Cumhuriyete Nesnelerin Gözünden Bakmak: 100 Sene 100 Nesne Ansiklopedisi*

 

Bu çalışmayı, hep o sıcacık gülüşüyle hatırlayacağımız sevgili Mehmet Fatih Traş’a ve onun şahsında tüm Barış İçin Akademisyenler’e ithaf ediyoruz. Hakikati dile getirme iradesiyle attığımız imza bizi, kaynağını yine aynı iradeden alan bu Ansiklopedi’de buluşturdu. Parrhesia’nın cesaret ile birlikte anılmadığı bir ülke özlemiyle… 

 

“Hafıza-i beşer nisyan ile malûldür” denir; mutlak unutuş değil de zihnin türlü labirentlerinde dola­nan hafızanın arkasında sürekli parçalar bırak­masıyla delikli deşikli, parçalı, yamalı bir unutuş olmalı bu sözde vurgulanan nisyan. Hatırlama açısından ise ancak farklı hafızaların nisyandan artakalan parçaları birleştiğinde tama yakın bir resim elde edilebilir; yine de kesikli, eksikli olur, kırkyama bir yorgan gibi…

 

Hafıza için nesneler, işte bu kesikli parçalar arasında zamana ve mekâna atılan çengellerdir demek mümkün; çoğumuz geçmişimizdeki bir ki­şiyi veya olayı, o âna ait nesneler ile ilişkilendire­rek hatırlarız. Ninenin Tespih’i, duvara asılı Saz, göç yolunda Traktör’ün sarsılışı, Soba’nın yüze vuran sıcağı, Vapur düdüğü, Dikiş Makinesi’nin gecelere eşlik eden tıkırtısı, ille de Radyo, kupon­la alınmış Ansiklopedi, eski Gazozlar, sıkıyöne­tim günlerinin sıkıca kapalı Kapıları, Lamba’da titreyen alev, tek kanallı dönemin siyah-beyaz te­levizyonlarının üstündeki Dantel, Televizyon’un eve ilk girdiği günün heyecanı, arzuhalci Dakti­lo’su, eski Filmler, kırık Saatler, bütün bu nesne­lerin sesi, kokusu, dokunuşu, tadı… Bedenimizin uzantısı haline gelmiş cep Telefonlarını, ad takı­lacak kadar ev halkına dahil olan robot Süpür­geleri, 3. nesil Kahveleri, pandemi Maskelerini, ucube Heykelleri, sosyal medyadan takip edilen Gazeteleri de dahil etmeliyiz artık, ortak bellekle kişisel belleklerin iç içe geçtiği anlatılara.

 

Elbette öznel bir nesneler kümesidir her biri­mizi kendi geçmişimizle bağlayan, ama nesnelerle düşünmenin kuvveti, kişisel ve kolektif hafızaları birleştirmesinin yanı sıra, özel ile kamusal alanları da birbirine teyelleyebilme imkânı sunmasından gelir. Aile anıları için bir çağrı yaptığımızda gelen “ayağında kara lastikle kilometrelerce yürüyerek dağdaki köyden ovadaki kente sınava giden ve sı­navı kazanarak öğretmen olan” köy çocuğunun hikâyesi, bunu aktaran kişinin babasının hikâyesi olduğu kadar cumhuriyetin bir döneme kadar kıs­men de olsa sağlayabildiği eğitimde eşitlik imkâ­nının da hikâyesidir; eğitim için evinden küçücük yaşta ayrılan yüz binlerce köy çocuğunun da…. O yüzden de madendeki gencecik işçi öldüğünde ve babası evinin önünde kara lastiklerinin üzerine çöktüğünde, milyonlarca insan o madenciye ve onun babasına ağladığı kadar kendi ailesindeki kara lastik hikâyelerine de ağladı. Bu anlamda nesneler üzerinden insanlar arasında duygudaşlık köprüleri kurulur. Zira, Tanpınar’ın dediği gibi, “Rüyası ömrümüzün çünkü eşyaya siner.”

 

Nesneler hafızada bu çengelleri atarken, za­manları, mekanları, olayları ve kişileri birbirine bağlar habire. Örneğin Şapka der demez akla önce Süleyman Demirel gelir, sonra Beyoğlu’na şapkasız kravatsız çıkılmazdı dönemleri, derken 6-7 Eylül, oradan Ecevit’in kasketi, benim köy­lüm lafları, kasketli köylüler, fötr şapkalı köy­lüler, Seyit Rıza, Almancı şapkası, şapkasız çık­mam abi reklamı, “Bu serpuşa şapka denir” ile başlayan bütün o çatışmalı dönüşüm, daha yeni kuşaklar içinse kasket… Bir defa nesnelerin pe­şine düştük mü zihin dokur ha dokur, o mekik hiç durmaz. Bu dokuma tezgâhından çıkan ki­limlerin hâkim renkleri ortak olsa da desenleri bambaşka olacaktır.

 

Öte yandan, tanımı gereği somutlukla ilişkisi çok yüksek olan nesneler, soyut sınıflandırmaları delip geçiyor: bir nesne gündelik hayatın nesnesi mi, yoksa toplumsal cinsiyetin mi, siyasi midir ik­tisadi mi… Zihinlerin alışık olduğu bu soyutlama ve kategorizasyon çabası bir anda boşa düşebili­yor. Misal Kibrit’i ele alalım: nasıl alelade, nasıl da saygın bir tarih anlatısında yeri olamayacak kadar süfli bir nesne, değil mi? Hani ev eşyalarını say dense adı bile anılmayacak türden. Ama bir düştük mü peşine, önce hafıza kapıları açılıyor birer birer, sonra da sınıflandırma duvarları tek tek düşüyor. Kibritçi Kız’ı anımsamadan olmu­yor, kibritin kendi kendine düşük yapmaya çalı­şan kadınların kullandığı nice araç gereçten biri olduğunu okuyoruz, sonra Diyarbakır cezaevin­de üç kibrit ile kendini ateşe veren dört canın acı hatırası çöküyor üzerimize, derken Madımak… Çakmak satışlarını baltalamasın diye kibrit üre­timinin yasaklanışını anımsıyoruz biraz daha uzak bir geçmişten, “kibrit kutusu kadar peynir” tabirini, kibritten yapılma evleri, kibrit gibi ya­nan ahşap evleri, o evlerin külleri üstünde yük­selen apartmanları… Bir de tabii, “kısa çöp uzun çöpten hakkın alacak” umudunu. Zihin bütün bunları bağlamaya bir başladı mı, durdurmak ve sınırlamak pek mümkün değil, çünkü nesnelerle düşünürken alışageldiğimiz sınırlamalar kulla­nılmaz hale geliyor. Tam da bu nedenle, klasik ansiklopedilerdeki tematik-kronolojik dizimler, önemli günler-şahıslar-olaylar gibi bir mantık ge­çerliliğini yitiriyor. Evet, bilim daima taksonomi peşindedir, sosyal bilimler de sıralamayı, sınıflan­dırmayı, yakınları yan yana ele alıp uzak gördük­lerini ayrı ayrı düşünmeyi ister, çünkü analiz için diseksiyon gerekir. Kadavrayı inceler gibi top­lumsal tarihin göğüs kafesi kesilerek içorganlar tek tek çıkarılmalı, her biri ayrı ayrı incelenme­lidir. Fakat nesneler aracılığıyla zamanlarda ve boyutlarda yolculuk mümkün olabiliyor; daha doğrusu, zaman ve uzam bükülüyor: tarihin, herşeyin aynı anda ve aynı yerde gerçekleştiği, bu esnada birbirini etkilediği sarmalvari bir akış olarak düşünülmesi mümkün oluyor.

 

“Nesnellik”, nesneye belli ve eşit mesafede duran özne ön kabulü üzerine kuruludur; oysa nesneyi sabit-tatsız-kokusuz-edilgen bir meta olarak değil, içinde yer aldığı bağlamı dönüştür­me, içinde yer aldığı bağlamın tüm unsurlarını kendi yörüngesinde bükerek dönüştürme etkisi­ne sahip bir unsur olarak aldığımızda, bu etkile­rin ve yaratılan dönüşümlerin peşine düşmek de mümkün oluyor. Tanımı gereği, nesne ile ilişkisi ölçüsünde boyutlanan bükülmeler bunlar: örne­ğin, Kaset belli yaştaki Kürtler için yasaklı bir di­lin gizli saklı dinlenmesi gereken çok kıymetli bir kültür taşıyıcısı iken, aynı yaş grubundaki baş­kaları radyodan çekilen şarkılarla yüklü karışık kasettir, gençlik aşklarıdır… Kuantum fiziğini görselleştirmeye (ve basitleştirmeye) yönelik ça­balarda en çok başvurulan metafor metal bir topun uzay-zaman “düzlem”ini kendi ağırlığıyla bükmesi, düzlem üzerinde başka her ne varsa on­ları da etkilemesidir. Aynı şekilde, nesnenin dahil olmasıyla bağlamın kendisi de, ona dair anlatı da bükülüyor, nesnenin etki alanına giriyor. Bu mat­rise öznel ve kolektif hafıza da dahil edildiğinde, elde edilen anlatı sadece biricik olduğu için değil, bütün bu ilişkiselliği sergileme imkânı bulduğu için de kıymetli. Parçalı olması ise kaçınılmaz: Tıpkı bir ayna gibi, herkesin önünde farklı yan­sımalar, gerçeklikler oluşturabilen nesneler, ayna misali kırılıp aynı toplumdaki tüm insanların zihninde ayrı parçalara bölünebilir.

 

Çok açık ki, nesnelerle ilişkilendirerek yazılan bir toplumsal tarihin en çok vurgulanan yanının hisleri anlatıya dahil etmek olması bir tesadüf de­ğil. Salt neden-sonuç ilişkisine odaklanan, önemli kişi ve olayların çizgisel tarih içinde birbirinin peşi sıra sahneye çıktığı bir anlatının değinmesi müm­kün olmayan bir hissiyatlar bütünü tarih aynı za­manda. Belli bir olayı kadın olarak, azınlık olarak veya çocuk olarak yaşamanın hepsi birbirinden farklı deneyimler ve bu deneyimleri dile getiren çeşitlilikte tekil anlatılar ne mutlu ki birikiyor. Nesne yönelimli bakışa yaslanan 100 Sene 100 Nesne bunun da bir adım ötesine giderek nesnele­ri odağa almanın sağladığı çaprazlamasına kesme imkânlarından da yararlanarak mikro ile makro­yu, özeli ve kamusalı, kişisel ile kolektifi, duyular ve duygular âlemlerini, öne çıkan kadar geride bırakılanı da yanına katarak geçmişi-bugünü-ge­leceği bir çizgi gibi değil bir manyetizma yumağı gibi sunmaya kendini adıyor.

 

Peki, cumhuriyetin 100 senesini en iyi anla­tacak 100 nesne nasıl seçildi? Birçok kişi için bu çalışmada ele alınan nesnelerin bir kısmı böy­le bir listeye girmeyi hak etmeyeceği gibi, bazı­larının nesne dahi olmadığı eleştirisi gelecektir. Yukarıda, bu tarz bir listeleme çalışmasının liste­leyenin meşrebine göre kendi öncelikleri ve seçi­cilikleri olmasının kaçınılmaz olacağını vurgula­mıştık. Bu durumun asgariye indirilmesi için –ve mutlak nesnelliğin imkânsız ve dahi arzu edilmez olduğu bilinciyle– iki yıldan uzun süren projenin ilk yılını nesnelerin olabildiğince kolektif akıl ile belirlemeye ayırdık, bu amaçla çok sayıda ka­musal çağrı yaptık, sorular sorduk, kişisel ve ko­lektif bellekleri açığa çıkarmaya çalıştık, tematik atölyeler düzenleyerek o temayla ilişkili nesneleri tartışmaya açtık, uzmanlardan belli nesnelere dair anlatımlar dinledik, çok sayıda kişinin veri girebileceği Nesne-pedia platformu oluşturduk vb. Bu ön çalışmalar sonucunda elde biriken nes­ne sayısını 100’e indirmek herhalde en zor kısmı oldu işin. Başta editörler kuruluyla olmak üzere çok sayıda geniş katılımlı toplantılar ve uzun bir zamana yayılan, git-gelleri bol olan bir süreç so­nucunda da nihai liste oluştu.

 

Nesne nedir, X ya da Y nesne midir sorularına cevap ararken, nirengimiz maddi kültür çalışma­larının dayandığı somut, elle tutulur gözle görülür “eşya” nevinden bir nesne tanımı olmadı. Daha ziyade, öyle bir “şey” olsun ki, 100 yılı katedip geçsin, mümkün olduğunca her döneme, her coğ­rafyaya, her sınıfa ve her disipline değsin; mekân­ları büksün, zaman yolculuğunu mümkün kılsın: mesela Şapka gibi biçimden biçime girip kafaya takılsın bir yandan da kimlikleri faş etsin, Ayak­kabı gibi dur durak demeden yolları arşınlasın, Sinek gibi kimseye görünmeden herşeyin ortası­na konsun, Tren gibi, Araba gibi alsın götürsün, Televizyon gibi kendine hayran bıraksın, Çarşaf gibi her yere dolansın, Çuval gibi, Bavul gibi, Çan­ta gibi, Kamyon gibi her şeyi taşısın, Boru olsun ülkenin altından girip üstünden çıksın, Taş olsun sussun, Yol olsun aksın, Etek olsun devranlar dön­dürsün… Bazı nesneler ise öyle bir dönüşüme veya döneme tanıklık etmiş ki, onu anlatmadan cum­huriyet dönemi anlatılamaz; mesela Gecekondu, Panzer, Mor İğne, Beyaz Toros, Maklube, Parka, Başörtüsü, Siyah Önlük… Yine bazıları, nesne de­mek zor olsa da, bizzat varoluşları ile bu 100 yılı hatta çok daha fazlasını biçimlendirmiş; onların tanıklıklarına bakmak bu toplumun röntgenini çekmek gibi adeta: Ağaç böyle, Devlet de, Rakı da, Sofra da, Tezek de, Çöp de, Altın da, Tohum da… Ezcümle derdimiz, Nesneyi Özne koltuğuna oturtup anlatacaklarına kulak vermek.

 

Bir duvarın taşlarını birlikte sökmeye var mısınız demiştik ilk çağrımızda; nesne odaklılık böylesi bir söküm imkânı açtı şüphesiz, fakat bu Ansiklopedi’yi kurgulayan ve yazanların kendi öznellikleri doğrultusunda kaçınılmaz olarak yeni duvarlar örüldü. Yeniden sökmek ve yeni­den örmek, anlatılmamış hikâye bırakmamak dileğiyle…

 

 

  • Bu metin, 2021-2023 yılları arasında EED desteğiyle, Kültürhane / CDPR ortaklığında ve Bediz Yılmaz ile Esin Gülsen koordinatörlüğünde yürütülen 100 Sene 100 Nesne Çevrimiçi Ansiklopedi Projesi’nin (https://100sene100nesne.com/) Alfa Yayınlarınca basılan kitap versiyonu için yazılmış “Giriş” yazısından alınmıştır.

Bediz Yılmaz siyaset ve idari bilimler alanında lisans eğitiminin ardından doktora derecesini 2006 yılında Fransız Şehircilik Araştırmaları Enstitüsü’nde İstanbul’da bir kentiçi çöküntü mahallesinde zorunlu göçmenlerin sosyal dışlanması üzerine bir tez çalışması ile tamamladı. Araştırma alanları arasında (zorunlu) göç, mekânsal ayrışma, sosyal dışlanma, toplumsal cinsiyet ve sosyal politikalar yer almaktadır. Halen, Türkiye’de tarım sektöründe çalışan Suriyeli mülteciler örneğinde zorunlu göç / zorla çalıştırma bağıntısı üzerinde çalışmaktadır. Eylül 2006 – Ağustos 2016 tarihleri ​​arasında Mersin Üniversitesi Kamu Yönetimi Bölümü’nde öğretim üyesi olarak görev aldıktan sonra Şubat 2017-Kasım 2018 arasında Almanya Osnabrück Üniversitesi Göç Araştırmaları ve Kültürlerarası Araştırmalar Enstitüsü’nde (IMIS) Philipp Schwartz bursu ile konuk öğretim elemanı olarak çalışmıştır. Halen bir yandan Mersin Mezitli Solinova Üretici Kadın Kooperatifi bünyesinde kent tarımı yapmaktadır, diğer yandan da 100 Sene 100 Nesne Cumhuriyet tarihi çevrimiçi ansiklopedisi projesini yürütmektedir.

Lisans eğitimini Boğaziçi Sosyoloji Bölümünde tamamlayan Esin Gülsen, doktora derecesini 2021 yılında ODTÜ Siyaset Bilimi Bölümünde şiddet dönemleri sonrasında hafıza mekanlarının onarıcı rolü üzerine hazırladığı tez çalışması ile aldı. 2009-2016 yılları arasında Mersin Üniversitesi Kamu Yönetimi Bölümünde araştırma görevlisi olarak çalıştı. 2016 yılında barış bildirisini imzaladığı için görevine son verildi. 2020 yılında Marmara Üniversitesi Hukuk Bölümünden mezun oldu, 2021 yılında avukatlık ruhsatını aldı. 2021-2023 yılları arasında “100 Sene 100 Nesne Çevrimiçi Cumhuriyet Tarihi Ansiklopedisi” projesinin yardımcı koordinatörlüğünü yürüttü. Şubat 2023- Ekim 2024 arasında Justus Liebig Universitesi Barış Araştırmaları Kürsüsünde araştırmacı olarak çalıştı. Halen hafıza çalışmaları alanında bağımsız araştırmalarına devam ediyor.

©2021  blog.insanhaklariokulu.org.
Tüm hakları saklıdır.

web tasarım: mare.design

E-bültenimize abone olarak duyurularımızdan haberdar olabilirsiniz.

Yayınlanan yazıların içerikleri sadece yazarların sorumluluğu altındadır ve Hollanda Büyükelçiliği ve /veya KAGED’in görüşlerini yansıtmak zorunda değildir.