Hukukun Araçsallaşması ve Yurttaşlık Tahayyülleri

Hukuk ile yurttaşlık arasındaki ilişkinin konusu sadece yurttaşların hakları değil, doğrudan yurttaşlığa dair tahayyüllerdir. Eğer yurttaşlık fikri, bir uçta kurucu bir etkinliğin ve diğer uçta edilgen bir statünün bulunduğu bir tahayyüller yelpazesi üzerine kuruluysa, hukuk bu uçların ikisinde de farklı, kritik roller üstlenir. Kendisi için yeni hak ve öznelik alanları açmaya çalışan ve gerektiğinde siyasi iktidarı kendisini yeniden tanımlamaya zorlayabilen bir etkinlik olarak yurttaşlık, kendi kazanımlarını nihayetinde belirli hukuki formlar ve normlarla teminat altına kavuşturmak ister. Burada yurttaşlık, hukukun içeriğini belirleme ve işleyen bir hukuk sisteminin güvencelerinden yararlanma kapasitesi taşır. Öbür uçta ise hukuk, özellikle otoriter rejimler açısından, bu kurucu tahayyülü bastırmanın ve yurttaşlığı edilgen bir statüye, bir nüfus cüzdanına, sadakat üzerine kurulu bir tabiyet biçimine indirgemenin bir aracına dönüşür. Böylece hukuk, bir yandan özgürlüğün kurumsal güvencesi olma potansiyeline sahipken, aynı zamanda yurttaşlığı bastıran bir aygıt hâline de gelebilir. Bu yazının konusu ise hukukun yerine getirdiği bu ikinci, negatif işlevdir. Genel olarak “hukukun araçsallaşması” adı verilen bu süreç, sadece kısıtladığı haklar ve etkinlik alanları üzerinden değil, doğallaştırmaya çalıştığı daraltılmış vatandaşlık tahayyülleri üzerinden incelenecek ve merkeze yargı bağımsızlığının buradaki rolü alınacaktır.

 

Kurumsal Güvence, Normatif Tanıma ve Yurttaşlığın Sınırları

 

Hukuk, esasen toplumsal ve siyasal alanlarda ortaya çıkan taleplere, çatışmalara ve meşruiyet arayışlarına, kendi “göreli özerklik” rejimi içinde güvence sunma aracıdır. Ancak bu işlev, yalnızca normatif metinlerin varlığıyla değil, işleyen bir hukuk düzeni içerisinde kurumsal bağımsızlık ve hukuk öznelerinin etkinliği aracılığıyla gerçeklik kazanabilir. Anayasada tanımlanmış hak kataloglarının mevcudiyeti ve siyasi iktidarın bu hakları güvence altına alacak şekilde biçimsel olarak teşkilatlandırılmış olması, kendi başına sınırlı bir teminat sağlar. Zira, hukuk ile siyaset arasındaki ilişki her zaman potansiyel bir gerilim taşır. Hukuk bir yandan iktidarı sınırlayan normatif ilkeler üretirken, diğer yandan bu iktidarın eliyle yürürlüğe konulur ve uygulanır. Bu çift yönlü karakter, hukuku hem sınırlayıcı hem de meşrulaştırıcı bir araç haline getirebilir (Mouffe, 2005). Dolayısıyla araçsallaştırma riski, her anayasal düzende yapısal olarak mevcuttur; çünkü hukuk hiçbir zaman siyasal iktidardan tamamen yalıtılmış bir alan değildir. Bu nedenle, yalnızca anayasal metinlerde yer alan hak katalogları kadar, bu metinlerin hangi siyasal bağlamda hayata geçirildiğiyle ilgilenmek gerekir. Hukukun yurttaşlık tahayyülünü daraltacak biçimde araçsallaştırılmasından söz edebilmek için yalnızca normatif çerçeveye değil, aynı zamanda bu çerçevenin uygulayıcılar tarafından ne ölçüde içselleştirildiğine odaklanmak gerekir. Zira bu güvencenin en kritik ayağını oluşturan yargı bağımsızlığı, hem kurumsal yapının özerkliğine hem de hukuk uygulayıcılarının siyasal iktidardan bağımsız karar alma kapasitesine bağlıdır.

 

Yargının siyasallaşması söz konusu olduğunda ise üç temel biçim dikkat çeker: (1) yargı organlarının bileşimini etkileyen atama ve terfi mekanizmaları yoluyla karar örüntülerinin siyasal çizgiye çekilmesi; (2) normların bağlamından koparılarak keyfi biçimde yorumlanması; (3) usul kurallarının istismar edilerek hak arama yollarının fiilen etkisizleştirilmesi. Özellikle yüksek yargı organlarının stratejik biçimde araçsallaştırılması, hukukun sınır koyucu işlevini görünüşte sürdürmesine rağmen içeriğini boşaltan bir “anayasal vitrinizasyon” sürecine yol açar (Tushnet, 2003). Bu süreçte hukuk, normatif eşitlik ilkesine dayanarak işlemeye devam ediyormuş gibi görünse de, hakların kimler için, ne zaman ve hangi koşullarda geçerli sayılacağına ilişkin görünmez bir ayrım rejimi üretir. Söz konusu yöntemlerin, tam da bu görünüşteki işlerliğin sağlanması amacıyla, çoğu zaman eşzamanlı ya da dönüşümlü biçimde uygulandığı unutulmamalıdır. Dahası, bu araçsallaştırma biçimleri henüz demokratik sayılan rejimlerin de içkin potansiyellerindendir. Demokratik hukuk devletleri açısından belirleyici olan, bu eğilimleri sınırlayacak kurumsal fren ve denge mekanizmalarının, eleştirel kamusal alanın ve örgütlü toplumsal öznelerin ne ölçüde etkin olduğudur (Shapiro, 1981). Her demokratik düzen, yalnızca sabit kurumsal tasarımlara değil, siyasal mücadelelerin seyrine bağlı olarak değişen bir denge arayışına dayanır. Bu nedenle hukuk düzeni durağan değil, sürekli denetim ve müdahale gerektiren bir mücadele alanıdır. Ne var ki, belirli eşiğin aşıldığı ve siyasal iktidarın denetlenemez bir biçim kazandığı durumlarda, hukukun araçsallaştırılması olgusu teknik bir uygulama meselesi olmaktan çıkar. Ve artık otoriterlik payesi kazanmış rejimler söz konusu olduğunda hukuk, yurttaşlık tahayyülünün ideolojik olarak yeniden inşasına hizmet eden belirleyici bir aygıt haline gelir.

 

Otoriter Rejimlerde Hukukun Araçsallaştırılması

 

Günümüzde hukuk, otoriterleşme süreçlerinde doğrudan bir tasfiye nesnesi değil, aksine siyasal dönüşümün stratejik bir aracıdır. Anayasal yapılar, normatif belgeler ve kurumsal şemalar, yüzeyde korunur; hatta zaman zaman daha da görünür kılınır. Bu görünürlüğün arkasında ise, işlevsel tersyüzler ve anlam kaymaları yer alır. Hukuk, böylelikle yalnızca sınırlayıcı bir mekanizma olmaktan çıkar; iktidarın toplumsal meşruiyetini üretme, sürdürme ve yayma kapasitesinin temel dayanaklarından biri hâline gelir. Hukukun bu işlev değişimi, kurumların biçimsel sürekliliğini kullanarak içeriksel kopuşları maskelediği bir süreci tanımlar. Bu kopuşların önemli bir boyutu, normların istikrarlı ve genelleşmiş biçimde uygulanmasından uzaklaşılmasıdır. Öngörülebilirlik ilkesinin zayıflaması, yalnızca teknik bir arıza olarak değil, doğrudan siyasal işleyişin bir tercihi olarak işler. Yasaların herkese eşit mesafede olduğu varsayımı, bu yeni işleyişte giderek yerini seçici uygulamalara, istisnai müdahalelere ve hukuki belirsizliğe bırakır. Bu durumun sistematikleşmesi, O’Donnell’in (1998) “düşük yoğunluklu yasallık” dediği yapıyı andırır: Hukuk hâlâ vardır, fakat nasıl, ne zaman ve kime uygulanacağı öngörülemez bir hâl almıştır. Belirsizlik burada, iktidarın denetlenmesini zorlaştırdığı kadar, yurttaşların hak arama iradesini de bastıran bir işleve sahiptir. Sürekli ertelenen ya da keyfi gerekçelerle geçersizleştirilen hak talepleri, yurttaşların özne olarak görünürlüğünü silikleştirir.

 

Bu silikleştirme yalnızca uygulamada değil, anayasal düzlemde de yeniden üretilir. Otoriter siyasetler, anayasal kurumları tümüyle ortadan kaldırmaz; onları biçimsel olarak sürdürerek işlevlerini dönüştürür. Denetim mekanizmaları, karar süreçleri ve kurumsal denge unsurları, ilk bakışta işlemeye devam ediyormuş gibi görünür. Ancak bu yapılar, Scheppele’nin (2013) “Frankenstate” olarak adlandırdığı bileşik ve içeriği bozulmuş anayasal modelleri çağrıştıracak biçimde çalışır: Tanıdık formlar korunur, fakat bunların içerdiği denge ve denetim işlevleri artık siyasal bağlılık ve pragmatik uyum üretme işlevine bağlanmıştır. Kurumların normatif değil, estetik olarak mevcudiyetini sürdürmesi, hukukun meşruiyet üretme kapasitesini zayıflatmaz; aksine onu hem içte hem de dışta daha işlevsel kılar. Tarunabh Khaitan’ın (2022) dikkat çektiği gibi, bu dönüşüm çoğu zaman açık ve tekil müdahalelerden değil, bir dizi küçük ama sistematik müdahalenin bileşik etkisinden kaynaklanır. Üstelik bu işlevselleştirme yalnızca yapısal değil, aynı zamanda söylemsel düzlemde de gerçekleşir. Hukuki değerler, evrensel ilkeler olarak değil, siyasal tahayyülün ideolojik sınırları içinde yeniden tanımlanır. “Adalet” güvenlikle, “özgürlük” toplumsal düzenle, “eşitlik” ise ulusal aidiyetle koşullandırılır. Kavramların bu biçimde yeniden kodlanması, Kennedy’nin (2002) işaret ettiği gibi, normların bir bütünlük içinde değil, stratejik biçimde kullanıldığı yeni bir meşruiyet rejimi üretir. Hukukun kurucu dilsel repertuvarı, siyasal iktidarın değerler üzerinden inşa ettiği meşru zeminle iç içe geçer. Bu yeniden tanımlama süreci, yurttaşın hukuka hangi anlamlarla başvurduğunu da dönüştürür: Hak talebi yerine tanınma arzusu, eşitlik talebi yerine dışlanmama beklentisi öne çıkar.

 

Tüm bu dönüşüm, salt bir deformasyon değil, aynı zamanda yeni bir siyasal düzen inşasının parçasıdır. Mevcut anayasal yapılar, yalnızca eski rejimi çözmek için değil, aynı zamanda yeni bir yurttaşlık tahayyülünü yerleştirmek üzere yeniden örgütlenir. Tushnet ve Bugaric’in (2021) “popülist anayasacılık” olarak adlandırdığı bu süreçte, anayasa yalnızca devletin değil, yurttaşın kimliğini de tarif eden bir belgeye dönüşür. Yazarların bu modele yüklediği halkçı potansiyel, otoriter bağlamlarda farklı bir yön kazanır: Kurucu irade, halkın katılımıyla değil, halk adına hareket ettiğini iddia eden iktidar eliyle tekel altına alınır. Bu kuruculuk, katılım ve temsil değil; sadakat ve uyum temelli bir yurttaşlık modeli üretir. Öznellik, anayasal normlarla güçlenmek yerine, onların içinde eritilir. Bu nedenle otoriterleşme sürecinde hukuk yalnızca bastırma değil, inşa etme aracıdır. Kurumların biçimsel devamlılığı, normların metinsel sürekliliği ve anayasal ritüellerin sürdürülmesi, bu inşa sürecinin hem görünmezliğini sağlar hem de onu meşrulaştırır. Şimdi, bu perspektifle 2010 yılından beri Türkiye’de hukuk alanında yaşanan belli başlı gelişmelerin taşıdığüı anlamı incelemeye çalışalım.

 

Türkiye’deki Durum: 2010 Sonrası Dönem

 

2010 sonrası Türkiye’de hukuk alanında yaşanan dönüşüm, yalnızca kurumların yetki yapılarında değil, hukukun işleyişinde de belirgin bir değişimi beraberinde getirmiştir. Bu değişim aniden ortaya çıkmamış, tersine, her adımda teknik düzenleme, reform söylemi ve anayasal çerçeve aracılığıyla doğal bir ilerleme olarak sunulmuştur. Ancak bu süreç boyunca hukuk, siyasal gücün yön ve ihtiyaçlarına göre yeniden şekillenen bir alan hâline gelmiştir. Yalnızca hakların değil, bu haklara erişim yollarının da sistemli biçimde aşındırıldığı bu ortamda, yurttaşlık artık yalnızca bir statü değil, giderek bir bağlılık göstergesi hâline gelmiştir.

 

2010 yılında yapılan anayasa değişiklikleri, kamuoyuna “hak genişlemesi” ve “demokratikleşme” iddiasıyla sunulmuş; Anayasa Mahkemesi’ne bireysel başvuru hakkı tanınmış ve HSYK’nın yapısı değiştirilmiştir. Ancak HSYK’nın genişletilmesi ve üyelerinin doğrudan siyasi merkezler tarafından belirlenebilir hâle gelmesi, yargının kurumsal kimliğini parçalayarak hizipleşmeye açık bir zemin yaratmıştır. 2014 HSYK seçimleri blok liste usulüyle yapılmış, bu da yargıdaki gruplaşmaları ve dışsal referanslara bağımlılığı derinleştirmiştir. Bu süreçte yargının iç işleyişi liyakate dayalı mekanizmalardan uzaklaşmış, ceza yargılamalarında bloklaşma ve siyasal angajman daha görünür hâle gelmiştir. Özellikle 2014–2016 arasında, bazı davalarda kararların siyasi koordinasyonla verildiğine ilişkin değerlendirmeler kamuoyuna yansımıştır. Bu dönemde ifade özgürlüğü ve siyasal muhalefet konularında verilen kararlar arasında içtihat farkları belirginleşmiş, aynı olaylara dair farklı mahkemelerden gelen çelişkili kararlar hukuk düzeninin öngörülebilirliğini zayıflatmıştır.  2016’daki darbe girişimi sonrası ilan edilen OHAL sürecinde çıkarılan KHK’larla binlerce yargı mensubu herhangi bir yargı süreci işletilmeden görevden alınmıştır. Bu tasfiye, yargının personel yapısının yürütme eliyle yeniden kurulmasının önünü açmış; yeni hâkim ve savcı alımlarında mesleki yeterlilikten çok ideolojik uyumun belirleyici olduğuna dair eleştiriler dile getirilmiştir. Tutuklama ve gözaltı uygulamaları, bu dönemde yalnızca delil değerlendirme değil, siyasal pozisyon belirleme aracı olarak da işlev görmüştür. Özellikle kamuoyunda bilinirliği yüksek davalarda iddianame öncesi tutukluluk süreleri fiilen cezaya dönüşmüş; Selahattin Demirtaş örneğinde olduğu gibi, AİHM kararlarına rağmen uzun süreli tutukluluk hali devam ettirilmiştir. 2017 Anayasa değişiklikleriyle birlikte HSK’nın tüm üyelerinin yürütme organı eliyle atanabilmesi, kuvvetler ayrılığı ilkesini yalnızca işlevsel değil, normatif düzeyde de zayıflatmıştır. Barış Akademisyenleri davasında görüldüğü gibi, bazı kararlar ifade içeriklerinden çok kamu düzenine ilişkin sübjektif yorumlara dayandırılmıştır. Bu da ceza muhakemesinin giderek delilden ziyade siyasal duruşa göre şekillendiğini göstermektedir. 2018 sonrasında yürütülen reform söylemleri, bu dönüşümün uluslararası düzlemde meşruiyetini sağlamak üzere devreye sokulmuştur. Yargı Reformu Strateji Belgesi (2019) ve İnsan Hakları Eylem Planı (2021), yargı bağımsızlığı, AYM kararlarının bağlayıcılığı ve makul sürede yargılama gibi teminatları içerse de, uygulamada bu hedeflerin karşılık bulmadığı görülmüştür. Anayasa Mahkemesi kararlarının yerel mahkemelerce tanınmaması, reform belgelerinde yer alan yargı hiyerarşisinin yalnızca kâğıt üzerinde kaldığını göstermektedir.

 

Ceza adaleti sistemi de bu dönemde yalnızca suçla mücadele eden bir yapı olmaktan çıkarılmış, siyasal pozisyonları denetleyen ve yurttaşları ideolojik konumlarına göre değerlendiren bir aygıta dönüşmüştür. Gözaltı süreleri, dava açma pratikleri ve tutuklamaya sevk oranları gibi göstergeler, hukuki araçların yönetimsel stratejilerle birlikte çalıştığını ortaya koymaktadır. Böylece yurttaş, hakları olan bir kişi değil, sürekli denetlenen ve gerektiğinde dışlanan bir unsur olarak konumlandırılmış; hukuk, yurttaşlığın güvencesi değil, sınırlarını çizen bir otoriteye evrilmiştir.

 

SONUÇ

 

Hukukun araçsallaştırılması, salt hakların askıya alınması ya da yargının bağımsızlığının ortadan kalkmasıyla sınırlı bir olgu değildir. Daha temel bir düzeyde, yurttaşlığın ne olduğuna, kimin hak sahibi sayılacağına ve bu hakların hangi şartlar altında tanınacağına ilişkin tahayyüllerin yeniden üretilmesini mümkün kılan bir işleyişe işaret eder. Bu bağlamda, Türkiye’de 2010 sonrası dönemde hukuk düzeninde yaşanan dönüşüm, yalnızca bir gerileme veya deformasyon olarak değil, farklı bir yurttaşlık rejiminin inşası olarak okunmalıdır. Anayasal çerçeve, yargı organları ve ceza muhakemesi pratikleri, görünüşte işleyen bir hukuk düzeni izlenimi yaratmaya devam ederken, içerik düzeyinde siyasal iktidarın çizdiği sınırlar içinde yeni bir öznelik biçimi inşa edilmiştir. Bu öznelik, hak talebinde bulunan bir yurttaş figüründen çok, sadakat gösteren ve siyasal rızaya dahil edilen bir nesneye yakındır. Bu dönüşüm, hukukun işlevsel anlamda ters yüz edilmesinin ötesinde, kavramsal düzeyde de bir yeniden çerçeveleme sürecidir. “Adalet”, “özgürlük”, “eşitlik” gibi kurucu kavramlar, evrensel normlardan kopartılarak, iktidarın ideolojik koordinatları içinde yeniden tanımlanmıştır. Bu süreçte hukuk dili, siyasal tahayyülün taşıyıcısı haline gelmiş, ceza muhakemesi ise toplumsal disiplinin ve siyasal ayrımın yeniden üretiminde merkezi bir rol oynamıştır. Bu analiz aynı zamanda, hukukun araçsallaşmasının yalnızca teknik ya da kurumsal bir sorun olmadığını, çok daha derin bir siyasal tahayyül krizinin parçası olduğunu ortaya koymaktadır. Hukukun biçimsel sürekliliği içinde saklı olan bu ideolojik dönüşüm, yalnızca mevcut hakların değil, hak iddiasında bulunabilme kapasitesinin de yeniden tanımlanmasına yol açmaktadır. Böylece yurttaşlık, tanımlanmış bir statü olmaktan çıkmakta, sürekli teyit edilen bir bağlılık ilişkisine indirgenmektedir.

Dolayısıyla, yargı bağımsızlığının tahribi, sadece hukukun özerkliğine değil, aynı zamanda yurttaşlığın kurucu tahayyülüne yönelik bir müdahale olarak okunmalıdır. Hukuk, bu bağlamda, özgürlük alanlarının teminatı olmaktan çıkarak, siyasal aidiyetin sınırlarını belirleyen bir ideolojik aygıta dönüşmektedir. Bu dönüşümü kavramak, yalnızca hukuki yapılar üzerinden değil, bu yapıların hangi siyasal tahayyülleri mümkün kıldığını ve hangilerini bastırdığını analiz etmekle mümkündür. Bugün Türkiye’de hukuk, yurttaşlık fikrinin sınırlarını çizmekte, belirli öznellikleri meşrulaştırırken diğerlerini görünmez kılmakta ve böylece siyasal olanı hukuki olanın içine çekerek yeniden düzenlemektedir.

 

Kaynakça

Kennedy, D. (2002). The Role of Law in Economic Thought: Essays on the Fetishism of Commodities. Law and Critique, 13(3), 301–344.

Khaitan, T. (2022). Killing a Constitution with a Thousand Cuts: Executive Aggrandizement and Party-State Fusion in India. Law & Ethics of Human Rights, 16(1), 49–88.

Mouffe, C. (2005). On the Political. Routledge.

O’Donnell, G. (1998). Horizontal Accountability in New Democracies. Journal of Democracy, 9(3), 112–126.

Scheppele, K. L. (2013). The Rule of Law and the Frankenstate: Why Governance Checklists Do Not Work. Governance, 26(4), 559–562.

Shapiro, M. (1981). Courts: A Comparative and Political Analysis. University of Chicago Press.

Tushnet, M. (2003). The Political Constitution of Emergency Powers: Some Conceptual Issues. International Journal of Constitutional Law, 1(3), 272–299.

Tushnet, M., & Bugaric, B. (2021). Populism and Constitutionalism: An Essay on Methodology. Global Constitutionalism, 10(1), 1–24.

 

  • Nasıl Bir Yurttaşlık? yazı dizisi Friedrich Ebert Stiftung Türkiye Temsilciliği (FES-Türkiye) tarafından desteklenmektedir. İçerik tamamıyla yazarın sorumluluğu altındadır, İHO’nun ve FES-Türkiye’nin görüşlerini yansıtmak zorunda değildir.

Eren Paydaş, lisans eğitimini Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesi’nde, yüksek lisansını ise Galatasaray Üniversitesi Kamu Hukuku programında tamamladı. Marmara Üniversitesi Hukuk Fakültesi’nde Hukuk Felsefesi ve Sosyolojisi Anabilim Dalı’nda araştırma görevlisi olarak çalıştı. 2016 yılında “Barış İçin Akademisyenler” bildirisine imza atması nedeniyle görevinden ayrılmak zorunda kaldı ve Kanun Hükmünde Kararname (KHK) ile ihraç edilen akademisyenler listesine eklendi. Doktora çalışmalarını Almanya’daki Friedrich-Alexander-Universität bünyesinde 2021 yılında tamamladı. Doktora tezi, modern anayasa metinlerinin başlangıç bölümleri ile mitolojik yaratılış anlatıları arasındaki yapısal ve tematik paralellikleri karşılaştırmalı bir yaklaşımla incelemektedir. Doktora sonrası dönemde bağımsız araştırmacı olarak çalışmalarını sürdürmekte, çevirmenlik ve editörlük yapmaktadır.

©2021  blog.insanhaklariokulu.org.
Tüm hakları saklıdır.

web tasarım: mare.design

E-bültenimize abone olarak duyurularımızdan haberdar olabilirsiniz.

Yayınlanan yazıların içerikleri sadece yazarların sorumluluğu altındadır ve Hollanda Büyükelçiliği ve /veya KAGED’in görüşlerini yansıtmak zorunda değildir.