milyon 300 bin civarındaki sendikalı işçinin büyük bir kısmı toplu iş sözleşmesinden mahrum; yani sadece e-devlet üzerinden kayıt yaptırmış sendikaya. Dolayısıyla sendikaların varlığından söz etmek mümkün değil -grev yok, grev fonu yok, sendikal denetim yok, örgütlenme yok, örgütlenme fonu yok. İşçiler dünyasında ayrıcalıklı tek kesim var. O da yozlaştırılmış bir işçi topluluğu olan sendika yöneticilerini ifade ediyor. Genel merkez, şube yönetimleri, yer yer de temsilcilik yapılarında yer alanlar diğer işçilerden farklı yüksek ücret ve konumlara sahip oluyorlar. Bu sahip oldukları konumlar üzerinden de işçilerin sömürü, tahakküm politikalarına boyun eğdirilmesine gönüllü aracılık ediyorlar. 2022 başında iki ay süren direniş sağanağı tüm bu yazı boyunca anlattığım işçi sınıfını kuşatmış olan devasa cendereleri kırmanın ipuçlarını da ortaya attı. Görev bu ipuçlarını takip ederek mücadeleyi genişletmeye, derinleştirmeye odaklanmaktır.
Görsel: Trendyol Çalışanları
Uzun yıllardır politik sınıf mücadelesi içinde. Dgd-Sen ve Bağımsız Maden-İş’te gönüllü eğitim ve öğretim uzmanı. Umut-Sen Örgütlenme Koordinatörü. umutsen.org, ekomite.org sitelerinde yazarlık yapar.
-
This author does not have any more posts.