Savaşların, giderek otoriterleşen iktidarların, seçmene indirgenmiş yurttaşlığın ve Lefort’un totaliter rejimlere özgü olduğunu düşündüğü kamusal alanın devletin özel alanına dönüşmesi tehditlerinin gölgesinde demokrasinin bir gün gerçekleşebilir olduğuna ilişkin umut sürekli kan kaybediyor. Oysa belki de o umudu tazelemenin yolu gerçekleşebilir bir demokrasinin değil de çağdaş teorilerin ortaya attığı formüle kulak vererek “demokratikleştirilebilir bir demokrasi”nin peşine düşmekten geçiyor. “Demokrasiyi demokratikleştirme” talebi, çoğulcu, katılımcı, müzakereci ya da sürekli demokrasi gibi anlayışları enlemesine keserek, demokrasiyi bir tanıma sabitlemek yerine, onda paradoksal olanı yeniden düşünmeye ve onun tamamlanmamışlığını özgün niteliği olarak anlamaya davet ediyor.
Modern demokratik başlangıç: Kendi dışına fırlatılmış haklar
Habermas Kamusallığın Yeni Bir Yapısal Dönüşümü ve Müzakereci Demokrasi adlı son kitabında demokrasinin tamamlanmamış olma durumunu “normatif fazlalık” kavramı üzerinden ifade eder ve bu normatif fazlalığın toplumsal-politik dönüşümün ilkesi haline gelişinin 1791 tarihli Fransız Anayasası’na kadar geri götürülebileceğini ileri sürer. Söz konusu Anayasa’da pozitif bir nitelik kazanan insan ve yurttaş hakları, bağlı oldukları ulusal sınırlar içerisinde de evrensel haklar olma niteliklerini korurlar. Diğer bir deyişle haklar o an için bölgesel olarak, bir ulus devletin sınırları içinde yürürlük kazanmış olsalar bile, tarihsel, coğrafi vb. belirlenimlerin geçici niteliğini aşarlar ve aynı zamanda hep bir “normatif fazlalık”la ya da bir “ahlâki fazla”yla ilişkilidirler. Taşıdıkları pozitif nitelik kadar, “henüz tüketilmemiş bir normatif içerik” de onlarda hayat bulur. Bu şekilde açığa çıkan şey “doyurulmamış bir normun huzursuz edici tabiatı”dır, der Habermas. Bu norm huzursuz edicidir çünkü demokratik toplum tarihsel bir belirlenim içine yerleşir, ancak aynı anda bir kesinlik olarak var olmaya ve bu tarihe direnir. Tamamlanmamışlığın, tamamlanmazlığın mührü bitip tükenmez bir çabayı vazgeçilmez kılar. Diğer bir deyişle demokrasi modern anlamda tesisinden itibaren paradoksal bir yapıya sahiptir ve bu onun dinamizminin imkânıdır.
Demokrasinin tamamlanmamışlığına ve onun paradoksal kökenine dikkat çekmiş bir diğer düşünür, yirminci yüzyıl siyaset felsefesinin yapı taşlarından biri olan “demokratik boşluk” kavramının filozofu Claude Lefort’dur. 1980 tarihli “İnsan Hakları ve Politika” başlıklı makalesinde Lefort’un temel kaygısı totalitarizm ve demokrasi arasındaki farkın bir derece farkından ibaret olmadığını açıklığa kavuşturmaktır. Lefort’a göre modern demokrasiler insan haklarının tesisiyle, iktidar, hukuk ve bilgi arasındaki ayrışmayı mümkün kılarak siyasallığın radikal bir dönüşümünü ortaya koyarlar. Bundan böyle hukuk tek bir ilke dışında hiçbir yere bağlanmadığından ve bu ilke “her bireyde mevcut olan bir insan doğası”ndan başka bir şey olmadığından, hukuk insan haklarının bu sembolik boyutuna yaslanarak kendini her tür somut belirlenimin ötesinde, her tür iktidar odağının dışında tutar. Bunun anlamı demokratik toplumların bir “boşluk”tan, diğer bir deyişle bir belirsizlikten itibaren kendilerini kurdukları ve dönüştürdükleridir. Lefort’a göre modern demokratik başlangıç tam olarak bu boşlukta kendini var eder. Devlet, toplum, ulus, halk gibi bütünler demokrasiler içinde hep “tanımlanamaz” olarak kalırken, totaliter iktidarlar tam da bu bütünleri ele geçirmeyi, cisimleştirmeyi, demokratik boşluğu sürekli olarak doldurmayı amaçlarlar. Oysa insan haklarının ilanıyla demokrasinin kuruluşuna eşlik eden tüketilemez doğası, onun sürekli olarak kendini sınamasına, yenilemesine, yeniden tesis etmesine ve içeriklendirmesine olanak sağlayan üçlü bir paradoksal yapıya sahiptir: 1. Toplum bireyler toplumu olarak bir bütündür, ancak tek bir bedende ya da cisimleşmiş bir iktidarda kendini gerçekleştirmez. 2. Hakları ilan eden, bu haklara sahip olan insandan başkası olmadığı için, hakların ilanı, onları ilan eden edimden ayrı düşünülemez. 3. Toplumsal ilişkiler, bu ilişkiler yoluyla bir kimliğe ve belirlenime sahip olan bireyler tarafından üretilir. Lefort’un öne sürdüğü demokrasinin bu üçlü paradoksal yapısı içinde insan hakları sadece bireysel haklar olarak değil, toplumsal ilişkilerdeki karşılıklılığın ve bu karşılıklılığın dönüştürücü dinamiğinin taşıyıcısı olarak anlaşılırlar. Lefort’un “kazanılmış hakların mecburen yeni hakları desteklemesi beklenir” diyerek dile getirdiği, toplumu sürekli olarak kendi üzerine bir sorgulamanın hem öznesi hem de kamusal alanına dönüştüren bu dinamiğin, demokratik tamamlanmamışlığın anlamı, birinci kuşak haklardan bugün yeni yeni konuşulmaya başlayan dördüncü kuşak haklara uzanan tarih içinde bütünüyle görünür hale gelir. İnsan haklarını, politik ve sivil haklardan sosyal haklara, sonrasında kimlik ve dayanışma haklarına, son olarak da teknolojik gelişmelere ilişkin haklara uzanan serüveni içinde ele almak, bu hakların bir bütün olarak değerlendirilmesi önünde engel teşkil etmez, aksine tam da Lefort’un vurguladığı dinamiği tarihsel süreci içinde takip etmek açısından önem taşır. Bu tarih bize hem toplumun sürekli olarak kendi üzerine düşünme ve kendini yeniden tesis etme serüvenini hem de hakların insan varoluşunun çok ötesinde ortak yaşamın tüm alanlarına ilişkin olarak nasıl daha geniş bir ufka uzandığını anlatır.
Haklara sahip olma hakkı olarak yurttaşlık
Lefort söz konusu metninde 1789 İnsan ve Yurttaş Hakları Bildirgesi’nin temel maddelerini ele alır ve bu hakların nasıl sadece bireysel hakları değil, aynı zamanda toplumsal ilişkilerdeki karşılıklılığı tesis ettiğini gösterir. Örneğin birinin ifade hakkının diğerinin dile gelen düşünceyi duyma hakkına karşılık geldiğini vurgular, ancak bu karşılıklılığı bir yurttaşlık meselesi olarak tartışmaz. Metnin 1980 senesinde, insan haklarının bir politika olup olmadığı sorusuna Sovyetler Birliği’ndeki rejim karşıtlarının hak taleplerini tartışarak olumlu bir yanıt vermek üzere kaleme alındığı hatırlandığında, yurttaşlık kavramının yokluğu gerçekten de dikkat çekicidir. Ne var ki Lefort’da insan haklarının sembolik boyutunun mümkün kıldığı şey hak talepleri üzerinden şekillenen bir öznelerarasılık, diğer bir deyişle kamusallığın kendisidir. Bu anlamda Lefort’un metni adını anmasa da ulus-devlet yurttaşlık anlayışının ötesine işaret eden, hukuki bir statüyle sınırlanmamış olan bir yurttaşlık anlayışının insan haklarıyla bağının yeniden dokunmasına kapı açar diyebiliriz. Şüphesiz çağdaş demokrasi teorileri, Lefort’un, hakları Marksist eleştirinin itirazına konu olan bireysel çerçeveden kurtararak, öznelerarasılığın taşıyıcısı olma niteliklerinde değerlendiren “demokratik boşluk” teorisine çok şey borçludur. En çok da insan haklarını bir yurttaşlık zemini olarak anlama çabasının ön plana çıktığı çağdaş teorilere baktığımızda, Lefort’un formülünün ne denli güçlü olduğunu bir kez daha fark ederiz.
20. yüzyılın son çeyreğinden bu yana çağdaş demokratik toplumlardaki dönüşümü anlamayı ve bu toplumların normatif taleplerini belirlemeyi amaçlayan, toplum felsefesi olarak adlandırabileceğimiz alanda ortaya konan teorilerde, aralarındaki tüm farklılıklara rağmen, ortak bir yönelimin izi sürülebilir. Bu yönelim yurttaşlık ve insan hakları arasındaki bağın yeniden sorgulanmasında ve söz konusu hakların ve yurttaşlığın karşılıklı olarak birbirlerinin zemini olarak anlaşılmasında açığa çıkar. Şüphesiz yirmi birinci yüzyılda giderek artan göç sorunu bu durumun önemli etkenlerinden biridir. Étienne Balibar ve Seyla Benhabib’in teorileri göçmenler, mülteciler ve sığınmacılar konusuna odaklanarak, modern demokrasilerin kuruluşlarından itibaren insan haklarının evrenselliği ile ulus-devletin bölgesel egemenliği arasındaki salınımda var oldukları gerçeği üzerine bir tartışma açarlar. Karşıtlık gibi görünen bu durumu aslında demokrasilerin kurucu paradoksu ve bu rejimlerin geleceğe açıklıklarının temel koşulu olarak anlamakla işe koyulurlar. Ne var ki adı geçen düşünürler için demokrasinin paradoksu aynı zamanda bir yurttaşlık paradoksu olarak anlaşılmalıdır. Bu nedenle Lefort’un “İnsan Hakları ve Politika” metninde suskun bıraktığı yurttaşı yeniden sahneye çıkarmayı amaçlayan bu teoriler için Hannah Arendt’in “haklara sahip olma hakkı” formülü de bir o kadar önemli bir dayanak noktası oluşturur.
Hem Benhabib hem de Balibar’ın Hannah Arendt’in geçen yüzyılın politik tecrübelerinden çıkardığı içgörüyü yeniden düşüncelerinin merkezine yerleştirdiklerini görürüz. Arendt’in “haklara sahip olma hakkı” olarak dile getirdiği bu içgörü tam da temel haklara sahip birey ve somut anlamda bu statüyü haiz yurttaş arasındaki ilişkinin paradoksal yanına, diğer bir deyişle insan haklarının evrenselliği ve ulus-devletin egemenliği arasındaki karşıtlığa dikkat çekmeyi amaçlıyordu. Devletsiz halkların deneyiminde açığa çıkan tarihsel olgunun ulus-devletin ideolojik temelini nasıl boşa çıkardığını gösteriyordu bize. Düşünüre göre, yurttaş hakları kendilerinden önce gelen ve onlara meşruiyet zemini sağlayan insan haklarını kurumsallaştırdıklarını iddia etseler de 1. Dünya Savaşı’nı izleyen döneme damgasını vuran olgu insan haklarının yurttaş haklarıyla birlikte nasıl ortadan kalkabileceğini gözler önüne seriyordu. Devletli egemen halklara tanınan yurttaşlık statüsü dışında, haklara sahip olmanın, dolayısıyla insan olmanın koşulları da silinip gidiyordu. Tıpkı bugün göçmenlerin ve sığınmacıların yaşadıkları yersiz yurtsuzluk ve çoğu zaman temel insan haklarından bile mahrum oluşları gibi. Öyleyse iddia edilenin aksine yurttaşlığın kendisi hakların temeline mi yerleştirilmeliydi? Benhabib’e göre Arendt’in formülü demokrasilerin temel paradoksunu tüm çıplaklığıyla açığa serer. Ancak ikinci adım yurttaşlığı hapsolduğu statüye dayalı anlayıştan, indirgeyici biçimde “topluluğa üyelik” tanımından kurtarmaktır. “Haklara sahip olma hakkı”nın aslında sözünü ettiğimiz teorilerle sınırlı kalmayıp, hak mücadelelerinin diline nüfuz eden güncelliğine baktığımızda, ulus egemenliğinin sınırlarının bu şekilde hakların sınırları haline gelerek insan haklarının evrensellik iddiasını bozguna uğratmasına dair tespitin, çifte bir eleştirel imkân barındırdığını görebiliriz. “Haklara sahip olma hakkı”nın yeni yorumları bir yandan bir statü olarak sadece ulus-devlet yurttaşlığına değil, bir kimliğe ya da aidiyete hapsolmuş her türlü yurttaşlık anlayışına yönelik güçlü bir itirazı barındırırken, diğer yandan günümüzde açılan yeni yurttaşlık imkanlarının sözcülüğünü üstlenirler.
Balibar, toplumsal mücadelelerde, göçmenlerin, devletsizlerin, sözde vatandaşların deneyimlerinin ardında açığa çıkan şeyin, insan-yurttaş birliğinin süregelen “izi” olduğunu savunur. Günümüze kadar gelen süreçte insan ve yurttaş arasındaki mesafeyi aşılmaz hale getiren tarihi hatırlatırken, Lefort ve Habermas gibi Balibar’ın da bakışını Fransız Devrimi’ne çevirmesi tesadüf değildir. Düşünürün peşine düştüğü “iz”, “karşıtların birliği” olarak nitelendirdiği ve 1789 Bildirgesi’nin başlığında buluşturduğu insan ve yurttaş arasındaki karşılıklılığın izidir. Seçmene indirgenmiş yurttaşlık anlayışında olduğu gibi, demokrasiyi yurttaşsız içi boş bir kabuğa, kamusal alanı kendi özel alanına dönüştüren otoriter iktidarların (makbul) yurttaş tanımında silinip gitmiş olan bu izi geçmişten geleceğe taşıyan toplumsal mücadelelerdir. Azınlıkların ve göçmenlerin haklarından çocuk haklarına, eğitim hakkından kent hakkına, çevre sorunlarından hayvan haklarına uzanan pek çok alanda hak talepleri etrafında örgütlenen toplumsal mücadelelerde ve bölgesel, ulusal ya da uluslararası dayanışma ağlarında yurttaşlık deneyimleri kendini üretir. Onlar statüye dayalı olmayan, eşitlik ve özgürlüğün aynı anda talep edildiği yeni ya da yenilenmiş bir yurttaşlık anlayışına can verirler. Evrensel bir talebin yerel bir bağlam içinde şekillendiği bu yurttaşlık anlayışında, yerel aidiyet ya da bağlılık, ulus-devlet yurttaşlığında olduğu gibi hali hazırda var olan bir zemin değil, yurttaşlar arasında talep edilen ve bu talepler üzerinden kurulan birlikteliğin kendisidir. Söz konusu olan kimlikleri, kültürel, dini ya da etnik bağlılıkları reddeden değil, bunlardan herhangi birine demir atmak yerine, kendi eylemi içinde kendini gerçekleştiren yurttaşlık deneyimleridir. Yeri, tarihi, olayı unuturuz belki, ama hepimiz “Öyle mi alay komutanı!” sözünü hatırlarız. Direnişlerde dile gelen talebin evrenselliğidir bu: Bizi aynılaştırmadan buluşturan kamusallığı hatırlatır o sözler bize ya da Berger’ın dediği gibi “tarihin nesnelerine dönüşmeyi reddediş”imizi. Balibar’ın çarpıcı kavramıyla söylersek bu mücadele ve dayanışma deneyimleri içinde gerçekleşen bir “yurttaşlararasılık”tır. Bu nedenle “haklara sahip olma hakkı” formülüne konu olan ikinci hak Balibar’a göre “evrensel katılım hakkı”, yani bir statüden, aidiyetten arınmış halde, “mutlak olarak” ele alınmış yurttaşlığa ilişkin hakkın kendisidir. Benhabib’te ise bu ikinci hak “evrensel ahlâki talep hakkı” olarak tanımlanır ve onun düşüncesinde de hak kavramı yurttaşlararasılık zeminine yerleşir. Hak “normatif bakımdan neyin geçerli ve değerli sayılması gerektiğini belirleyen öznelerarası bir talep”tir düşünüre göre ve böylelikle hukuki-politik düzen ile yurttaşı değil, doğrudan yurttaşları birbiriyle ilişkilendirir. Benhabib’in yorumunda “haklara sahip olma hakkı” temel bir insan hakkı olarak “iletişim özgürlüğü”nden ayrı düşünülemez. İster evrensel katılım hakkı olarak ister evrensel ahlâki talep hakkı olarak anlaşılsın, yurttaşlık öncelikle diğer yurttaşlara yöneltilmiş bir söz, bir talep içinde, bir “yurttaşlararasılık” olarak kendini tesis eder: bu hem bir yeri kendine yurt eyleme talebi, hem de o yerde bulunan diğerleriyle ortaklaşa eyleme, onlara sesini duyurma, diğerleriyle birlikte kurulan dünyanın paydaşı olma talebi olarak anlaşılabilir.
Bir Yurttaş Sorumluluğu olarak Belirsizliğin Kabulü
Benhabib kamusal alandaki diyalog ve tartışmanın doğrudan uzlaşma amacına yönelmektense, farklılıklarımız üzerinden “somut ötekiler” olarak karşılaşmalarımızı ve çoğulcu bir anlayışla ortak iyinin müzakere edilme süreçlerini önceliklendirmesi gerektiğini savunur. Benzer biçimde Jan-Werner Müller, Lefort’u takip ederek demokratik rejimlerin önceden belirlenmiş bir ereği olamayacağını hatırlatır. Özgürlük, Eşitlik, Belirsizlik adlı kitabında, Fransız Devrimi’nin sloganını yeniden formüle ederek “normatif fazlalık” ve “demokratik boşluk” düşüncelerinin izinden gider. “Belirsizlik” olarak tanımladığı bir belirlenimden yoksun olma durumu değil, herhangi bir belirlenimin bir kesinliğe dönüşmemesi, diğer bir deyişle demokrasinin çoğulcu anlayışının gereği olan açıklıktır. Demokratik toplumun yurttaşlararası karşılıklılık yoluyla her an yeniden üretimi her tür kesinliğe direnir. Belirsizliğin kurumsallaşması, diğer bir deyişle kurumların bu yeniden üretime, yurttaşların sürekli katılımına açık olması gerekliliğini vurgulayan Müller’e göre “sadece yurttaşların seferberliği demokrasiyi kurtarabilir”. Müller’in formülünün yurttaşların omzuna büyük bir sorumluluk yüklediği açık. Ancak bu sorumluluk öncelikle “belirsizlik”in yurttaşlararası dayanışmanın temel koşulu olduğunu fark etmekten geçiyor. Diğer bir deyişle “demokratik boşluk” ya da “normatif fazlalık” sadece tesis edilmiş düzenin değil, aynı zamanda yurttaşlar olarak bizlerin bakış açılarımızın ve kanaatlerimizin de yenilenebilir, dönüşebilir oluşunu ifade etmektedir. Yurttaşlar olarak demokratik sorumluluğumuz, her şeyden önce bakış açılarımızın, fikirlerimizin, kanaatlerimizin, hatta olduğumuz şeyin, kimliklerimizin kamusal var oluşumuz içinde dönüşmesini, yeniden şekillenmesini bir imkân olarak kabul etmekle ilgilidir. Dayanışma kavramını ve özel olarak da yurttaş dayanışmasını, yakın anlamalar taşısalar bile amaçlanan şeyi tümüyle tersine çevirebilecek hoşgörü, merhamet, yardım gibi kavramlardan ayırabilecek temel bir kabuldür bu. Demokratik kurumların geri kazanılması ve bunlara Müller’in talep ettiği gibi belirsizliğin kurumsallaşması anlamında yenilerinin eklenmesi ancak böyle bir kabulün sonucunda mümkün olabilir. Öyle görünüyor ki demokrasiyi demokratikleştirmek insan ve yurttaş arasındaki göbek bağını, her birinin diğeri yoluyla gerçekleşen varlığını hatırlamaktan geçiyor.
GÖRSEL: @bagimsizmadenis
Kaynakça
Arendt, Hannah. Il n’y a qu’un seul droit de l’homme. Çev. E. Alloa. Paris: Éditions Payot & Rivages, 2021.
Arendt, Hannah. Totalitarizmin Kaynakları 1: Antisemitizm, Çev. B.S. Şener. İstanbul: İletişim Yayınları, 1998.
Balibar, Étienne. Eşitliközgürlük: Siyasal Denemeler. Çev. O. Bülbül. İstanbul: Metis, 2016.
Benhabib, Seyla. Modernizm, Evrensellik ve Birey: Çağdaş Ahlak Felsefesine Katkılar. Çev. M. Küçük. İstanbul: Ayrıntı Yayınları, 1999.
Berger, John. Bir Fotoğrafı Anlamak. Çev. B. Eyüboğlu. İstanbul: Metis Yayınları, 2015.
Habermas, Jürgen. Kamusallığın Yeni Bir Yapısal Dönüşümü ve Müzakereci Demokrasi. Çev. T. Bora. İstanbul: İletişim Yayınları, 2023.
Lefort, Claude. Demokratik İcat. Totaliter Tahakkümün Sınırları. Çev. A. Candoğan. İstanbul: Runik Kitap, 2023.
Müller, Jan-Werner. Liberté, égalité, incertitude, Puissance de la démocratie. Çev. C. D. de la Rochère. Paris: Premier Parallèlle, 2022.
Galatasaray Üniversitesi Felsefe Bölümü’nde Araştırma Görevlisi Dr. (Doç. Dr.) olarak görev yapan Zeynep Savaşçın, 2017 yılında École des Hautes Études en Sciences Sociales -Paris’de “De la publicité kantienne à l’éthicité hégélienne: Raison et vie des normes” (“Kantçı Kamusallıktan Hegelci Etik Yaşama, Normların Hikmeti ve Yaşamı”) başlıklı tezle doktor ünvanını almıştır. Kant, Hegel, Rousseau, Axel Honneth, Seyla Benhabib, Hartmut Rosa ve doktora hocası Marcel Gauchet üzerine yayınları vardır. Siyaset Felsefesi, Etik, Hukuk Felsefesi üzerine dersler vermektedir. Gauchet'nin çalışmalarından derlediği ve çevirdiği Yurttaşını Arayan Demokrasi adlı kitap 2013 yılında yayınlanmıştır. Ayrıca 4 Kuşak Haklar Toplum Araştırmaları Derneği’nin kurucu üyeleri arasındadır.
-
This author does not have any more posts.